Ayet
-
يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا فٖي دٖينِكُمْ وَلَا تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّؕ اِنَّمَا الْمَسٖيحُ عٖيسَى ابْنُ مَرْيَمَ رَسُولُ اللّٰهِ وَكَلِمَتُهُۚ اَلْقٰيهَٓا اِلٰى مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِنْهُؗ فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرُسُلِهٖۚ وَلَا تَقُولُوا ثَلٰثَةٌؕ اِنْتَهُوا خَيْراً لَكُمْؕ اِنَّمَا اللّٰهُ اِلٰهٌ وَاحِدٌؕ سُبْحَانَهُٓ اَنْ يَكُونَ لَهُ وَلَدٌۘ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِؕ وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَكٖيلاًࣖ
﴿١٧١﴾
Meal (Kur'an Yolu)
Tefsir (Kur'an Yolu)
“Ey Ehl-i kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin” cümlesi hem yahudileri hem de hıristiyanları muhatap almaktadır. Çünkü her iki grubun da inançları içinde, Allah’ın Kur’an’da açıkladığı makbul ve doğru inanca aykırı taraf ve unsurlar vardır ve bunlara da yine Kur’an’da yeri geldikçe işaret edilmiştir.
Genellikle peygamberler ümmetlerine, kendilerinden sonra gelecek olan peygamberden de söz ettikleri için yahudiler “Mesîh” adıyla bir peygamberin gelmesini bekliyorlardı. Hz. Îsâ gelip kendisinin beklenen peygamber olduğunu açıklayınca yahudiler onu inkâr ettiler, bekledikleri Mesîh’in başka niteliklere sahip ve kendilerine mahsus bir peygamber olacağını, olması gerektiğini ileri sürdüler. Hz. Îsâ’nın ana rahmine düşmesi, doğumu, doğduktan sonra Allah’ın lutfettiği mûcizeler, hayatı, kendisini ortadan kaldırmak üzere tertiplenen tuzaktan kurtuluşu olağan üstü idi, buna başka âmiller de eklenince hıristiyanların çoğu doğru, gerçekte olana uygun bir Îsâ Mesîh inancına ulaşamadılar. Kendisinden önce gelen kitapları tasdik etmek (doğrulamak ve bozulan kısımlarını tashih etmek) üzere gelen Kur’an bu inanç bozukluklarını yeri geldikçe uygun üslûplar içinde düzeltmiştir. Burada yapılan düzeltme Hz. Îsâ’nın ne olup ne olmadığı ile ilgilidir. Evet beklenen Mesîh “Meryem oğlu Îsâ”dan başkası değildir, o Allah’ın kuludur, peygamberidir, kelimesidir ve O’ndan bir ruhtur. Tanrı değildir, Tanrı’nın oğlu değildir, yalancı peygamber de değildir. Hz. Îsâ’nın bu üç temel niteliğini hıristiyanlar da kabul etmektedirler. Ancak kelimelere verdikleri mânalar, yükledikleri kavramlar doğrudan sapmıştır, ilâhî muradın ve rızânın dışına çıkmıştır. Çünkü onlara göre Îsâ’nın elçiliğinin mânası “Allah’ın oğlu olması”dır, kelimenin mânası, “İlâhî hakikatin, Meryem’in rahminde Îsâ ile birleşmesidir”; böylece Îsâ Allah’ın oğlu, Meryem de Tanrı annesi olmaktadır. Ruhtan maksat da Allah’ın ruhudur, nefsidir, Îsâ’nın hakikati, ana rahminde o ruh (Rûhulkudüs) sayesinde oluşmuştur. Yuhanna İncili’nin başında bu inanç şöyle ifade edilmektedir: “Kelâm (söz, kelime, logos) başlangıçta var idi ve kelâm Allah nezdinde idi ve kelâm Allah idi... Dünyada idi ve dünya onunla oldu ve dünya onu bilmedi. Kendininkilere geldi ve kendininkiler onu kabul etmediler. Fakat onu kabul edenlerin hepsine, onun ismine iman edenlere onun oğulları olmak salâhiyetini verdi... Ve kelâm beden olup inayet ve hakikatle dolu olarak aramızda sakin oldu. Biz de onun izzetini, babanın biricik oğlunun izzeti olarak gördük” (I/1-14).
