Ayet
-
فَاِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فٖيهِ مِنْ رُوحٖي فَقَعُوا لَهُ سَاجِدٖينَ
﴿٢٩﴾
-
فَسَجَدَ الْمَلٰٓئِكَةُ كُلُّهُمْ اَجْمَعُونَۙ
﴿٣٠﴾
-
اِلَّٓا اِبْلٖيسَؕ اَبٰٓى اَنْ يَكُونَ مَعَ السَّاجِدٖينَ
﴿٣١﴾
-
قَالَ يَٓا اِبْلٖيسُ مَا لَكَ اَلَّا تَكُونَ مَعَ السَّاجِدٖينَ
﴿٣٢﴾
-
قَالَ لَمْ اَكُنْ لِاَسْجُدَ لِبَشَرٍ خَلَقْتَهُ مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَأٍ۬ مَسْنُونٍ
﴿٣٣﴾
-
قَالَ فَاخْرُجْ مِنْهَا فَاِنَّكَ رَجٖيمٌ
﴿٣٤﴾
-
وَاِنَّ عَلَيْكَ اللَّعْنَةَ اِلٰى يَوْمِ الدّٖينِ
﴿٣٥﴾
Meal (Kur'an Yolu)
Tefsir (Kur'an Yolu)
Allah Teâlâ, Hz. Âdem’in bedenini yaratıp “ona ruhundan üfledikten” sonra yani ilk insanın biyolojik gelişimini tamamlayıp ruh-beden birliğini sağlayarak bu suretle adına “insan” denilen en gelişmiş canlı türünü yarattıktan sonra meleklere, Âdem’in önünde secdeye kapanmalarını emretti; meleklerin hepsi de secde ederken İblîs, kendi âciz aklıyla vardığı mantıkî sonucu Allah’ın buyruğundan daha önemli sayarak buyruğa karşı geldi.
Bakara ve A‘râf sûrelerinde de görüldüğü gibi Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerîm’inde insan oğluna yaratıcısını ve kendi aslını, atasını tanıtmayı, hatırlatmayı yararlı gördüğü durumlarda ilk insanın yaratılışını ve onu takip eden gelişmeleri, ilgili âyetlerin bağlamına göre az çok farklı ifadelerle tekrar etmiştir (ayrıntılı bilgi için bk. Bakara 2/30-39; A‘râf 7/11-25).
Buradaki en önemli ilâve bilgi, ilâhî kudretin, alelâde toprağı balçık ve kurumuş çamur aşamalarından geçirerek “tesviye etmesi” yani insan biçimine sokması ve böylece miktarını bilemediğimiz bir zaman içinde “beşer”in yani Âdem’in bedensel varlığını şekillendirmesi, biyolojik oluşumunu tamamlaması; ardından da ona “ruhundan üflemesi”dir. Böylece Kur’an-ı Kerîm’de insanın bir ruh-beden varlığı olduğu açıkça ifade edilmiş bulunmaktadır. Beden insanın fizyolojik yönünü, ruh da metafizik yönünü oluşturmaktadır. İsrâ sûresinde (ayrıntı için bk. 17/85) ruhun mahiyeti hakkında insanlara çok az bilgi verildiği belirtilmekle beraber konumuz olan âyette “ona ruhumdan üflediğim vakit...” buyurulmakla ruhun kesinlikle fiziksel bir fonksiyon, bir sözde varlık olmadığı ifade edilmiştir. Şu halde ruh, Allah’ın, bedeniyle bu dünyaya ait, ama mâna boyutuyla ilâhî âlemle ilişkisi bulunan yeni bir varlık türü yaratmak üzere tabiat ötesinden, aşkın âlemden gönderdiği, tabiat üstü gerçek bir varlıktır; hatta Cenâb-ı Hakk’ın “ruhumdan” buyurarak insan ruhunu kendi zâtına yani bizâtihî gerçek olan yegâne varlığa izâfe etmesini dikkate alarak, insanın insan olmasını sağlayan asıl ve hakiki varlığının bedeni değil ruhu olduğunu kabul etmek gerekir.
