Ayet
-
يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُٓوا اِذَا جَٓاءَكُمُ الْمُؤْمِنَاتُ مُهَاجِرَاتٍ فَامْتَحِنُوهُنَّؕ اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِاٖيمَانِهِنَّۚ فَاِنْ عَلِمْتُمُوهُنَّ مُؤْمِنَاتٍ فَلَا تَرْجِعُوهُنَّ اِلَى الْكُفَّارِؕ لَا هُنَّ حِلٌّ لَهُمْ وَلَا هُمْ يَحِلُّونَ لَهُنَّؕ وَاٰتُوهُمْ مَٓا اَنْفَقُواؕ وَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ اَنْ تَنْكِحُوهُنَّ اِذَٓا اٰتَيْتُمُوهُنَّ اُجُورَهُنَّؕ وَلَا تُمْسِكُوا بِعِصَمِ الْكَوَافِرِ وَسْـَٔلُوا مَٓا اَنْفَقْتُمْ وَلْيَسْـَٔلُوا مَٓا اَنْفَقُواؕ ذٰلِكُمْ حُكْمُ اللّٰهِؕ يَحْكُمُ بَيْنَكُمْؕ وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ حَكٖيمٌ
﴿١٠﴾
-
وَاِنْ فَاتَكُمْ شَيْءٌ مِنْ اَزْوَاجِكُمْ اِلَى الْكُفَّارِ فَعَاقَبْتُمْ فَاٰتُوا الَّذٖينَ ذَهَبَتْ اَزْوَاجُهُمْ مِثْلَ مَٓا اَنْفَقُواؕ وَاتَّقُوا اللّٰهَ الَّـذٖٓي اَنْتُمْ بِهٖ مُؤْمِنُونَ
﴿١١﴾
Meal (Kur'an Yolu)
Tefsir (Kur'an Yolu)
Hicretin 6. yılında Hz. Peygamber ile Kureyşliler (Mekke müşrikleri) arasında yapılan Hudeybiye Antlaşması’nın 5. maddesinde şu hüküm yer alıyordu: “Velisinin izni olmadan Kureyş’ten Muhammed’e geleni o kendilerine iade edecek, Muhammed’in beraberindekilerden Kureyş’e geleni ise onlar kendisine iade etmeyecektir” (bk. Muhammed Hamîdullah, Mecmû‘atü’l-vesâiki’s-siyâsiyye li’l-‘ahdi’n-Nebevî ve’l-Hılâfeti’r-Râşide, s.77; İslâm tarihinin dönüm noktalarından biri olan Hudeybiye barışı ve sonuçları hakkında bk. Bakara 2/194, Fetih 48/1-7).
Müslümanlara oldukça ağır gelen bu şarta Hz. Peygamber titizlikle riayet ediyordu. Fakat iki kadının Mekke’den kaçıp Resûlullah’a sığınması, yeni bir problem ortaya çıkarmıştı. Zira antlaşmada sadece erkek göçmenler konuşulup hükme bağlanmıştı. Bu âyetler kadın göçmenlerin –belli bir sınamadan sonra– kabul edilmesi ve inkârcı tarafa iade edilmemesi hükmünü getirdi. Hz. Peygamber kadınların antlaşma kapsamında olmadıklarını hatırlatarak bu hükmü uygulayınca Kureyşliler bir itirazda bulunmadılar (Muhammed Hamîdullah, “Hudeybiye Antlaşması”, DİA, XVIII, 299). Bu durum da antlaşmaya aykırılık bulunmadığını gösteriyordu. Kaldı ki Resûlullah’ın aşağıda açıklanacak tatbikatı göz önüne alındığında, getirilen bu düzenlemeyle, müslümanların güvenliğini sağlamak kadar ahde vefa prensibine tam olarak uyulduğunun açık biçimde hissettirilmesinin de amaçlandığı anlaşılmaktadır. Zira bu, inançları dolayısıyla karşı karşıya gelmiş iki topluluğun on seneliğine barış ilân etmesi temeline dayalı bir antlaşmaydı; kadınları kapsamıyor gerekçesine dayanılarak hangi sâikle gelmiş olurlarsa olsunlar bütün göçmen kadınların kabul edilmesi ve iade edilmemesi antlaşmanın ruhuna aykırılık iddialarını harekete geçirebilirdi.
