Ayet
-
وَمَٓا اَفَٓاءَ اللّٰهُ عَلٰى رَسُولِهٖ مِنْهُمْ فَمَٓا اَوْجَفْتُمْ عَلَيْهِ مِنْ خَيْلٍ وَلَا رِكَابٍ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يُسَلِّطُ رُسُلَهُ عَلٰى مَنْ يَشَٓاءُؕ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌ
﴿٦﴾
-
مَٓا اَفَٓاءَ اللّٰهُ عَلٰى رَسُولِهٖ مِنْ اَهْلِ الْقُرٰى فَلِلّٰهِ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاكٖينِ وَابْنِ السَّبٖيلِۙ كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْاَغْنِيَٓاءِ مِنْكُمْؕ وَمَٓا اٰتٰيكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهٰيكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُواۚ وَاتَّقُوا اللّٰهَؕ اِنَّ اللّٰهَ شَدٖيدُ الْعِقَابِۘ
﴿٧﴾
-
لِلْفُقَـرَٓاءِ الْمُهَاجِرٖينَ الَّذٖينَ اُخْرِجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ وَاَمْوَالِهِمْ يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَاناً وَيَنْصُرُونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُؕ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَۚ
﴿٨﴾
-
وَالَّذٖينَ تَبَوَّؤُ الدَّارَ وَالْاٖيمَانَ مِنْ قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ اِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ فٖي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّٓا اُو۫تُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌؕ وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِهٖ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَۚ
﴿٩﴾
-
وَالَّذٖينَ جَٓاؤُ۫ مِنْ بَعْدِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّـنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِاِخْوَانِنَا الَّذٖينَ سَبَقُونَا بِالْاٖيمَانِ وَلَا تَجْعَلْ فٖي قُلُوبِنَا غِلاًّ لِلَّذٖينَ اٰمَنُوا رَبَّـنَٓا اِنَّكَ رَؤُ۫فٌ رَحٖيمٌࣖ
﴿١٠﴾
Meal (Kur'an Yolu)
Tefsir (Kur'an Yolu)
İlk iki âyette geçen efâe fiili sözlükte “geri döndürmek, şeklini değiştirmek” anlamlarına gelir. Burada İslâm hukuk terminolojisinde fey‘ olarak adlandırılan maddî değerler kastedilmektedir. Terim olarak fey‘, gayri müslimlerden alınan haraç, cizye, ticarî mal vergisi (uşûr) ve diğer bazı gelirleri ifade eder. Ganimet de dahil olmak üzere gayri müslimlerden alınan her türlü malın bu kapsamda olduğunu düşünenler bulunmakla beraber yaygın görüşe göre ganimet fey‘in kapsamı dışındadır. Kelimenin sözlük anlamıyla terim anlamı arasındaki bağ hakkında farklı izahlar yapılmıştır.
6 ve 7. âyetlerin aynı konuyu mu yoksa ayrı konuları mı düzenlediği noktasında önemli bir görüş ayrılığı bulunmaktadır. Âlimlerin birçoğuna göre bu âyetler ayrı durumları düzenlemektedir: 6. âyette savaş olmaksızın ele geçirilen mallar söz konusudur; bunlar Hz. Peygamber’e ait olup başkalarına pay ayrılmamıştır. Nadîroğulları’nın yerlerinden çıkarılmasıyla elde edilen mallar bu türe örnektir. 7. âyet ve devamı ise savaş sonucunda ele geçen –menkuller dışındaki– mallarla ilgilidir. Savaş sonucunda elde edilen menkul malların (ganimetlerin) hükmü Enfâl sûresinde açıklanmıştır. Bu anlayışa göre savaş sonucu elde edilen araziler, bunların gelirleri, gayri müslimlerden alınan haraç ve cizye vergileri fey‘ kabul edilir ve 7-10. âyetler esas alınarak işleme tâbi tutulur. Bu âyetlerde söz konusu edilen hak sahipleri, 7. âyette sayılanlar, 8 ve 9. âyetlerde anılan muhacir (Mekke’den Medine’ye göç eden müslümanlar) ve ensar (muhacirleri bağırlarına basan Medine müslümanları) ile –10. âyette belirtildiği üzere– onları takip eden müslümanlar yani sonradan gelen bütün ümmettir. Yaygın kanaate göre Hz. Ömer bu anlayışa sahip bulunuyordu; Taberî’nin tercihi de bu yöndedir. Buna karşılık İmam Şâfiî ve onun görüşünü benimseyenler, bu iki âyeti birlikte değerlendirip 7. âyeti önceki âyetin açıklaması olarak kabul ederler; onlar burada sadece, savaş yoluyla elde edilmeyen malların ve hükmünün söz konusu olduğu kanaatindedirler. Bu anlayışın en önemli pratik sonucu, savaş yoluyla elde edilen arazilerin de ganimet hükmünde sayılması ve beşte dördünün savaşa katılanlar arasında dağıtılmasıdır. Öte yandan, yine bu anlayışa göre barış yoluyla elde edilen mallar (fey‘), ganimette olduğu gibi beşe bölünüp ganimetin beşte birinin dağıtıldığı zümreye dağıtılır, kalan beşte dört yalnız Hz. Peygamber’in hakkı olup o bunu Allah’ın kendisine gösterdiği yerlere harcar. Burada beşte birin (humus) ayrılmasından söz edilmemekle beraber, ganimetin beşte birinin sarf yerleriyle fey‘in dağıtılacağı kimselerin aynı olması ve bu malların aynı kaynaktan yani gayrı müslimlerden elde edilmesi Şâfiî’yi böyle bir kanaate yöneltmiştir.
