Ayet
-
مَا كَانَ لِبَشَرٍ اَنْ يُؤْتِيَهُ اللّٰهُ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ ثُمَّ يَقُولَ لِلنَّاسِ كُونُوا عِبَاداً لٖي مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلٰكِنْ كُونُوا رَبَّانِيّٖنَ بِمَا كُنْتُمْ تُعَلِّمُونَ الْكِتَابَ وَبِمَا كُنْتُمْ تَدْرُسُونَۙ
﴿٧٩﴾
-
وَلَا يَأْمُرَكُمْ اَنْ تَتَّخِذُوا الْمَلٰٓئِكَةَ وَالنَّبِيّٖنَ اَرْبَاباًؕ اَيَأْمُرُكُمْ بِالْكُفْرِ بَعْدَ اِذْ اَنْتُمْ مُسْلِمُونَࣖ
﴿٨٠﴾
Meal (Kur'an Yolu)
Tefsir (Kur'an Yolu)
Kur’an-ı Kerîm’in birçok âyetinde Allah’ın elçi olarak gönderdiği bütün peygamberlerin yalnız Allah’a kulluk etme çağrısıyla görevlendirildiği, ona şirk koşan ve tanrılık iddiasında bulunanların çok ağır cezaya çarptırılacakları ısrarla hatırlatılır (meselâ Enbiyâ 21/25-29). İşte bu âyetlerde, Ehl-i kitabın ilâhî dinlerin bu ortak özelliğini (Tevrat’tan ve İnciller’den bazı ifadeler için bk. 64. âyetin tefsiri) ve hiçbir akıl sahibinin kavramakta güçlük çekmeyeceği bir gerçeği görmezden gelerek peygamberlerin tanrılık iddiasında bulunabileceğini düşünmeleri eleştirilmekte ve 64. âyette başlatılan diyalog çağrısına kulak verip bunun için hazırlanan fikrî temeller hakkında bizzat kendi kitaplarının öğretileri ve kendi etütleri ışığında yeniden kafa yormaları istenmektedir.
Sözlükte hüküm kelimesi “karar vermek, yönetmek, alıkoymak, engellemek” gibi anlamlara gelir. Felsefe terimi olarak, iki fikir veya iki durum arasında sonuç bildiren bir ifade ile olumlu veya olumsuz bağ kurmaya, kurulan bu bağa ve bu bağlantıyı idrak etmeye hüküm denir. Bilgi kaynağına göre hükümler “aklî hüküm”, “dînî hüküm” gibi nitelendirmelere ve değişik alanlara göre ayırımlara tâbi tutulmuştur. Râzî, dil ve tefsir âlimlerinin bu âyette geçen hüküm kelimesiyle, Allah tarafından indirilen kitabın peygamber tarafından kavranmasının ve bu şekilde oluşan bilginin kastedildiği hususunda fikir birliği içinde olduklarını kaydeder (VIII, 122). Bazı müfessirler bunu “hikmet” (İbn Atıyye, I, 461) ve “sağlam muhâkeme” (Muhammed Esed, I, 105) şeklinde açıklamışlardır (“hikmet” hakkında bk. Bakara 2/269). Kur’an-ı Kerîm’de hüküm kelimesi, yüce Allah’a nisbet edilerek “mutlak irade, hâkimiyet ve karar yetkisi” anlamlarında kullanıldığı gibi (bk. En‘âm 6/57, 62; Yûsuf 12/40, 67; Kasas 28/70, 88), peygamberlere ve insanlara nisbet edilerek “hukukî çekişmeleri karara bağlama” anlamında da kullanılmıştır (bk. Nisâ 4/58).
Nübüvvet “peygamberlik” demektir. Kendilerine Allah tarafından peygamberlik görevinin verildiği kişiler nebî (çoğulu enbiyâ) ve resûl (çoğulu rusül) olarak adlandırılır (peygamber ve peygamberlik hakkında bk. Bakara 2/61; A‘râf 7/158).