Kur’an’ın açıklamalarına göre de Hz. Îsâ Allah’ın kelimesidir, ancak kelâm ve ilâhî kelime (söz, logos), irade ve kudret gibi Allah’ın sıfatıdır. Olağan üstü bir oluşa şahit olduğumuzda “Allah’ın kudreti” deriz, burada kudret mecazen “Allah’ın kudretinin eseri” mânasına gelmektedir. Aslında yalnızca Îsâ değil, bütün varlık ve oluşlar Allah’ın kelimesidir, O’nun “kün” (ol) emriyle olmuşlardır (Yâsîn 36/82). Ancak diğer insanların oluşmasında, Allah Teâlâ’nın iradesi ve âdeti gereği başka sebepler, vasıtalar, kanunlar devreye girdiği halde Hz. Îsâ’nın oluşmasında yine O’nun iradesiyle bu gibi vasıtalar devreye girmemiş, Allah “böyle olsun dediği” için onun annesi baba faktörü olmaksızın hamile kalmış ve Îsâ’yı doğurmuştur (Âl-i İmrân 3/47; Meryem 19/21).
Îsâ Mesîh Allah’tan bir ruhtur; bütün insanların özünde aynı ruh vardır; çünkü Allah ilk insanın maddesini yaratıp ona insan şeklini de verdikten sonra aynı ruhtan ona da üflemiş, o biyolojik yapı içine “bir ilâhî emir olan, mahiyeti bilinmeyen ruh”tan bir parça yerleştirmiş, insanı onunla tamamlamıştır (Hicr 15/29). İnsanlar bu ruhu ölünceye kadar vücutlarında taşırlar, onun özelliklerini yaşarlar, öldükten sonra ise ruh insan vücuduyla alâkasını keser ve kendine mahsus mânevî âleme (daha sonra terimleşen ifadeyle halk âleminden emir âlemine) intikal eder. Hz. Îsâ için “O’ndan bir ruhtur” ifadesinin kullanılması ya onun bu ruhtan nasibinin daha fazla olduğundandır veya bu ruhun ona intikalinin, diğer (analı-babalı) insanlardan farklı şekilde ve farklı yoldan olması sebebiyledir.
“Hz. Îsâ, diğer peygamberler gibi bir beşer, bir kul, bir peygamber ise –başka insanlarda da aynı özellikler bulunduğu için– onun Allah’ın kelimesi ve ruhu olmasının beşer üstü bir yanı ve mânası yoksa bu nitelikler niçin kullanılmıştır, niçin Hz. Peygamber’in tanımlandığı gibi ‘O kendisine vahiy gelen bir beşerdir’ denilmemiştir?” şeklinde bir soru akla gelebilir. Bu haklı sorunun cevabı şudur: İnciller’de Hz. Îsâ bu nitelikleriyle tanımlanmıştır, ilk zamanlardaki müminler bu sözlerin mânalarını doğru anlamışlar, beşer olan Îsâ’nın üstün nitelikleri olarak yorumlamışlardır. Fakat zaman içinde, Hıristiyanlığın yayıldığı ülkelerde hâkim olan putperestliğin, tanrının üç unsurdan oluştuğu inanç ve anlayışını içeren dinlerin, felsefelerin ve mistik yaklaşımların etkisiyle bu niteliklerin mânaları değiştirilmiş, ilâhî maksada aykırı yorumlar yapılmıştır. Kur’an bu vasıfları yeniden zikrederek nitelemenin doğru, vahye dayalı ve ilâhî olduğuna, sonraki yorumların ise sahih mâna ve inançtan saptığına işaret etmektedir.
“Üçtür demeyin” cümlesi, çok veciz bir şekilde, tarihten gelip günümüzde de yaşayan hıristiyan mezheplerinin hâkim inancını ortaya koymakta, sonra gelen kısmıyla 172. âyet –ve aşağıda zikredeceğimiz başka âyetler– ise bu inancı akıl ve nakil delilleriyle reddetmekte, dayanaklarını çürütmektedir.
