Ayet
-
وَمَنْ يُهَاجِرْ فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ يَجِدْ فِي الْاَرْضِ مُرَاغَماً كَثٖيراً وَسَعَةًؕ وَمَنْ يَخْرُجْ مِنْ بَيْتِهٖ مُهَاجِراً اِلَى اللّٰهِ وَرَسُولِهٖ ثُمَّ يُدْرِكْهُ الْمَوْتُ فَقَدْ وَقَعَ اَجْرُهُ عَلَى اللّٰهِؕ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَحٖيماًࣖ
﴿١٠٠﴾
Meal (Kur'an Yolu)
Tefsir (Kur'an Yolu)
“Allah yolunda” olanlar, yani Allah’ın rızâsını elde etmek, O’nun iradesine uygun bir hayat yaşamak üzere, böyle bir hayatın mümkün olmadığı yerden mümkün olduğu yere hicret etmek, bu maksatla doğduğu, büyüdüğü, çevre ve imkânlar elde ettiği yurdunu terketmek isteyen kimseler bilmelidirler ki yeryüzünde gidilecek başka yerler vardır; buralarda da maddî ve mânevî nimetler, hürriyet ve rahatlıklar bulmak mümkündür. Zillet, baskı ve dinî hayatın devamı bakımından tehlike altında yaşamaktansa bu olumsuzlukların bulunmadığı yerleri aramak ve buralarda hayata yeniden başlamak denemeye değecektir.
97-100. âyetlerde Allah rızâsı için, Allah’ın dinini serbestçe yaşamak ve yaymak maksadıyla hicretin teşvik edildiği, hatta mazereti bulunmayan kimselerin kınandığı ve ceza göreceklerinin bildirildiği açıktır. Bu âyetleri destekleyen hadisler yanında onlara zıt gibi gözüken, daha doğrusu hicretin gerekli olduğu dönemi tarihî olarak sınırlayan hadisler de vardır. Bunların bazıları meâlen şöyledir:
“Müşrikle içli dışlı olan ve onunla beraber oturan kimse onun gibidir.” Ebû Dâvûd’un rivayet ettiği bu hadisin senedinde bazı kusurlar bulunmuş olmakla beraber ileride gelecek olan 140. âyetin bunu desteklediği ifade edilmiştir.
“Düşmanla savaş sürdüğü müddetçe hicret mecburiyeti devam edecektir.” Başka bir rivayette “tövbe kapısı kapanıncaya yani kıyamet kopmaya başlayıncaya kadar” kaydı vardır.
“Mekke fethinden sonra hicret mecburiyeti kalkmıştır; lâkin cihad ve iyi niyetle yurdundan ayrılmanın gerekliliği devam eder; bu sebeple savaşa çağırıldığınız zaman hemen katılın” (Buhârî, “Cihâd”, 1). Hz. Âişe bu hadise şöyle bir açıklama getirmiştir: “Bugün artık hicret mecburiyeti yoktur, daha önce mümin, dinini korumak, bu yüzden mâruz kalacağı baskıdan kurtulmak için Allah’a ve resulüne kaçıp sığınıyordu, bugün ise Allah İslâm’ı açıkça yaşanır hale getirmiştir, mümin nerede olursa olsun rabbine kulluk edebilir” (bu hadislerin kaynakları, sened tenkitleri ve açıklamaları için bk. Şevkânî, Neylü’l-evtâr, VIII, 27 vd.).
İlgili âyetler ve hadisler birlikte değerlendirildiğinde ortaya çıkan sonuç şu olmaktadır: Hz. Peygamber Medine’ye hicret edince müslümanlara iki sebeple hicret farz olmuştu: a) Peygamber’i desteklemek, gücünü arttırmak, müslümanlarla beraber olmak. b) İslâm’ı öğrenmek ve yaşamak için elverişli olmayan bir yerde, insanlara dinden dönmelerini sağlamak üzere baskıların uygulandığı bir çevrede oturmaya devam ederek imanını ve dinî hayatını tehlikeye atmamak. Mekke fethedilip en önemli düşman olan Mekke müşrikleri kontrol altına alınınca birinci gerekçe ortadan kalkmış oldu. Bundan sonra hicretin farz olup olmaması ikinci gerekçeye bağlı hale geldi. Belirleyici unsur kişinin dinî hayatı olunca hükmün de buna bağlı bulunması tabiidir. Klasik kaynaklar dârülküfrü (müslüman olmayanların kültür ve düzenlerinin hâkim bulunduğu ülkeleri, toplumları) potansiyel olarak “uygun olmayan çevre” kabul ettiklerinden, buradan dârülislâma göçülmesinin gerekliliği üzerinde durmuşlardır. Ancak günümüzde müslümanların siyasî ve kültürel hâkimiyetleri bulunan ülke ve toplumlarda belli bir dinî anlayış ve yaşayışa karşı baskılar yapılabilmekte, buna karşı gayri müslimlerin hâkim bulundukları ülkede din ve vicdan hürriyetinin sınırları daha geniş olabilmektedir. Bu sebeple göç ve beraber oturma mecburiyetini “siyasî ve kültürel hâkimiyet” yerine “din, düşünce ve vicdan hürriyetine” bağlamak günümüz için daha geçerli gözükmektedir.