Göçmen olarak gelen kadınların karşı tarafça istense dahi iade edilmemesi uygulamasının haklılık taşıması ve antlaşmaya gölge düşürmemesi için kendilerinden açık bir beyan alınması ve bu kararlarının inançla ilgili bir tercihe dayandığından emin olunması gerekirdi. Öte yandan bir inceleme yapmadan mutlak bir göçmen kabul uygulaması müslümanlar açısından önemli sakıncaları beraberinde getirebilirdi. Casusluk yapmak, müminler arasına nifak sokmak, bu toplumda gayri ahlâkî davranışları yaymak gibi yıkıcı amaçlarla gelmeleri ihtimal dışı değildi ve bunun doğuracağı tehlike açıktı. Hatta, iman sâikiyle değil de sırf kocasıyla geçimsizlik içinde olma veya daha müreffeh bir hayat sürme gibi kişisel sebeplerle gelmiş olmaları halinde bile bu, o günün şartlarında müslüman toplum için önemli sorunlara yol açabilirdi. Nitekim bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber muhacir olarak gelen kadınlara kocasından nefret ettiği, başka yere göçmek istediği veya dünyevî bir arzuya erişmek istediği için değil sırf Allah ve peygamber sevgisi uğruna geldiğine dair yemin ettiriyordu. Bazı rivayetlerde bu sınama kelime-i şehâdet getirmelerini istemekten ibaretti. Hz. Âişe’nin verdiği bilgiye göre ise Resûlullah onları 12. âyetteki şartları içeren bir sözleşmeyle sınıyordu (Taberî, XXVIII, 67-68, 70). 10. âyet, dikkate değer anlam incelikleri taşıyan bir ifadeyle, bu konuyu şöyle düzenliyordu: Göçmen kadınların geliş maksatları hakkında bir inceleme yapılmalıdır, ama bu inceleme gerçekten iman edip etmediklerine ilişkin kesin bir tesbit anlamında değildir, çünkü bunu en iyi bilen Allah Teâlâ’dır. Onların mümin olduklarına kanaat getirmek (zann-ı galib) yeterlidir. Âyette Allah Teâlâ hakkında onların “iman”larını bilmekten, müslümanlar hakkında ise onların “mümin” olduklarını bilmekten söz edilmiş olması bu noktaya açıklık getirmektedir. 12. âyette değinilen sözleşme bu hükmün devamı olarak düşünüldüğünde, anılan kadınların burada belirtildiği şekilde daha ayrıntılı bir beyan ve taahhütte bulunmaları öngörülmüş demektir; fakat bu da gerçek iman araştırması anlamı taşımamaktadır. 10. âyetin başında, muhacir olarak gelen kadınların “mümin kadınlar” şeklinde nitelenmesi ise ilk beyanlarından iman ettiklerinin anlaşıldığını ve aksi yönde bir işaret taşımadıklarını yahut yakında sınanarak bu durumlarının anlaşılacağını belirtmektedir (Zemahşerî, IV, 88, 89). Gelen kadınların mümin olduklarına kanaat getirmek şu açıdan da ayrı bir önem taşıyordu: Mekke’de kalan ve açıkça yahut gizli biçimde İslâmiyet’i kabul etmiş bulunan bir müslüman erkek, şirk inancını korumak isteyen karısını mevcut kurallara göre kolayca boşayabilirdi. Bu durumdaki müslüman kadın için ise aynı imkân bulunmadığından, iman ettiğine kani olunan bir kadının müşriklere iadesi onu gayri meşru bir ilişkiye itmek gibi bir sonucu beraberinde getirmiş olacaktı.