Bu âyetlerin nüzûl sebebi hakkındaki rivayetlerden birine göre, Resûlullah Kureyş müşriklerini meleklere, yahudileri Üzeyir’e, hıristiyanları da Îsâ’ya kulluk etmekten sakındırıyordu; onlar “Yani seni rab edinmemizi mi istiyorsun?” dediler, o sebeple bu âyetler nâzil oldu. Diğer bir rivayete göre ise, müslümanlardan biri “Ey Allah’ın resulü! Seni içimizden herhangi biri gibi selâmlıyoruz. Sana secde ederek farklı bir selâm versek olmaz mı?” dediği için bu âyetler indi. Zemahşerî 80. âyette geçen “Siz müslüman olduktan sonra size inkârcılığı emreder mi hiç!” ifadesinden hareketle burada muhatapların müslümanlar olduğu yorumunu yapar ve bu son rivayeti daha kuvvetli bulur (I, 198). İbn Âşûr âyette bu mânanın kastedilmiş olabileceğine ihtimal vermez (III, 297). Muhammed Abduh bu rivayeti Kur’an’ın tefsiri açısından çok sakıncalı görür ve âyetin mâna akışına da aykırı olduğuna dikkat çeker (Reşîd Rızâ, III, 346).
80. âyette yer alan “peygamberleri rab edinme” ifadesiyle madde âleminde bulunan, “melekleri rab edinme” ifadesiyle de madde ötesi âlemde bulunan mahlûkatın en üstün mertebede olanları zikredilerek, hangi meziyetlere sahip olursa olsun Allah’tan başkasına kulluk etmenin ilâhî dinlerin ilkeleriyle bağdaşmayacağı ve bir peygamberin bu ilkeyi çiğneyen bir öğretiye sahip olabileceğinin hiçbir akıl sahibince tasavvur olunamayacağı vurgulanmaktadır. Buradan öncelikle çıkan bir anlam da şudur: Veli, şeyh, rahip, haham, kâhin, cin, şeytan vb. varlıkları rab yerine koyarak onlara bel bağlamak, hele akıl sahibi olmayan yahut cansız varlıkları bu mertebeye çıkarmak, insanı “kulluk etme”ye yönelten duygu ve sâikin temel karakteriyle bağdaşmaz. Bu tür ikameler son tahlilde, amaca hizmet etmeyen oyalanmalardan ibarettir ve insana bahşedilen akıl nimetinin beyhude yere harcanması demektir. Zira “kul”luk ancak kulların ve bütün evrenin yaratıcısı olan, varlığı ve gücü başka hiçbir varlığa bağlı olmayan yüce Allah’a içtenlikle boyun eğme noktasına ulaştığı zaman anlam kazanır ve insan gerçek değerine sadece böyle bir kullukla erişebilir. İşte 79. âyette kendine kitap, hüküm ve peygamberlik verilen bir kimsenin, Allah’ı bırakıp kendine kul olunmasını isteyemeyeceği ifade edilirken de, “kul” anlamına gelen abd kelimesinin abîd değil ibâd şeklindeki çoğulu kullanılarak Allah’tan başka hiçbir mâbudun insana bu mevkii vaad edemeyeceğine ve sağlayamayacağına işaret edilmektedir. Nitekim İbn Atıyye, abdin ibâd ve abîd şeklindeki çoğullarının Kur’an-ı Kerîm’deki kullanımlarını inceledikten sonra, ibâdın “acıma ve küçümseme” anlamıyla ilişkili olmayan, kulun itaat iradesine dikkat çeken ve onu yücelten anlatımlar içinde geçtiği sonucuna vardığını belirtmektedir (I, 461).
Bu genel bakışın yanı sıra bir kısım müfessirler, âyetteki “peygamberleri rab edinme” ifadesinden, özellikle bazı yahudilerin Üzeyir’i ve hıristiyanların Îsâ’yı Allah’ın oğlu saymalarının; “melekleri rab edinme” ifadesinden de özellikle Hıristiyanlık’taki, bir öğesini Rûhulkudüs’ün oluşturduğu teslîs inancının mahkûm edildiğini ileri sürerler. İbn Âşûr bu âyette, hıristiyanların bazı peygamberlerin ve meleklerin resimlerini yapıp onları kutsama hususunda aşırı gitmelerine ve putperestliği andıran tutumlar içine girmelerine işaret edilmiş olabileceğini belirtir (III, 296).
