Ayet
-
فَمَا لَكُمْ فِي الْمُنَافِقٖينَ فِئَتَيْنِ وَاللّٰهُ اَرْكَسَهُمْ بِمَا كَسَبُواؕ اَتُرٖيدُونَ اَنْ تَهْدُوا مَنْ اَضَلَّ اللّٰهُؕ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ سَبٖيلاً
﴿٨٨﴾
-
وَدُّوا لَوْ تَكْفُرُونَ كَمَا كَفَرُوا فَتَكُونُونَ سَوَٓاءً فَلَا تَتَّخِذُوا مِنْهُمْ اَوْلِيَٓاءَ حَتّٰى يُهَاجِرُوا فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِؕ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَخُذُوهُمْ وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ وَجَدْتُمُوهُمْࣕ وَلَا تَتَّخِذُوا مِنْهُمْ وَلِياًّ وَلَا نَصٖيراًۙ
﴿٨٩﴾
Meal (Kur'an Yolu)
Tefsir (Kur'an Yolu)
Buradan itibaren 91. âyete kadar özel olarak Kur’an’ın geldiği tarihte ve çevrede, genel olarak da her zaman ve her yerde, gruplar ve topluluklar olarak müslümanlarla müslüman olmayanlar arasındaki ilişkiler ele alınmaktadır. İslâm başka inançları ve hayat tarzlarını benimseyen fertlere ve gruplara da hayat hakkı tanıdığı, onları hem kendi içlerinde hem de dünya yüzünde korumayı müslümanlara ödev kıldığı için ilişkilerin –taraflara zarar vermemesi amacıyla– bazı kurallara bağlanmasına ihtiyaç hâsıl olmuştur. Bu ihtiyaç hem âyetlerle hem de Hz. Peygamber’in ve onun çizgisindeki halifelerin uygulamalarıyla –farklı ve yeni ilişki biçimlerine de örnek teşkil edecek şekilde– karşılanmıştır.
Müslümanlar Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra çeşitli ilişkilere girmek durumunda oldukları gayri müslimler şu gruplara ayrılmıştı: Mekke’de ve Medine’de yaşayan müşrikler, Medine ve civarında yaşayan Ehl-i kitap (daha çok yahudiler), hem Mekke’de hem de Medine’de yaşayan, müşrik veya Ehl-i kitap oldukları halde bu durumlarını gizleyen ve müslüman görünen münafıklar. Gayri müslimlerin müslümanlarla gruplar arası siyasî ilişkileri de şu kategoriler içinde cereyan ediyordu: a) Hasımlar ve düşmanlar, b) antlaşmalılar ve bunlarla antlaşma yapmış bulunan diğerleri, c) tarafsızlar. 91. âyete kadar bu konular ele alınmış, ilişkilerde uyulacak kurallara ışık tutulmuştur.
Burada zikredilen münafıkların Medine’de yaşayanlar mı, yoksa Mekke’de kalanlardan bir grup mu olduğu konusunda tefsircilerin farklı açıklamaları vardır. Buhârî’nin nüzûl sebebi olarak rivayet ettiği hadis şöyledir: Bazı insanlar, Uhud Savaşı için sefere çıkan Hz. Peygamber’in ashabına katıldıkları halde Medine’ye geri dönmüşlerdi. Kalanlar onlara yapılacak muamele konusunda ikiye ayrıldılar. Bir grup Hz. Peygamber’e onları öldürmesini öneriyor, diğerleri ise bu öneriye karşı çıkıyorlardı. Bunun üzerine “Size ne oluyor da münafıklar hakkında ikiye bölünüyorsunuz?” meâlindeki âyet geldi. Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: “O Medine’dir; ateş nasıl gümüşün pasını giderirse o da mânevî kirleri yok eder” (“Tefsîr”, 4/15). Bu rivayeti farklı şekillerde nakleden başka hadisçi ve tarihçiler de vardır (bk. İbn Kesîr, II, 352-353). Bunlara dayanan tefsircilere göre âyetin geliş sebebi bu olaydır. Ancak geliş sebebini bu olaya bağlamakla akla gelecek bütün sorular cevaplandırılmış olmamaktadır. Nitekim söz konusu gruba ait açıklamalar getiren 89. âyette “Allah yolunda hicret edinceye kadar...” kaydı vardır. Medine’ye dönen münafıklar için göç (hicret) söz konusu olamayacağına göre âyetten bunların kastedilmiş olması (ve olayın nüzûl sebebi olması) uzak bir ihtimal olarak kalmaktadır. Bu sebeple İbn Âşûr, haklı olarak –bu nüzûl sebebini benimseyenler için– şöyle bir te’vilin kaçınılmaz olduğunu kaydetmiştir: “Burada hicretten maksat iman ve cihada dönmektir” (V, 151). Taberî de –aynı gerekçe ile– nüzûl sebebinin Medine’de yaşayan ve Uhud Savaşı’nda geri dönen münafıklar değil, Mekke’de yaşayan, gerçekte putperest oldukları ve müslümanlar aleyhine faaliyette bulundukları halde Medine’ye geldikçe veya müslümanlarla karşılaştıkça kendilerini onlardanmış gibi gösterenler olduğunu zikretmektedir (V, 200 vd.; İbn Kesîr, II, 354). Müslümanlarla savaş durumunda olan gayri müslimler ve bunlara yardımcı olanların ele geçirildiklerinde esir edilmeleri, gerektiğinde öldürülmeleri savaş halinin tabii sonuçlarındandır.