Hz. Ömer döneminde Irak topraklarının fethedilmesi üzerine Sevâd (Irak) arazisinin hangi statüye tâbi tutulacağına ilişkin olarak sahâbe arasında cereyan eden tartışmalar ve bunun ardından ortaya çıkan uygulama örneği hukuk doktrinlerinin bu konudaki tercihlerini büyük ölçüde etkilemiştir. Sevâd topraklarının fethedilmesini takiben gaziler başkumandan Sa‘d b. Ebû Vakkas’a başvurup bu toprakların da diğer ganimet malları gibi kendilerine dağıtılmasını istemişler, o da bu talebi Halife Hz. Ömer’e iletmişti. Ömer konuyu sahâbe ile geniş biçimde tartıştıktan sonra menkul malların (ganimet statüsünde olmak üzere) müslüman askerler arasında dağıtılmasına, arazi ve akarsuların ise –bu sûrenin 7-10. âyetlerine dayanarak– müslümanların yararına vakıf (fey‘ mevkufe) olmak üzere sahiplerinin elinde bırakılmasına ve bunlardan elde edilecek haraç vergisinin müslümanların atıyyelerine dahil edilmesine (devlet hazinesine irat kaydedilmesine) karar vermiş ve bu yönde uygulama yapması için Sa‘d b. Ebû Vakkās’a yazılı talimat göndermiştir. Bu uygulamayı diğer deliller ışığında değerlendiren hukuk doktrinleri birbirinden farklı sonuçlara ulaşmışlardır. Bunlardan Hanefî mezhebine göre savaş yoluyla elde edilen taşınmazlarda devlet başkanının geniş bir takdir yetkisi bulunmaktadır: Devlet başkanı duruma ve şartlara göre uygun görürse, Enfâl sûresinin 41. âyetinin hükümleri doğrultusunda –beşte birini ayırdıktan sonra– toprağı gazilere taksim eder, bu durumda arazi öşür toprağı olur; bunu uygun görmezse Hz. Ömer’in Sevâd toprakları hakkında yaptığı gibi yerli halkın elinde bırakır ve karşılığında haraç vergisi yükler, bu takdirde arazi haraç toprağı olur. İmam Mâlik’e göre savaş yoluyla ele geçirilen arazi esas itibariyle dağıtılmaz; bu topraklar bütün müslümanlar için ortak bir vakıftır. Geliri ümmetin yararına sarfedilir. Ancak ümmetin menfaati taksimi gerektiriyorsa devlet başkanı bu tür toprakların taksimine de karar verebilir. Şâfiîler’e göre ise savaş yoluyla alınan topraklar ganimet hükümlerine tâbi olup devlet beşte bir hisse alır ve kalanı savaşanlara dağıtılır. Hz. Ömer’in uygulamasına gelince, İmam Şâfiî –Hz. Peygamber dönemindeki bir örnekten de yararlanarak– bunun savaşa katılanların rızası alınarak yapıldığını savunur. Hanbelîler’in bu konudaki yaklaşımı hakkında Şâfiî ve Mâlikîler’in görüşünü paylaşan iki farklı rivayet bulunmaktadır. Toprak hukukuyla ilgili doktrin görüşleri yukarıda özetlendiği şekilde olmakla beraber uygulamada arazi daima fey‘ hükümlerine tâbi kılınarak ganimet hukuku dışında tutulmuş, dolayısıyla savaşanlara dağıtılması cihetine gidilmemiştir (daha fazla bilgi için bk. Taberî, XXVIII, 35-39; Mustafa Fayda, “Fey‘”, DİA, XII, 511-513; Mehmet Erkal, “Ganimet”, DİA, XIII, 351-354; ganimet hakkında bilgi için bk. Enfâl 8/1, 41).