Bir peygamberin neyi söylemesinin düşünülemeyeceği belirtildikten sonra, peygamberlerin tavsiyesi şu şekilde özetlenmiştir: “Rabbânîler olun!”
Rabbâniyyûn kelimesi “rabbânî”nin çoğulu olup, bunun Arapça olduğunu düşünen bilginler tarafından değişik şekillerde açıklanmıştır:
a) “Rabb”ini bilen ve daima O’na kulluk etme çabası gösterenler, b) ilim “erbab”ı, yani insanları bilgilendiren ve onları iyiliğe teşvik edenler, c) “mürebbiler”, yani insanları eğiten ve topluma yön veren kişiler. Bazı bilginlere göre bunun aslı Süryânîce veya İbrânîce’dir (Râzî, VIII, 111-112; İbn Atıyye, I, 462). Kelimenin İbrânîce’deki açıklaması şöyledir: Bunun aslı rab (rav) olup “büyük” demektir. Daha sonra kelime “efendi, sahip” anlamını kazanmıştır. Mişna ve Talmud’un hazırlandığı dönemlerde ise “din bilgini, üstat” mânasında kullanılmıştır; “rabbi” de “üstadım, efendim” anlamındadır. Rabban (çoğulu rabbanîm) kelimesi de rab kelimesinin pekiştirilmiş şeklidir ve aynı mânadadır. Özetle İbrânîce’de rabbâniyyûn (rabbanîm), dinî ilimlerle ve bilhassa Tevrat’la meşgul olup halka doğru inanç öğreten din üstatları demektir (Ömer Faruk Harman, “Rabbâniyyûn”, İFAV Ans., III, 570). Rabbâniyyûn kelimesi Kur’an-ı Kerîm’in iki âyetinde daha “yahudi din bilginleri” anlamına gelen “ahbâr” kelimesiyle birlikte geçmekte olup bu iki gruptan, Tevrat’ın hükümlerini korumakla ve bunları yahudilere öğretip gereğince yaşamalarını sağlamakla görevli kişiler olarak söz edilir (bk. Mâide 5/ 44, 63).
Bu izahlar dikkate alındığında, âyette geçen “Rabbânîler olun” cümlesini, peygamberlerin bütün insanlara “Allah’a içtenlikle kulluk etme” çağrısı olarak anlamak mümkün olduğu gibi, özellikle ilim emanetini üstlenen veya toplumlara yön verme mevkiinde bulunan kişilere, doğruları öğretme ve gerçek kurtuluş yolunu aydınlatma hususundaki sorumluluklarını hatırlatma ifadesi olarak düşünmek de mümkündür. Bu öğütün “öğretmekte olduğunuz kitap ve yapmakta olduğunuz incelemeler gereğince” şeklinde bir dayanağa bağlanması ikinci anlamı teyit etmektedir. Bu konumdaki kişilerin kendilerini gerçekten Allah yoluna adamış ve bu sorumluluğun bilincinde olmaları halinde, yol gösterilmeye muhtaç kişilerin yukarıda değinilen çarpık telakkiye yani onları rab mevkiine yükseltme anlayışına yönelmelerine zaten fırsat kalmaz.
Bu âyette ilimle amel arasındaki sıkı bağa da dikkat çekilmekte; ilmin, ancak hayata yansıtılmakla ve aksiyon haline getirilmekle kuru bilgi olmaktan kurtulup gerçek değerini bulabileceği; kişinin, yaptığı etütler sonunda ulaştığı ve başkalarına öğrettiği sonuçlarla çelişen söz ve davranışlardan kaçınması gerektiği hatırlatılmaktadır.
“Siz müslüman olduktan sonra” ifadesini M. Reşîd Rızâ “fıtrat gereğince” şeklinde açıklar. Muhammed Abduh, burada Hz. Mûsâ’nın getirdiklerine uyup muvahhid olmalarından sonra Hz. Îsâ’nın Ehl-i kitap’tan kendisine kulluk etmelerini istemesinin düşünülemeyeceği anlamının bulunduğunu belirtir ve bazı olayları esas alarak âyeti sırf müslümanlarla ilgili imiş gibi gösteren müfessirlere, Kur’an ıstılahında İslâm’ın bütün peygamberlerin dini ve fıtrat dini olduğunu unuttukları eleştirisini yöneltir (Reşîd Rızâ, III, 349; İslâm’ın anlamları için ayrıca bk. 3/19).