İbn Âşûr, hicretin hükmü bakımından müslümanın oturduğu yeri altı maddede incelemiştir. Aşağıda özetlenecek olan bu yaklaşım tarihe olduğu kadar günümüze de ışık tutacak, konu hakkında tutarlı bir fikir verecek niteliktedir:
a) Dindarlara baskı yapılan, her din veya belli bir din mensuplarının dinlerini terketmeleri istenen ülkeler. Burada oturan müslümanların uygun yerlere hicret etmeleri, tıpkı ilk dönem hicreti gibi farzdır. Nitekim Endülüs’te hıristiyan olmaya zorlanan müslümanların büyük bir kısmı katliama mâruz kalmış; hayatlarını kurtarabilenler her şeylerini bırakarak oradan hicret etmişlerdir. Bunların da önemli bir kısmının yollarda kaybolmalarına sebep olan bu hicret, hicrî 902’den 1016 yılına kadar sürmüştür.
b) Din yüzünden baskı yapılmayan, fakat müslümanlar için mal, namus ve can güvenliği de bulunmayan ülkeler. Dârülharp mahiyetinde olan böyle yerde mazeretsiz oturmak da câiz görülmemiştir.
c) Din yüzünden baskı, mal, can ve namus bakımından tehlike bulunmadığı halde müslümanlara, gayri müslimlere mahsus hukukun uygulandığı ülkeler. Bugün Batı’da, hıristiyanların yaşadığı ülkelerde böyle yapılmaktadır ve bu ülkelerde oturmanın hükmü konusunda İbn Âşûr, Mâlikîler’den, mekruh ve haram şeklinde iki görüş nakletmektedir.
d) Bir önceki maddeden farklı olarak müslümanlara, kendi dinlerine uygun hukuk kurallarının uygulandığı, şer‘î mahkemelerin hükümlerine, âlim ve müftülerin fetvalarına göre hareket edilmesine izin verilen ülkeler. Geçmişte Sicilya’da (Normandiyalı Roger zamanında) ve bir zamanlar İspanya’nın Gırnata bölgesinde böyle bir uygulama olmuş, bu durumda ne kalanlar göçenleri ne de göçenler kalanları kınamışlardır.
e) Yabancılara mağlûp olmuş, ağır şartlarla antlaşmaya razı olmuş sömürge, manda vb. durumundaki İslâm ülkeleri. Bu ülkelerde yönetimin başında müslümanlar bulunduğu ve İslâmî hükümler yürürlükte olup din yüzünden bir baskı da söz konusu olmadığı için hicret mecburiyetinin bulunmaması tabii görülmüştür.
f) Müslümanlara baskı yapılmamakla beraber başka inanç, ahlâk ve dünya görüşlerine mensup kimselere de diledikleri gibi yaşama hürriyeti verilen, bu sebeple İslâm’a aykırı birtakım uygulamaların açıkça görüldüğü, din ve ahlâk kurallarını çiğneyenlere karşı yalnızca sözlü uyarıya imkân verilen, bazan bunun da mümkün olmadığı ülkeler. Bazı fıkıhçılar böyle ülkelerden de hicretin farz olduğunu ileri sürmüşlerse de tarihte Ubeydîler zamanında Kayrevan’da, Fâtımîler devrinde Mısır’da bu vâkıa yaşanmış, fakat saygın âlimlerden hiçbiri ülkesinden göçmemiştir (V, 179-180). Şevkânî, bu son maddede özetlenen duruma işaret ettikten sonra şu görüşü ileri sürmüştür: “Doğru olan hüküm böyle yerlerden göçmenin farz olmadığıdır. Çünkü yalnızca açıktan günah işleniyor diye bir ülkeyi “küfür ülkesi” saymak ne naslara ne de akla uygun düşer” (Neylü’l-evtâr, VIII, 29). Fakih ve müfessir Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, İslâm’a aykırı söz ve davranışların açıkça ortaya konduğu ve karşı çıkılması da imkân dışında bulunan ülkelerde oturmanın câiz olmadığını bazı âyetlere (En‘âm 6/68 vb.) dayandırdıktan sonra hocalarından olup Mısır’da oturan Ebû Bekir el-Fihrî ile aralarında geçen şu ilginç tartışmayı aktarmaktadır:
– Mısır’dan kendi memleketine göçsen ya!
– Hâkim niteliği bilgisizlik ve akılsızlık olan bir yere göçemem.
– Mekke’ye göç et, Allah’ın ve resulünün misafiri olarak yaşa; biliyorsun ki, bid‘atların ve haramın yaygın olduğu yerlerde yaşamak câiz değildir!
– Burada birçok kimsenin hidayetine sebep oluyorum, halkı irşad ediyorum, tevhid inancını telkin ediyor, birçok yanlış inancı engelliyorum, insanları Allah yoluna çağırıyorum... (I, 485).
Bu nakillerden de anlaşıldığı üzere kitaplara geçen teorik açıklamalar her zaman ve mekânda ihtiyacı karşılamaya, en uygun davranışı belirlemeye yetmemektedir. Tutulması gereken yol ve yöntem, âyetlerin ve hadislerin amacını kavramak ve ona göre davranmaktır.
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 124-127