Öte yandan, birçok müfessir Hudeybiye Antlaşması’nın kadınları da kapsadığı fakat bu âyetlerin sınırlayıcı hüküm getirdiği kanaatindedir (İbn Atıyye, V, 297; Şevkânî, V, 248). Bu ihtimal doğru olsa da hükmün –müslümanlar açısından– yukarıda açıklanan haklılık gerekçeleri değişmemekte, sadece müslüman tarafın sözleşme hükümlerinin değiştirilmesini istediği ve diğer tarafın da bunu kabul ettiği gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır.
Mekke’den bu şekilde göç ederek Medine’ye gelen ilk mümin kadınların kimler olduğu hususunda değişik rivayetler bulunmaktadır. Yaygın rivayete göre ilk gelen kadın, Ukbe b. Ebû Muayt’ın kızı Ümmü Gülsüm veya Sübey‘a bint el-Hâris’tir.
Âyetin “Bunlar onlara helâl değildir, onlar da bunlara helâl olmazlar” diye çevrilen kısmında helâl olmama hükmünün, iki taraf ayrı ayrı zikredilerek tekrarlanması bazı müfessirlerce şöyle açıklanmıştır: Birincisinde müslüman kadınların artık müşrik erkeklerle evlilik bağının kalmadığı, ikincisinde ise –müşrik oldukları sürece– onlarla yeniden evlenemeyecekleri belirtilmiş olmaktadır (Şevkânî, V, 248).
İnanç farklılığı ve kadının hür tercihiyle meydana gelen böyle bir ayrılığı takiben o günkü şartlarda ortaya çıkabilecek en önemli sorun kadının iktisadî güvencesini oluşturan mehir konusuydu. Bu ayrılık kocanın onayı olmadan gerçekleştiğinden, kendisinin bu evlilik için yaptığı harcamaları istemesini haklı kılacak ve kadın o esnada bunu ödeme gücüne sahip değilse onu minnet altında bırakacaktı. Dahhâk’tan yapılan bir rivayete göre Hz. Peygamber ile müşrikler arasında (Hudeybiye Antlaşması’ndan ayrı olarak) şöyle bir mutabakat vardı: Müslüman olmayan Mekkeli bir kadın Hz. Peygamber’e sığınırsa onu müşriklere iade edecek, şayet bu kadın müslüman ise ve Mekke’de kocası varsa kadını iade etmeyecek fakat erkeğin harcadığı mehiri ona ödeyecekti. Bunun mukabili durumlarda da benzer hükümler Hz. Peygamber lehine uygulanacaktı (Zemahşerî, IV, 89). Konumuz olan âyetlerin inmesi veya daha önceki ilâhî bildirim üzerine Resûlullah müşriklerle bu yönde –yazılı veya sözlü– ayrı bir antlaşma yapmış olabilir. Her hâlükârda âyetlerin getirdiği düzenlemeyle bir yandan iade etmemenin bir istismar izlenimi bırakması önlenmiş, diğer yandan da –müşrik tarafa karşı minnet altında bırakılmamak suretiyle– göç eden müslüman kadınların onuru korunmuştur. Ayrıca “Mehirlerini ödediğiniz takdirde bu kadınlarla evlenmenizde sakınca yoktur” buyurularak, bu özel durumla, söz konusu kadınların müslüman erkeklerle yeni evlilik yapmaları halindeki hakları arasında bir ilinti kurulmamış, genel kurallar çerçevesinde malî hakları güvence altına alınmıştır.
Tarafların birbirine helâl olmadığının belirtilmesinin ardından, müşriklerin ödemiş oldukları mehirden söz ederken “ecr, mehr, sadâk” gibi bir kelimeye yer verilmeyip “harcadıklarını geri verin” anlamında bir cümle kullanılmış olması özel bir anlam taşımaktadır; böylece, artık onlarla müslüman olmuş kadınlar arasında evlilik bağının kalmamış olduğu hususu farklı bir üslûpla bir daha belirtilmiş oluyordu. Nitekim sözün devamında bu kadınlarla müslümanların evlenmeleri hali düzenlenirken “mehir” kelimesini içeren bir ifade kullanılmıştır (İbn Âşûr, XXVIII, 158). Daha sonra evlilik bağının sona erdiği durumlar için “mehir” anlamına gelen bir kelimenin kullanılmamış olması da bu yorumu desteklemektedir.