81. Bu ve devamındaki âyetlerde, Allah tarafından görevlendirilen bütün peygamberlerin, bildirimlerinin bütünlüğü ilkesi hatırlatılmakta, her peygamberin kendinden önceki ilâhî bildirimlerin doğruluğunu beyan etmesi, önceki peygamberlerin tâbilerinin de onun getirdiklerine inanıp onu desteklemesi suretiyle karşılıklı bir tanıklık sisteminin öngörüldüğü belirtilmektedir. Böylece, Ehl-i kitabın hem kendi içlerinde tutarlı olabilmeleri, hem de “ilâhî dinler”e ve “Allah inancı”na karşı tavır ortaya koyan kesimlere yapılacak çağrının başarılı olabilmesi için 64. âyette yer alan diyalog çağrısına olumlu karşılık vermelerinin kaçınılmazlığına dikkat çekilmiş olmaktadır.
“Allah peygamberlerden… söz (mîsâk) almıştı” ifadesi şu şekillerde açıklanmıştır: a) Âyet, peygamberlerden daha sonra gelen elçiye (resul) iman edeceklerine ve onu destekleyeceklerine dair söz alındığını belirtmektedir, şu halde burada söz verenler peygamberlerdir. Bu yorumu benimseyenlerin bir kısmına göre alınan söz genel olarak peygamberlerin birbirlerini onaylayacakları hakkındadır; diğer bir kısmına göre ise Hz. Muhammed’in geleceğini müjdeleyeceklerine dairdir. b) Kur’an-ı Kerîm’in üslûbu ve “mîsâk”la ilgili âyetler dikkatle incelendiğinde görülür ki, burada kastedilen bizzat peygamberlerden söz alınması değil, onların kendi ümmetlerinden Hz. Muhammed geldiğinde ona iman edeceklerine ve ona destek vereceklerine dair söz almış olmalarıdır (Taberî, III, 331-332; İbn Atıyye, I, 463-464; Râzî, VIII, 114-116). Bu bakış çerçevesinde kalmakla beraber söz verenlerin kapsamını daraltan iki yorum daha vardır: Burada kastedilen kendilerini peygamberlerin çocukları sayan İsrâiloğulları’ndan veya kendilerini peygamberlik verilmeye daha lâyık gören Ehl-i kitap’tan alınan mîsâktır (Zemahşerî, I, 198). Şu var ki bazı müfessirlerin, bu son yorumu Übey b. Kâ‘b ve Abdullah b. Mes‘ûd’un mushaflarındaki lafza dayandırırken yorum sınırını aşarak asıl Kur’an metninin de bu olduğunu ileri sürmeleri sahâbenin Mushaf-ı Osmânî üzerindeki icmâına aykırıdır (İbn Atıyye, I, 463-464). Oysa bu sahâbîlerin özel mushaflarında yer alan bu tür ilâveler, âyetin bir parçası değil kendileri için koydukları bir açıklama notu mahiyetindedir. Öte yandan bazı âlimler, burada kitap ve hikmetle ilgili bir cümlenin de bulunduğunu düşünmüşler ve âyete şöyle mâna vermişlerdir: “Allah peygamberlerden ‘Size verdiğim kitap ve hikmeti muhakkak insanlara tebliğ edecek, sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir elçi geldiğinde ona mutlaka inanacak ve yardım edeceksiniz’ diye söz almış…” (Râzî, VIII, 119-120).
Aynı âyette geçen “Ben size kitap... verdikten sonra” ifadesinden hareketle müfessirler, yukarıdaki yorumlardan birincisine göre bütün peygamberlere veya ikincisine göre bütün toplumlara kitap verilip verilmediği meselesini tartışmışlardır. Bir yaklaşıma göre, bütün peygamberlere kitap “indirilmemiş” olmakla beraber hepsine kitap “verilmiş”tir; çünkü her peygamber bir kitaba göre çağrıda bulunmuş ve ona uyulmasını istemiştir. Diğer bir anlayışa göre kendilerine kitap verilen peygamberlerin dereceleri daha üstün olduğu için burada bütün peygamberlerden bu üstün vasıf esas alınarak söz edilmiştir (Râzî, VIII, 120).