İslâm düşüncesine özgü “felsefî antropoloji”nin tartışmasız en büyük ismi olan Gazzâlî’nin İhyâ’da, insandaki mevki tutkusunun doğal ve metafizik kaynaklarını araştırdığı bölümde (III, 278 vd.) yer alan, İslâm dünyasında hiçbir zaman ulaşılamamış mükemmellikteki ruhla ilgili tahlilinin bir kısmını önemi dolayısıyla kısaltarak alıyoruz:
“Ruh, tanrısal bir gerçekliktir (emrun rabbânîyyün). Çünkü yüce Allah, ‘Senden ruh hakkında bilgi istiyorlar. De ki: O rabbimin emrindendir’ (İsrâ 17/85) buyurmuştur... İnsan –açıklanması uzun sürecek– çeşitli asıllardan oluşturulmuştur. Onun özünde tanrısal gerçeklikten de bir pay bulunduğu için doğal olarak rubûbiyyeti sever. Rubûbiyyetin anlamı, bağımsızlık yoluyla varlıkta tekleşmek ve yetkinlikte eşsizleşmektir. Böylece yetkinlik ilâhî niteliklerden olduğu (ve insan da ilâhî gerçeklik olan ruha sahip olduğu) içindir ki, yetkinlik insan tarafından doğal olarak sevilmektedir. Yetkinlik varlıkta eşsizleşmedir, çünkü varlık bakımından başkalarıyla aynı düzeyde olmanın bir eksiklik olduğunda kuşku yoktur... Her insan, tabiatı gereği mükemmellikte eşsiz olmak ister. Bu sebeple sûfîlerin önde gelenlerinden biri “Her insanın içinde, Firavun’un, ‘Ben sizin en büyük tanrınızım’ diyerek seslendirdiği şekilde bir ululuk iddiası vardır, fakat bunu açığa vuramaz” demiştir. “Ruh rabbimin emrindendir” şeklindeki beyanın göstermiş olduğu rubûbiyyet ilişkisinden dolayı kölelik ruha ağır gelir, efendilik ise insanın doğası gereği sevilir. Ruh, yetkinliğin son noktasına ulaşamasa da ondaki yetkinleşme arzusu hiçbir zaman sönmez... Her varlık kendi zatını ve zatının yetkinleşmesini sever, bu sebeple de –ister zatının yokluğu olsun, ister üstün niteliklerinin yokluğu olsun– yokluğa mâruz kalmaktan nefret eder.
İnsan, varlıkta eşsizleşmeyi istemesi yanında, diğer bütün varlıklar üzerinde hâkimiyet kurmayı da bir yetkinlik olarak düşünür ve ister... Bu yüzden, bir yetkinlik türü olması dolayısıyla başka bütün varlıklar üzerinde hâkimiyet kurmak da doğal olarak arzulanmaktadır. Herhangi bir şey üzerinde hâkimiyet kurmak demek, onu etkisi altına alma, istediği şekilde değiştirme ve onu dilediği gibi kullanacağı şekilde kontrolü altına alma gücüne sahip olmak demektir.”
Gazzâlî, insanın canlı-cansız varlıklar üzerinde hâkimiyet kurma arzusunu, ruhun tanrısal âlemden gelmesinin bir sonucu olduğunu belirten açıklamalardan sonra insanın, kullanılması mümkün olan varlıkları dilediği gibi kullanarak, kullanılması mümkün olmayan varlıklar hakkında da bilgi edinerek bu hâkimiyet arzusunu gerçekleştirdiğini belirtir. Bu arada sahte yetkinliklerden de söz ettikten sonra, ruhun tanrısal gerçeklik olmasının gerektirdiği hakiki yetkinliğe, aynı zamanda Allah’ın da (hemen hemen bütün ilâhî dinlerde, teolojilerde ve mezheplerde müştereken kabul edilen) temel sıfatları olan ilim, irade ve kudret niteliklerini kazanmakla ulaşılacağı sonucuna varır.
Şu halde insanın bütün varlıklar arasındaki değeri ve önemi bedenden değil, “rabbânî bir emir” olan, üzerinde durduğumuz 29. âyetteki ifadesiyle “Allah tarafından bedene üflenmiş” bulunan, dolayısıyla aşkın âlemden gelen ruhtan kaynaklanmaktadır. İnsan bu yönüyle seçkin bir varlık olduğu için varlıkta ve yetkinlikte eşsiz olmak, üstün olmak, başka bütün şeyleri tanımak, bilmek ve onları buyruğu altına almak ister. Buna da Gazzâlî’nin belirttiği gibi ancak bilgi, özgürlük ve güç ile ulaşılabildiği için normal olarak bütün insanlar bilgili, özgür ve güçlü olmak isterler. Fakat insanlar sık sık bu kavramların anlamı, mahiyeti ve amacı konusunda yanılırlar ve böylece hakiki değil, “sahte (vehmî) yetkinlik” peşinde koşarlar. Oysa insan, fizik ve metafizik varlık ve olaylar hakkında doğru bilgiler edinmeli, özgürlüğü geçici istek ve tutkuları yenerek onların karşısında bağımsız olmada aramalı, bilgisini ve özgürlüğünü mükemmelleştirme gücünü kazanmalıdır ki, sahte yetkinlikler arayışına sapmadan, ruhunun kaynağı olan aşkın âlemle bağını sürdürüp geliştirebilsin.
İşte yüce Allah’ın, önünde meleklerin secdeye kapanmasını istediği insanın bu mertebesi, ruhun aşkın hüviyetinden gelmektedir. Bakara sûresinde (2/30-33) bildirildiğine göre Allah Teâlâ melekleri insanın bu hüviyeti hakkında bilgilendirmiş, onlar da secde buyruğuna uymuşlardı. Buna karşılık İblîs’in, Âdem’in ruhî cevherinin menşeini ve mükemmelliğini dikkate almadan sadece maddî karşılaştırma yaparak yani Âdem’in bedeninin topraktan, kendi varlığının ateşten yaratıldığına bakarak isyana kalkışması onun ilâhî rahmetten kovulmasına, kıyamete kadar lânetlenmesine sebep olmuştur.
Kaynak :