Bilindiği üzere Hıristiyanlığın meşhur ve muteber bütün mezheplerinde bu üçleme (teslîs) inancı vardır. Hıristiyan kutsal kitabında geçmeyen teslîs kavramı, bir olan Tanrı’nın kendisini insanlara “baba, oğul” ve “kutsal ruh” olarak üç ayrı şahıs halinde bildirmesini ifade etmektedir. Teslîsi oluşturan üç unsurdan her birine uknûm (hipostase) denilmektedir. Birinci uknûm “baba” diye de nitelenen Tanrı’dır. Tanrı, teslîsin ilk ve asıl unsurudur. O her şeyin yaratıcısı ve sahibidir. Ezelî ve ebedîdir, her şeyi bilir, kādir-i mutlaktır. İkinci uknûm, Tanrı’nın bedenleşen kelâmı olan oğul Îsâ Mesîh’tir. Hıristiyanlara göre Hz. Îsâ, Allah’ın kelâmının bedenleşmiş şeklidir ve hem Tanrı’dır hem de Tanrı’nın oğludur. Hz. Îsâ’nın babasız dünyaya gelmesi ve çarmıha gerilip öldürüldükten sonra yeniden dirilmesi onun ilâhlığının delilidir. Îsâ, baba Tanrı ile aynı cevherdendir. Üçüncü uknûm, Tanrı’nın mukaddes ruhu olan Rûhulkudüs’tür. Kutsal ruh hıristiyan inancına göre baba ve oğul ile aynı cevherden olup aynı seviyede ilâhtır.
Hıristiyan inancına göre Baba Allah yaratıcı; Îsâ Mesîh kurtarıcı ve yargılayıcı, Rûhulkudüs de takdis edicidir.
Hz. Îsâ, “Rab Allah’ına tapınacak ve yalnız O’na kulluk edeceksin” dediği halde zamanla kendisi de tanrılaştırılmış, Hıristiyanlığa teslîs inancı girmiş ve ilk ekümenik konsillerde bu inanç temellendirilmiştir. Buna göre Tanrı “baba, oğul ve Rûhulkudüs” denilen üç unsurdan oluşuyordu; bu üç bir, bir de üç idi.
Hıristiyanların tevhidden ayrılarak teslîs inancına düşmelerinin önemli bir sebebi eldeki İnciller’de, aksine ifadeler de bulunmakla beraber (Matta, 1; Yuhanna, 20) teslîs inancına götüren parçaların mevcut olmasıdır (Yuhanna, 14, 17). Eldeki Yeni Ahid içinde yer alan Pavlus’un mektupları ve özellikle Galatyalılar’a Mektubu’nda hem teslîsin açık izleri hem de “Oğulun, insanların günahlarına kefâret olmak üzere kurban olduğu” ifadesi yer almaktadır (1/2-5). Pavlus, hıristiyanlara işkence eden militan bir yahudi iken milâdın 38. yılında, güya mâna âleminde Hz. Îsâ’yı görmüş, Hıristiyanlığı kabul etmiş, bundan sonra bir “aziz” gibi davranarak kilisenin kurallarını koymuş, diğer İncil yazarlarını etkilemiş ve Îsâ’nın tanrı olduğu inancını yaymıştır.
Teslîs inancı yerleşmeden önce hıristiyan din adamları arasında farklı inanç taşıyanlar, Allah’ı bir, Hz. Îsâ’yı peygamber olarak tanıyanlar bulunuyordu. Bunlardan birisi de İskenderiyeli Arius idi. Hıristiyanlığı benimseyen ilk Roma İmparatoru Konstantin önce Arius’un inancına meyletti. Bunun tepki görmesi üzerine 325 yılında İznik’te ilk ruhanî meclisi (konsil) topladı. 2048 din adamının katıldığı bu konsilde büyük ihtilâflar çıktı. İmparator birlik ve istikrarı sağlamak üzere Arius gibi düşünenleri tasfiye etti ve geriye kalan din adamları, Pavlus’un yolundan yürüyerek teslîse dayalı resmî hıristiyan inancını oluşturdular. İmparatorun tercih ve kararına dayandığı için Arapça’da “Melkâniyye” diye ifade edilen bu mezhep, Roma İmparatorluğu’nun doğu ve batı olarak ayrılmasından sonra ikiye ayrıldı: Papalığı da elinde tutan batı hıristiyan inancı Katolik, doğu ise Ortodoks adını aldı. Bunlardan başka Ya‘kubiyye, Nestûriyye (Hz. Îsâ’da tanrılık ve insanlık unsurlarının birbirine karışmadan bulunduğunu ileri süren bu mezhep 431’de Efes Konsili’nde reddedildi, mensubu azdır) daha sonra XVI. asırda Luther tarafından yapılan reform hareketiyle başlayan Protestanlık mezhepleri doğdu; ancak bunların yaşayan ve yayılanlarından hiçbiri Allah’ın birliği (tevhid) inancına dönemedi, hepsinde teslîs bir inanç esası olarak kabul edildi. İslâm’ın geldiği çağda hem bir kısım Araplar hem de Arap olmayan kavimler bu mezhepleri, dolayısıyla –detayda farklar bulunsa da esası teslîse dayanan– hıristiyan inancını benimsemiş bulunuyorlardı. “Üç demeyin” ifadesi bu veciz şekliyle bütün bu mezheplerin tevhidden sapmış bulunan inançlarını ifade etmekte ve hedef almaktadır (Hıristiyanlık hakkında geniş bilgi için bk. Kürşat Demirci-Mehmet Aydın-Baki Adam-Mustafa Sinanoğlu, “Hıristiyanlık”, DİA, XVII, 328-372).