Âyetin “Kâfir kadınları nikâhınız altında tutmayın” diye tercüme edilen kısmında müslüman bir erkeğin İslâmiyet’ten dönen karısıyla veya müslüman olan bir erkeğin şirk inancında ısrar eden karısıyla evlilik hayatını sürdüremeyeceği belirtilmektedir. Âlimlerin bir kısmı bu ifadenin müşrik olan inkârcı kadınlar hakkında olduğu ve Ehl-i kitap’tan olanların bu kapsamda bulunmadığı kanaatindedir. Bazılarına göre ise onlar da ifadenin kapsamındadır, fakat Ehl-i kitap kadınlarıyla evlenilebileceğine ilişkin delillerle hükmü sınırlandırılmıştır (Şevkânî, V, 248). Bir fakihten, “kâfir kadınlar” anlamındaki “kevâfir” kelimesinin her iki cinsi kapsadığından hareketle bu cümlenin hem erkekler hem kadınlar hakkında olduğu yorumu nakledilirse de (bk. İbn Atıyye, V, 298), İbn Âşûr cümlenin diğer ögeleri dikkate alındığında bu yorumun isabetli sayılamayacağını belirtir (XXVIII, 159-160). Bakara sûresinin 221. âyetiyle, erkek olsun kadın olsun müslüman bir kimsenin müşrik biriyle evlenemeyeceği bildirilmişti. Belirtilen yasağın müslüman olduktan sonrasını kapsadığı ve önceki evlilikleri etkilemediği şeklinde anlaşıldığı ve bazı müslümanların bu âyet gelinceye kadar inkârcı olan hanımlarını nikâhları altında tuttukları görülmektedir (Derveze, XII, 22; bu âyetin inmesi üzerine Mekke’deki hanımlarını boşayan sahabîler hakkında örnekler için bk. Taberî, XXVIII, 72).
Müslüman olarak gelen kadınların bireysel hakları yukarıda belirtildiği şekilde koruma altına alınmakla beraber, olayın iki taraflı cereyan etmesi halinde bu konunun müslüman topluma getireceği malî yükün hafifletilmesi için mütekabiliyet (karşılıklılık) ilkesinin uygulanması istenmiştir. 10. âyetin “Siz harcadığınızı isteyin, onlar da harcadıklarını istesinler” şeklinde çevrilen kısmı ve 11. âyet bu hususu düzenlemektedir. 11. âyetin “böylece (tazminat ödemek için) sıra size gelmiş olursa” diye tercüme edilen kısmı “ve siz bir ganimet elde ederseniz” şeklinde de anlaşılmıştır. Her iki yorum, bir müslümanın karısının inkârcı tarafa kaçması halinde, onun bu sebeple uğradığı maddî zararın karşı tarafça tazminini sağlayacak bir münasebet doğduğunda bu hakkın kendisine verilmesi gerektiği noktasında birleşmektedir. Birinci anlama göre alacağın takas edilmesi, yani 10. âyette geçen “Onlara harcadıklarını (mehirleri) geri verin” buyruğu uyarınca inkârcı tarafa yapılacak ödemeden mahsup yapılması, bu şekilde söz konusu erkeğin zararının karşılanması öngörülmektedir. İkinci anlama göre ise kadının kaçtığı tarafla çarpışmaya girmeyi gerektiren bir durum ortaya çıkıp müslümanlar zafer ve ganimet elde ederlerse bu gelirlerden o erkeğin zararını karşılayacaklardır (muhacir müminlerin hanımlarından müşriklere iltihak eden altı kadın hakkında bk. Zemahşerî, IV, 90). Hatta Taberî karşı taraftan elde edilecek gelirin, –savaş yoluyla ele geçirilen ganimetlerle ve ilgili toplulukla sınırlandırılmaksızın– malî hukuk kuralları çerçevesinde gayri müslimlerden elde edilen gelirler şeklinde anlaşılması gerektiği yorumunu tercih eder (XXVIII, 75-77).
