Ayet
-
يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا ارْكَعُوا وَاسْجُدُوا وَاعْبُدُوا رَبَّكُمْ وَافْعَلُوا الْخَيْرَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَۚ
﴿٧٧﴾
-
وَجَاهِدُوا فِي اللّٰهِ حَقَّ جِهَادِهٖؕ هُوَ اجْتَبٰيكُمْ وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدّٖينِ مِنْ حَرَجٍؕ مِلَّةَ اَبٖيكُمْ اِبْرٰهٖيمَؕ هُوَ سَمّٰيكُمُ الْمُسْلِمٖينَ مِنْ قَبْلُ وَفٖي هٰذَا لِيَكُونَ الرَّسُولُ شَهٖيداً عَلَيْكُمْ وَتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِۚ فَاَقٖيمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ وَاعْتَصِمُوا بِاللّٰهِؕ هُوَ مَوْلٰيكُمْۚ فَنِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصٖيرُ
﴿٧٨﴾
Meal (Kur'an Yolu)
Tefsir (Kur'an Yolu)
Râzî (XXIII, 71-72), yukarıda Allah’ın varlığı, birliği (ilâhiyyât) ve peygamberlik (nübüvvât) konularına değinildikten sonra burada dinî hükümlere (şerâyi‘) yer verildiğini ve bunların dört yönden açıklandığını belirtir: 1. Emrin muhatabı: “Ey iman edenler!” buyurularak hükmün kimleri kapsadığı açıklanmıştır; ancak burada sadece müminlerin kastedildiği kanaatini taşıyanların yanı sıra, iman etme durumunda bulunan, yani yükümlülük çağında ve şartları içinde bulunan herkesin bu hitabın kapsamında olduğunu savunan âlimler de vardır. 2. Emrin konusu: Bu çerçevede dört husus zikredilmiştir: a) Rükûa varıp secdeye kapanma yani namaz kılma, b) Allah’a ibadet etme, c) İyi işler yapma, d) Allah yolunda gerektiği gibi cihad etme. Bunlardan 77. âyette geçen ilk üç iş arasında bir genellik-özellik ilişkisi görülür. Şöyle ki, namazdan sonra onu da içine almak üzere genel anlamıyla ibadetler, kulluk davranışları emredilmiş, Allah’a kulluktan sonra onu da içine almak üzere genel anlamıyla iyi işlerin –ki bunun diğer yönü yaratılmışlara iyilik etmektir– yapılması istenmiştir (kanaatimize göre “cihad”ın “Allah’ın hoşnutluğu için ortaya konan her türlü çaba, kararlı davranış” şeklindeki geniş anlamı esas alındığında 78. âyetteki dördüncü buyruk da bu genellik-özellik ilişkisine dahil edilebilir; zira bu anlamıyla cihad, henüz “iyi iş” olarak nitelenemeyecek yani sonuçlanmamış çabaları da ifade eder, ki bu (c) şıkkını da kapsar). 3. Bu emirleri kabullenmenin gerekçeleri:
a) Allah’ın seçmesi, b) İbrâhim’in dininde de böyle olması ve daha önce de “müslümanlar” adının verilmiş olması, c) Peygamber’in tanık kılınması. 4. Öncekileri teyit anlamına gelen izahat: Namazı kılıp zekâtı vermemiz yani farzları yerine getirmemiz, sonra da Allah’a sımsıkı sarılmamız yani O’nun verdiği aklî ve naklî delilleri değerlendirmemiz, lutuflarından yararlanmamız ve korumasına sığınmamız istenmektedir.
Allah yolunda cihaddan söz edilirken “gerektiği gibi” kaydının konması hakkında: a) Dünya menfaati gözetmeksizin sırf Allah’a ibadet anlayışıyla cihad ediniz, b) Allah yolunda çaba harcarken kınanmaktan çekinmeyiniz, c) Dinin icaplarını ayakta tutmak için maddî mânevî her türlü imkânı seferber ediniz ve nefsinize uymayınız gibi açıklamalar yapılmıştır (Taberî, XVII, 205; Râzî, XXIII, 72; cihad hakkında bk. Nisâ 4/84, 95; Mâide 5/35; Tevbe 9/73).