Kur’an-ı Kerîm, Hz. Îsâ’nın Tanrı’nın oğlu olduğu inancını biri genel, diğeri özel iki delile dayanarak reddediyor. Genel olan, Allah Teâlâ’nın baba olmasının ve oğul edinmesinin imkânsızlığı, böyle bir tasavvurun “bir, tek, eşi ve benzeri bulunmayan, her şeyi kuşatan, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her şeyin kendisine muhtaç olduğu Allah” kavramına aykırı olduğu, bununla çeliştiği, ikisinin bir arada düşünülemeyeceği delilidir. Buradaki 171. âyet gibi Bakara sûresinin 117. âyeti de bu delili içermektedir.
Özel olan ise Hz. Îsâ’nın hayatından, yapıp ettiklerinden yola çıkan delildir. Gerek Kur’an-ı Kerîm’de (Mâide 5/17, 75), gerekse elde mevcut İnciller’de Hz. Îsâ’nın, babasız da olsa bir anadan doğduğu, diğer insanlar gibi yiyerek, içerek, hastalanıp iyi olarak, acı çekerek, Allah’a ibadet ve dua ederek... yaşadığı, sonunda yahudilerin hışmından Allah’a sığındığı (hıristiyanların inancına göre onlar tarafından öldürüldüğü) te’vil götürmeyecek biçimde ifade edilmiştir. Bütün bu özellikler ve nitelikler Allah veya O’nun oğlu olma kavramına ters düşmekte, bununla çelişmektedir. 172. âyet de diğerleri gibi bu ikinci delili “Allah’a ibadet yönünden” dile getirmektedir.
Kur’an âyetleriyle bunların yorumuna göre Hz. Meryem ve oğlu Îsâ’nın hayat hikâyeleri ve özellikleri şundan ibarettir: Hz. Îsâ’nın annesi Meryem, İmrân’ın kızıdır, annesi ona hamile kaldığında erkek olduğunu zannederek mâbed hizmetine adamıştı. İmrân, kızı doğmadan vefat etti, doğan çocuk kız olunca anne buna üzüldü, yakındı, sonra adını “Meryem” koydu ve teslim etmek üzere mâbede getirdi. Mâbedde bulunan din adamları Meryem’i himayelerine alma konusunda ihtilâfa düştüler, kuraya başvuruldu ve Meryem Zekeriyyâ’nın himayesine girdi, Meryem yükümlülük çağına gelince hâmisi ona –perdelerle ayrılmış– bir oda tahsis etti, orada rabbine ibadet ediyordu, Zekerriyâ onun yanına her geldiğinde yiyecek içecek nesneler görüyordu, kendinden başka buraya gelip giden olmadığı için bunların nereden geldiğini sorduğunda Meryem “Bunlar Allah’tan, Allah dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır” diyordu. Meryem dürüst, iffetli, temiz, Allah tarafından seçilmiş, melekler aracılığı ile kendisine doğru bilgiler gelen, Allah’ın ona tahsis ettiği lutuflardan söz edilen bir bâkire idi. Perdeli yerde örtü içinde iken Allah ona, tam olarak insan kılığına girmiş olan ruhu (Cebrâil) gönderdi, ruh Meryem’e hitaben “Allah’ın elçisi olduğunu, kendisine babasız bir çocuk bahşetmek üzere geldiğini ifade etti, oğluna Allah’ın lutfedeceği mûcizeleri, onu Rûhulkudüs’le destekleyeceğini, kitabı, hikmeti, Tevrat’ı, İncil’i öğreteceğini, İsrâiloğulları’na peygamber olarak göndereceğini...” müjdeledi, sonra ona ruhu üfledi, Meryem bu üfleme sonucunda Îsâ’ya hamile kaldı (Âl-i İmrân 3/35-44; Meryem 19/16; Enbiyâ 21/91; Tahrîm 66 /12). Her şeye rağmen büyük bir heyecan, şaşkınlık ve mahcubiyet içinde olan Meryem karnındaki çocukla uzak bir yere çekilip