Müslümanlar “Siz harcadığınızı isteyin, onlar da harcadıklarını istesinler” buyruğunu uyguladıkları halde müşriklerin bunu kabul etmediklerini bildirmeleri üzerine 11. âyet inmiştir. Bazı müfessirlere göre ise 11. âyette, Kureyş değil, Hz. Peygamber’le aralarında antlaşma bulunmayan topluluklar söz konusudur (Taberî, XXVIII, 73-75). Bu âyetin “şayet eşlerinizden biri kâfirlere kaçarsa” diye çevrilen kısmının lafzî karşılığı “şayet eşlerinizden bir şey kâfirlere kaçarsa” şeklindedir. Burada “şey” kelimesi, “biri, bazıları” anlamındadır ve İslâm’dan yüz çevirmekle kişinin kendi değerini düşürmüş olacağına dair bir îma söz konusudur (İbn Âşûr, XXVIII, 161, 162).
Bu âyetlerde –o dönemde müslümanlarla müşrikler arasındaki karmaşık ilişkiler ve bu iki kesim arasındaki antlaşmayla bağlantılı olarak– yer alan mehirlerin mübadelesi hükümlerinin o zamana mahsus olduğu hususunda âlimler fikir birliği içindedirler; Ebû Bekir el-Cessâs, İbnü’l-Arabî ve Kurtubî bunu açıkça ifade etmişlerdir (İbn Âşûr, XXVIII, 161). Tabii ki bu tesbit, söz konusu düzenlemelerden bazı mesajlar ve genel ilkeler çıkarılmasına engel değildir. Özellikle böylesine iç içe geçmiş ilişkiler ortamında dahi ahde vefa prensibine hassasiyetle uyulması, sözleşme hükümlerinin dürüst biçimde yorumlanıp uygulanması ve her hak sahibine hakkının verilmesinin telkin edildiği, bu âyetlerden kolayca anlaşılmaktadır. 11. âyetin sonunda yer alan şu cümle, Allah’a imanın birey ve toplum olarak müslümanlara hak ve hukuka riayette duyarlı olmak hususunda ne büyük bir sorumluluk yüklediğini hatırlatma açısından oldukça etkileyici bir ifadedir: “İnandığınız Allah’a karşı gelmekten sakınınız.”
“Eğer mümin olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere iade etmeyiniz” cümlesi, müşrik bir topluma yapılacak, üstelik kadının istemediği bir erkekle yaşamaya mecbur bırakılması sonucunu doğuracak bir iade işlemi bağlamında yer almakla beraber, –başka bazı delillerle de desteklenerek– burada “kâfirler” kelimesi geçtiği için müslüman bir kadının Ehl-i kitap’tan bir erkekle dahi evlenemeyeceği ve evliliğini sürdüremeyeceği sonucuna ulaşılmıştır (bk. Bakara 2/221). Fıkıhçıların çoğu bu sonuca varmış olmakla beraber özellikle Hz. Peygamber ve Hz. Ömer devirlerine ait uygulamalara dayanan bazı fıkıhçılar, baştan evlenmenin câiz olmadığını, ancak müslüman olmadan önce gayri müslim ile evli bulunan tarafın, ihtidâ yüzünden nikâhının bozulmayacağını ileri sürmüşlerdir (İbn Kayyim el-Cevziyye, Ahkâmü ehli’z-zimme, Dımaşk 1961, I, 317 vd., 340 vd.). Çağdaş âlimlerden Kardâvî de bu ictihadı benimsemiştir.
Kaynak :