Ayet
-
وَمِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ مَنْ اِنْ تَأْمَنْهُ بِقِنْطَارٍ يُؤَدِّهٖٓ اِلَيْكَۚ وَمِنْهُمْ مَنْ اِنْ تَأْمَنْهُ بِدٖينَارٍ لَا يُؤَدِّهٖٓ اِلَيْكَ اِلَّا مَا دُمْتَ عَلَيْهِ قَٓائِماًؕ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ قَالُوا لَيْسَ عَلَيْنَا فِي الْاُمِّيّٖنَ سَبٖيلٌۚ وَيَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
﴿٧٥﴾
Meal (Kur'an Yolu)
Tefsir (Kur'an Yolu)
Önceki âyetlerde Ehl-i kitabın müslümanların inanç hayatını sarsmayı hedefleyen, dolayısıyla taraflar arasında diyalog kurulmasına engel teşkil eden davranışlarına değinilmişti. Bu bölümde ise onların beşerî ilişkiler alanındaki bazı olumsuz davranışlarına ve bunları nasıl yanlış bir temele dayandırmaya çalıştıklarına yer verilmektedir.
Âyette Ehl-i kitap arasında emanete riayet hususunda birbirine tamamen zıt iki anlayış ve uygulamanın görüldüğü bildirilirken, önce ahlâkî erdemlere bağlılığını koruyanların davranışına dikkat çekilerek iyilerin davranışı öne çıkarılmaktadır.
Burada genel olarak Ehl-i kitap’tan söz edilmekle beraber, bu âyetle devamındaki âyetler tarihî bilgilerin ve hadîs-i şeriflerin ışığında incelendiğinde, özellikle kutsal kitaplarındaki ifade ve hükümleri çarpıtarak takdim eden yahudilerin kastedildiği anlaşılmaktadır. Bazı yahudi din adamları, yahudilerin kendi dinlerinden olmayanlara karşı yapacakları haksızlıklardan ötürü sorumlu olmayacakları yorumunu yaymışlardı. İşte 75. âyette, bu anlayışın bir uzantısı olarak Ehl-i kitap’tan bir kesimin, kutsal bir kitapları bulunmayan Araplar’a “ümmîler” diyerek onları hafife alıp mallarını haklı bir gerekçe olmaksızın yiyebilecekleri ve bu yüzden de hiçbir veballerinin olmayacağı iddiasında bulunduklarına işaret edilmektedir. Her iki davranış biçiminin hayret anlamı içeren cümle yapısı içinde ifade edilmiş olduğunu belirten İbn Âşûr, bunlardan birincisini “Kendi çevrelerinde emanete hıyaneti meşrû sayan bir anlayış hâkim olmasına rağmen dürüstlükten ayrılmayan insanlar da var!” şeklinde, ikincisini “Allah’ın kitabına tâbi olduklarını iddia ettikleri halde emanete hıyaneti ahlâka uygun sayabilen kişiler de var!” şeklinde açıklar (III, 285).
Bir yoruma göre yahudiler bu sözü mutlak biçimde değil müslüman olan Araplar’ı kastederek söylüyorlardı. Bazı yahudiler Câhiliye döneminde kendileriyle ticaret yaptıkları Araplar’dan bir kısmı İslâmiyet’i kabul edince, bu ifadenin arkasına sığınarak onlara olan borçlarını ödemek istemediler. Râzî, bu yorumu aktardıktan sonra onların anılan tutumu hakkında şöyle bir gerekçe zikreder: Muhtemelen Yahudilik’te bâtıl bir dinden başka bir bâtıl dine geçen mürted sayılıyordu; onların nazarında İslâm da bâtıl olduğundan müslüman Araplar’a mürted gözüyle bakıyorlardı (VIII, 102, “ümmî” kelimesinin anlamı için bk. A‘râf 7/157-158).
Tefsirlerde bu âyetin nüzûl sebebiyle ilgili olarak her iki davranış biçimine örnek teşkil eden olaylar da zikredilir (Taberî, III, 318-319; Nîsâbûrî, III, 230). Bu çerçevedeki rivayetler ve yorumlar ne olursa olsun âyetin şu hususlara dikkat çekip uyarı ve öğütte bulunduğu açıktır: Yüce Allah hiç kimse veya zümreye başkalarının haklarını gasbetme müsaadesi vermemiştir. Bu konuda kendilerinin imtiyaz sahibi olduğunu iddia edenler Allah’a iftira etmiş olurlar. Nitekim bu âyet indiğinde Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Allah’ın düşmanları yalan söylemişler; Câhiliye döneminin (kötü olan) her şeyi ayaklarımın altındadır; emanete gelince, sahibi iyi olsun kötü olsun o yerine verilir” (İbn Mâce, “Menâsik”, 84; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 54; İbn Atıyye, I, 458). Şu halde Ehl-i kitap’tan bir kısım din istismarcılarının başvurduğu bu yöntemin ilâhî dinlerde sağlam bir dayanağının bulunamayacağı asla gözden uzak tutulmamalı, böyle bir anlayışın sosyal barış için ne büyük tehlikelere yol açabileceği üzerinde herkes dikkatle düşünmelidir; hele müslümanlar asla onlara özenerek veya misilleme yaparak birtakım menfaatler uğruna hak gasbına tevessül etmemeli, ahlâkî değerlerin korunmasında titiz davranarak cihana örnek olmalıdırlar. Öte yandan gerek âyetteki tasvirden gerekse anılan hadisten, İslâm’ın insanların eylemleri hakkında topyekün bir yargı ortaya koyma değil, doğruyla yanlışı ayırt etme esasına dayalı bir değerlendirme yapma anlayışını onayladığı sonucu çıkmaktadır.
Meâlinde “yüklerle mal” şeklinde karşılanan kıntâr kelimesi emanet edilen miktarın çokluğunu, “bir dinar” da azlığını belirtmektedir (İbn Atıyye, I, 458).
Âyette geçen “emanet etme” ve “tediye etme” anlamına gelen fiiller, burada genel olarak güven esasına dayalı “borç” ilişkisinin kastedildiğini göstermektedir. Âyette bunun mutlaka aynî (muayyen bir şeyi verme ile ilgili) olduğunu gösteren bir kayıt yoktur. Satım, ödünç, âriyet ve vedîa gibi akidler çerçevesinde kişinin borçlandığı her türlü edimi kapsar (Râzî, VIII, 101). Bu sebeple meâlinde “öder” fiili kullanılmıştır.
Kurtubî bu âyette –bazılarının iddia ettiğinin aksine– Ehl-i kitabın bir kısmının da olsa şahitlik ehliyetini gösteren bir delil bulunmadığını belirtir; bunu desteklemek üzere, müslümanların fâsıklarından da emanete riayet edenler bulunduğunu fakat şahitliklerinin kabul edilmediğini hatırlatır (IV, 18).
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 607-609