gitti, doğum sancısı onu bir hurma ağacına yönlendirdi, “Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!” dedi. Alt tarafından birisi ona şöyle seslendi: “Tasalanma, rabbin senin alt yanında bir su arkı (veya başka bir yoruma göre şerefli bir insan) vücuda getirmiştir. Hurma dalını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün. Ye iç, mutlu ol! İnsanlardan birini görürsen de ki: Ben, Allah’a adakta bulundum; artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım.” Nihayet çocuğu taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: “Meryem! Gerçekten sen çirkin bir şey yaptın! Ey Hârûn’un kız kardeşi! Baban kötü bir adam değildi; annen de iffetsiz değildi.” Bunun üzerine Meryem çocuğa işaret etti. “Biz, dediler, beşikteki bir çocukla nasıl konuşuruz?” Cevabı çocuk verdi: “Ben Allah’ın kuluyum; O, bana kitabı verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, o beni kutlu ve bereketli kıldı; yaşadığım sürece bana namazı, zekâtı ve anneme saygılı olmayı emretti; beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır” (Meryem 19/22-33). Annesine meleğin müjdesinde bildirdiği gibi Îsâ, İsrâiloğulları’na peygamber olarak gönderildi, onları tevhid dinine davet etti, kendisini desteklemek üzere mûcizeler verildi, daha önceki peygamberleri onayladığı gibi kendisinden sonra gelecek peygamberi de ismini vererek, Ahmed diyerek müjdeledi. İsrâiloğulları’nın ve özellikle kâhinlerin, din adamlarının, ileri gelenlerin kibir ve inatları karşısında ümidi kırıldı, kendisine sadık kalan on iki kişi ile ibadet ve davet hayatını devam ettirmeye çalıştı, inkârcılar kendisini öldürmeye karar verip kaldığı yeri basınca Allah onu kaldırdı, ellerinden kurtardı, başka birini ona benzetti, onu çarmıha gerdiler ve olup bitenler sebebiyle de şüphe içinde kaldılar (Âl-i İmrân 3/45-58; Zuhruf 43/63-65; Saf 61/6,14; Mâide 5/110-111; Nisâ 4/157-158).
Kur’an’a göre Hz. Îsâ’nın yirmi civarında üstün özellikleri, müstesna nitelikleri vardır: O, Allah’ın kulu ve peygamberidir (Nisâ 4/172; Mâide 5/75), müstakil bir din ve kitap sahibi bulunan beş büyük peygamberden (ülü’l-azm) biridir (Ahzâb 33/7; Şûrâ 42/13; Mâide 5/46), Allah ona Îsâ Mesîh adını vermiştir (Âl-i İmrân 3/45), Allah’ın kelimesidir ve ruhudur (Nisâ 4/171), rehber ve öncü mânasında imamdır (Ahzâb 33/7), kulların amellerine şahitlik edeceklerden biridir (Nisâ 4/159; Mâide 5/117), son peygamberin geleceğini müjdelemiştir (Saf 61/6), dünyada ve âhirette şerefli, itibarlı ve Allah’ın yakınlığına mazhar olanlardandır (Âl-i İmrân 3/45), mustafâdır yani seçilmişlerdendir (Âl-i İmrân 3/33), müctebâdır yani tercih edilmişlerdendir ve iyi (sâlih) kullardandır (En‘âm 6/85-87), nerede olsa mübarektir, arınmıştır, insanlar için bir mûcizedir (âyettir), Allah’tan bir rahmettir, annesine bağlı ve saygılıdır ve Allah’ın selâmına mazhardır (Meryem 19/19, 33), Allah’ın kendilerine kitabı ve hikmeti öğrettiği kutlu kişilerden biridir (Âl-i İmrân 3/48).
Kaynak :