78. âyette geçen ve “güçlük” diye çevrilen harec kelimesi kişiyi sıkıntıya, darlığa sokan güçlükleri ifade eder. Dinde hiçbir güçlük yüklenmemesi de, dinî yükümlülüklerin hiçbir çaba gerektirmediği ve insana hiçbir meşakkat getirmediği anlamında değildir. Yükümlülük konusunu naslar ışığında inceleyen İslâm âlimleri özetle şu sonuçlara ulaşmışlardır: Bir fiilin yükümlülük konusu olabilmesinin şartlarından biri, o fiilin mükellefin gücü dahilinde olmasıdır. Fakat bu, söz konusu fiilin hiçbir meşakkat taşımaması demek değildir. Kişinin yeme içme gibi zaruri ihtiyaçlarını karşılaması bile bir meşakkat içerir. Zaten hiçbir çaba gerektirmeyen, hiçbir meşakkat taşımayan bir işle mükellef tutmak “yükümlülük” kavramıyla bağdaşmaz. Bu âyette ve benzeri içerikteki naslarda verilmek istenen mesaj şudur: Allah Teâlâ’nın kullarını yükümlü tuttuğu işlerde esas amaç bu işin getirdiği meşakkatin kendisi değil, bu meşakkate katlanmanın ortaya çıkaracağı yararlı sonuçlardır. Meselâ oruç tutma ile yükümlü kılmaktan maksat, kişinin oruç yasaklarına katlanarak eziyet çekmesine yol açmak değil, ruhen temizlenmesi ve yücelmesini, başkalarının mahrumiyetlerini bizzat yaşayarak kavramasını, böylece ahlâkî erdemlerini arttırmasını sağlamaktır. Bu konuda özellikle şu iki husus büyük önem taşımaktadır: a) İnsanların, daha çok sevap alma vb. düşüncelerle dine ilâveler yapmaya çalışmamaları, b) Kolaylaştırmanın İslâm’ın temel ilkelerinden olduğu.
Yeterli dinî bilgiye sahip olmayan veya bu konudaki ilkeleri iyi kavramamış bulunan dindar insanların, sevaplarını arttırma düşüncesiyle dinde olmayanları da ona ekleme eğilimi içine girmeleri yaygın bir durum olduğu için, Hz. Peygamber yakın çevresinde bu tür yönelişleri gördüğünde hemen insanları uyarmıştır. Meselâ güneşin altında ayakta durarak oruç tutmayı adadığını öğrendiği bir adama, orucunu tamamlamasını fakat güneşin altında ayakta durmamasını emretmiştir (Resûlullah’ın bu konudaki bazı uyarı ifadeleri için bk. Buhârî, “Nikâh”, 1; Müslim, “Sıyâm”, 177).
Kolaylaştırma (teysîr) İslâmiyet’in temel ilkelerinden olup birçok âyet ve hadiste bu noktaya vurgu yapılmıştır. Meselâ bir hadiste İslâm’ın kolaylık dini olduğu ifade edilmiş (Buhârî, “Îmân”, 29), Hz. Peygamber de kendisinin kolaylaştırıcı bir eğitimci olduğunu belirtmiştir (Müslim, “Talâk”, 4; ayrıca bk. Bakara 2/185; Nisâ 4/28; Mâide 5/6). Bu konuda dikkat edilmesi gereken bir ölçüyü yine Resûlullah’ın hayatından öğreniyoruz. Hz. Âişe’nin verdiği bilgiye göre Peygamber efendimiz, Allah tarafından kural konmamış bir konuda iki seçenekle karşı karşıya geldiğinde bunlardan en kolay olanı tercih ederdi; fakat Allah’ın koyduğu hükümlerin yerine getirilmesi için de herkesten titiz davranırdı (Buhârî, “Menâkıb”, 27; Müslim, “Fezâil”, 20).
78. âyetin “ceddiniz İbrâhim’in dininde olduğu gibi” şeklinde çevrilen kısmı daha çok “Size de onun dininde olan kolaylıklar sağlandı” veya –daha öncesiyle irtibatlandırılarak– “Ceddiniz İbrâhim’in yolunu izleyiniz; onun gibi kulluk ediniz, iyi işler yapınız” mânalarıyla açıklanmıştır (Taberî, XVII, 207; Şevkânî, III, 531). Hz. İbrâhim’in dinine yapılan gönderme, başta tevhid olmak üzere dinin temel ilkeleriyle ilgili olup, Hz. Muhammed’in getirdiği dinin kendine özgü hükümlerinin bulunduğunda şüphe yoktur (Râzî, XXIII, 74). Burada Hz. İbrâhim’in “babanız, dedeniz” şeklinde nitelenmesini, âyetin hitap ettiği ilk müslüman toplumun çoğunluğunun onun soyundan gelmesine bağlayan müfessirler bulunduğu gibi, birçok müfessir de bunun müslümanların peygamberinin ceddi olması dolayısıyla kullanılmış bir hürmet ifadesi olduğunu söyler. Kanaatimizce –âyetin vermek istediği mesaj dikkate alındığında– ikinci yorumu biraz daha genişleterek burada Hz. İbrâhim’in tevhid mücadelesindeki öncülüğüne, dünya nüfusunun önemli bir kısmının asılları itibariyle İbrâhim çizgisindeki dinlerin mensupları oluşuna ve bu sebeple onun sahip olduğu özel konuma, dolayısıyla kendisine duyulan sevgi ve saygıya işaret edildiğini söylemek daha isabetli olur. Birinci yorumu desteklemek amacıyla Süleyman Ateş şu açıklamaları yapar: “Bu ifade gösteriyor