Kitap peygambere indirilen ve okunan vahiydir. Hikmet ise kitabın içermediği ayrıntılı hükümlerle ilgili vahiydir (Râzî, VIII, 119; “hikmet” hakkında bilgi için bk. Bakara 2/269).
Sonraki peygamberin, özellikle Hz. Muhammed’in önceki peygamberleri onaylaması şu şekillerde gerçekleşmiş olmaktadır: a) İlâhî dinlerin öğretileri inanç ve ahlâk esasları açısından aynı çizgide olduğu için, sonraki peygamberin gelmesi öncekileri pekiştirmektedir. b) Sonraki peygamberin öğretilerinde farklılıklar bulunsa da, önceki peygamber zamanında onun bildirdiklerine göre amel etmenin doğru ve Allah’ın bundan hoşnut olduğunu belirtmesi öncekini onaylamak demektir. c) Tevrat’ta ve İncil’de Hz. Muhammed’in geleceği ve birtakım özellikleri bildirilmiş olduğundan, –başka bir onay beyanında bulunmamış bile olsa– sırf onun peygamber olarak gelişi bu kitapların Allah katından olduğuna dair başlı başına bir delil oluşturur (Râzî, VIII, 119).
Râzî bu “mîsâk”ın hangi anlamda olduğu hususunda iki ihtimalden söz eder: a) Maksat Allah Teâlâ’nın, kendi emrine boyun eğmenin vâcip olduğunu gösteren delilleri peygamberlerin akıllarına yerleştirmesidir. Âyette geçen “resûl” kelimesi bu ihtimale delâlet eder. b) Burada kastedilen, Allah Teâlâ’nın kendi sıfatlarını önceki peygamberlerin kitaplarında açıklamış olmasıdır. “Musaddıkun li mâ maaküm” ifadesi de bu ihtimale delâlet eder (VIII, 119).
Âyette geçen ısr kelimesi sözlükte “ağırlık, ahid, bağ” gibi anlamlara gelir. Kur’an-ı Kerîm’de “ağırlık” anlamında da kullanılmakla beraber (bk. Bakara 2/286; A‘râf 7/157), ifadenin önü ve sonu dikkate alınarak burada kelimeye ahid mânası verilmiştir.
“Mîsâk”ın kabul edilip ahdin üstlenilmesiyle ilgili soru-cevap ifadeleri, yukarıda belirtilen iki ana ihtimale göre ya Allah Teâlâ ile peygamberleri ya da peygamberlerle ümmetleri arasında geçen konuşmalar olarak düşünülmüştür. “O halde şahit olun” cümlesi için de başlıca şu ihtimallerden söz edilmiştir: a) Bu ikrarı verenlerin birbirine tanıklık etmesi,
b) meleklerin bu konuşmaya tanıklık etmesi, c) elest bezminde (bk. A‘râf 7/172) olduğu gibi herkesin kendi verdiği söze şahit olması, d) kimsenin bu mîsâkı bilmediği yönünde mazeret ileri sürememesi için bunun herkese açıklanması, e) verilen sözden iyice emin olunması, f) peygamberlerin ümmetlerinden söz almaları ihtimaline göre, onlardan buna şahitlik etmeleri istenmiş olabilir (İbn Atıyye, I, 466-467; Râzî, VIII, 120). Esasen yüce Allah açık veya gizli her şeyi bütün ayrıntılarıyla bildiğine göre, böyle bir tanıklık talep etmesi kuşkusuz O’nun buna olan ihtiyacıyla açıklanamaz; burada bir taraftan O’nun iradesinin eseri olan evrendeki karşılıklı tanıklık ilkesine, diğer taraftan da her türlü itham ve sorumluluğun ispat şartına bağlı olduğuna dikkat çekilmekte ve bunun üzerinde iyice düşünülmesi istenmektedir. “Ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim” cümlesi ise bu sözün bağlayıcılığına güç katmak ve bundan dönmekten sakındırmak içindir (Zemahşerî, I, 199).
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 613-617