“... İnkâr etmenizi, böylece onlara eşit ve benzer hale gelmenizi isterler” cümlesi, farklı inanç ve düşüncede olan grupların birbirlerine karşı sosyo-psikolojik durum ve tutumlarını ifade etmektedir. Bu beşerî ve sosyal kural asırlar boyu değişmeden gelmiştir. Ulus devletlerin doğduğu günümüzde de insanların eşitlikten tam yararlanabilmeleri için aynı ulustan olması gerekiyor. Uluslar, aradaki “farklı ulustan olma” durumunun ortadan kalkmasını istemiyorlar; ancak kültür, inanç ve ideoloji farkının temel haklar açısından bir ayırımcılık sebebi sayılmamasını istiyorlar. Ne var ki, sözde çoğulculuğu savunanlar uygulamada bunun, diğer inanç sistemlerinin, kültür ve ideolojilerin ortadan kalkması ve dünyada tek tip bir kültürün (günümüzde Batı kültürü) kalması şeklinde gerçekleşmesini hedefliyorlar. Bunca insan hakları belgelerine ve antlaşmalarına rağmen uygulamada sırf renkleri, kültürleri ve inançları farklı olduğu için bir kısım insanlar ve uluslar diğerlerine eşit sayılmıyor, haklarına eşit derecede saygı gösterilmiyor ve sahip çıkılmıyor. “Sen onların dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da senden asla memnun kalmayacaklardır” (Bakara 2/120) meâlindeki âyet de bu gerçeği ifade etmektedir. Bugün yeryüzünde mevcut birçok din, ideoloji ve kültür açısından insan haklarında eşit olmanın şartı aynı kültürü ve inancı paylaşmaktır. Ancak İslâm’da insanların, insan haklarından yararlanabilmeleri için müslüman olmaları şartı yoktur. Allah Teâlâ kullarının müslüman olmalarını ister, bundan hoşnut olur fakat onları buna zorlamaz. Dileyenlerin kendisini de, hak dini de inkâr etmelerine fırsat verir, bundan dolayı onlardan dünyada rahmetini ve rızkını esirgemez. Müslümanlar da başka dinden olanlara bu ilâhî muamele örneği çerçevesinde yaklaşmak ve davranmak durumundadırlar. İslâm dini, Ehl-i kitabı tevhid çerçevesinde birliğe, bütün insanlığı da barış ve insan haklarına saygı ilişkisi içinde yaşamaya davet etmesine rağmen müslümanlarla müslüman olmayanlar arasında hâlâ değişmediği müşahede edilen uygulamadaki bu tutum ve yaklaşım farkı sebebiyle onların dostluk ve yardımlarına güvenmemek esastır. Müslümanlar elbette kendilerine düşmanca davranmayan, antlaşmalarına sadık kalan gayri müslimlerle barış ve iyi ilişkiler içinde olacaktır. Ancak karşı tarafın –açıklanan ve tarih boyunca yaşanıp görülen– temel yaklaşım ve tutumlarının da unutulmaması gerekmektedir.
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 110-112