ki Hz. Muhammed’in ilk hedefi, kendi kavmi olan Araplar’ı müslüman yapmaktı. Kur’an-ı Kerîm’deki ‘ey insanlar’ hitaplarında kastedilen insanlar Araplar’dır. (...) Burada hitap edilen insanlara İslâm ‘atanız İbrâhim’in dini’ olarak tanımlanıyor. İbrâhim’in, ataları olduğuna inananlar Araplar’dı. Bütün dünya insanları, İbrâhim’in kendi ataları olduğuna inanmazlar. Zaten böyle bir şey doğru da olmaz. Demek ki burada hitap edilen ‘insanlar’ sözü, bütün insanlar değil, Araplar’dır” (VI, 54). Hz. Peygamber’in öncelikle kendi yakın çevresini İslâm’a davet etmesi tabiidir; fakat bu husus zikredilen sonucu çıkarmaya yeterli değildir. Ayrıca, bu açıklama kendi içinde bazı yanlışlıklar taşımaktadır. Her şeyden önce Kur’an-ı Kerîm’deki ‘ey insanlar!’ hitaplarında kastedilen insanların daima Araplar olduğunu söylemek isabetli olmaz (meselâ bk. Bakara 2/21; Nisâ 4/1; Hucurât 49/13). Kaldı ki burada söz konusu âyetin bağlı olduğu 77. âyette “ey insanlar!” değil, “ey iman edenler!” hitabı bulunmaktadır. Bu yaklaşımı eleştirel biçimde ele almamıza yol açan asıl sebep ise, bazı yazarların bu yorumu normal sınırının dışına taşırmalarıdır. Şöyle ki, Süleyman Ateş’in de belirtilen açıklamasında kendisinden yararlandığı anlaşılan Derveze’nin, bu âyeti Arap milliyetçiliğinin Kur’an’daki dayanaklarından biri izlenimini verecek biçimde tefsir etmesi, Kur’an’ın yorumunda tarihî verilerden istifade ederek önemli tahlillere yer verdiği değerli eserine gölge düşürmektedir. Derveze’nin bu yorumuna göre, söz konusu âyetle müslüman Araplar için İslâm toplumunda özel bir konum belirlenmiş, onlara büyük bir görev yüklenmiş ve onlar insanlara doğru yolu göstermeleri için Allah tarafından özel olarak “seçilmiş”lerdir (VII, 124-125). Oysa “Sizi O seçti” cümlesinin lafzında da, bağlamında da Arap ırkının seçimine dair en küçük bir tutamak bulunmamaktadır. Zira hitap bütün müminleredir; ardından Kur’an’da –geniş anlamıyla– tevhid inancı etrafında birleşen bütün ilâhî din mensupları için kullanılan “müslümanlar” nitelemesine yer verilmektedir. Öte yandan Kur’an’da haklarında “seçme” ve “üstün kılma” mânası taşıyan fiillerin kullanıldığı kişi veya topluluklar kendilerine yüklenen görevin yüceliğinden ötürü ve bu sorumluluğun bilincini koruma şartına bağlı olarak övülmüşler, bir ırka mensup olmak asla bir övgü veya ayrıcalık sebebi sayılmamıştır. Dolayısıyla burada da “seçme” fiili, tevhid inancının ve Allah’ın hoşnutluğunu hak ettirecek bir hayat tarzının yaygınlaştırılması, bu konuda insanlara öncülük edilmesi yönünde bütün müslümanlara yüklenen şerefli göreve işaret etmektedir. Kaldı ki bu fiili içeren cümlede asıl vurgu seçenle ilgilidir, yani cümlede bu görevi verenin Allah olduğu belirtilmektedir.
“Size ‘müslümanlar’ adını verdi” cümlesinin öznesi, bir yoruma göre Hz. İbrâhim’dir. O’nun “Ey rabbimiz! Bizi sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olacak bir ümmet çıkar” (Bakara 2/128) şeklindeki duası kabul edilip Hz. Muhammed’in kendi ümmeti gibi bir ümmete gönderileceği ve onlara da “müslümanlar” adı verileceği bildirilmiştir. Râzî’nin daha kuvvetli bulduğu yoruma göre ise burada cümlenin öznesi Allah’tır; “Allah sizi gerek önceki kitaplarda gerekse bu Kur’an’da müslümanlar olarak adlandırdı” anlamına gelmektedir (Râzî, XXIII, 74).
“Ki Peygamber size şahitlik etsin, siz de insanlara şahitlik edesiniz” ifadesini şöyle açıklamak mümkündür: Gerektiği gibi cihadın, dindarlığın, müslümanlığın nasıl olacağını Peygamber size fiilen göstersin, öğretsin, hakka tanıklık eden bir örnek kişilik olsun; siz de ona tâbi olarak bütün insanlara örnek şahsiyetler, hakikatin tanıkları olun (Elmalılı, V, 3424; başka yorumlar için bk. Bakara 2/143). Bakara sûresinin 143. âyetinde “ümmet”in özelliği üzerinde durulduğu için ümmetin tanıklığına, burada ise “din”in özelliğinden söz edildiği için Peygamber’in tanıklığına öncelik verilmiştir (İbn Âşûr, XVII, 352).
Allah’a karşı gelmekten sakınma uyarısıyla başlayan sûre, en iyi dost ve yardımcının Allah olduğuna dikkat çekerek sona ermektedir.
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 755-760