Hz. Ömer, 7. âyetin “İçinizden sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir servet olmasın diye böyledir” şeklinde çevrilen kısmını, toplum olarak elde edilen ve üretilen maddî değerlerin belirli kişilerin ellerinde tedavül edip kalmaması, sosyal adaletin sağlanması ve refahın geniş kitlelere yayılması gereğini vurgulayan bir ifade olarak anladığı için, pek çok sahâbî tarafından savunulan –ve şeklî bir bakışla haklı gibi görünen– Irak arazisinin taksim edilmesi yönündeki görüşe katılmamış, özellikle âyetin bu kısmını delil göstererek ve taksim halinde ortaya çıkabilecek sorunlara dikkat çekerek onları bu arazilerin kamu gelirlerini arttıran bir kaynak haline getirilmesi hususunda ikna etmiştir. Bu tartışmalar sırasında Hz. Ömer’in, sosyal politikayla ilgili temel düşünceye atıf yapan ifadeler kullandığı da görülmektedir.
Resûlün çoğulu olan 6. âyetteki rusül (elçiler) kelimesi genellikle “peygamberler” şeklinde anlaşılmış ve burada Hz. Muhammed’in kastedildiği yorumu yapılmıştır. Birçok âyette Allah’ın melekleri de müminlerin muzaffer olması için görevlendirdiği, yine meleklerin “elçiler” olarak nitelendirildiği dikkate alındığında, burada onların da bu kelimenin kapsamında düşünülmesi mümkündür. 7. âyetteki “Peygamber size ne vermişse onu alın ve size neyi yasaklamışsa ondan kaçının” şeklinde çevrilen cümle, bağlamı dikkate alınarak fey‘ ve ganimet gibi şeylerin dağıtımında Hz. Peygamber’in kullandığı takdir yetkisine saygılı olunması gerektiği şeklinde açıklandığı gibi, kapsamlı bir ifade olması sebebiyle genellikle, Hz. Peygamber’in sünnetinin müslümanlar açısından bağlayıcı bir kaynak olduğunun Kur’an’daki dayanakları arasında da zikredilir.
8. âyetle öncesi arasındaki anlam bağı konusunda değişik görüşler bulunmakla birlikte bunlar daha çok gramer açısından yapılmış izahlar niteliğindedir. Devamındaki iki âyetle birlikte değerlendirildiğinde burada muhacirlerin, eşsiz iman tezahürleri ve unutulmaz özverili davranışlarıyla İslâm tebliğinde tuttuğu özel ve seçkin yere, dolayısıyla bütün zamanlarda yaşayan müminlerin onları sevgi ve saygıyla anmalarının bir vefa borcu olduğuna, hayatta oldukları sürece de –müslümanların elde ettikleri maddî imkânlar paylaştırılırken– bu gruptaki yoksulların öncelikli olarak düşünülmesi gerektiğine dikkat çekildiği anlaşılmaktadır. Yine tasvir üslûbunun hakim olduğu 9. âyette, Hz. Peygamber’e ve onunla birlikte Medine’ye hicret eden muhacirlere kucak açmış, bütün imkânlarını onlarla paylaşmaktan mutluluk duymuş hatta onları kendilerine tercih etmiş bulunan ensar övülmekte, onların da daima sevgi ve saygıyla yâdedilmesi gereken bu örnek nesle ait fotoğrafın en önemli ikinci karesini oluşturdukları hatırlatılmış olmaktadır. Ensarın bu örnek kişiliğinden söz edilirken “ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler” ifadesi kullanıldığından, İslâm ahlâkçıları burada geçen fiilden hareketle, cömertlik erdeminin özel bir türü olarak “(başkasını) kendisine tercih etme” anlamına gelen îsâr terimini geliştirmişlerdir. 10. âyette ise, didaktik bir üslûp kullanılarak bir yandan sonraki müslüman nesillerin nasıl davranmaları gerektiği açıklanmakta, onların da ben merkezli değil özgeci bir düşünce ve davranış biçimine sahip olmaları özendirilmekte, diğer yandan da dolaylı olarak her dönemdeki müminlerin daha sonra gelecek nesillerin kendilerini hayırla yâdetmelerini sağlayacak tarzda hareket etmeleri gerektiği hatırlatılmaktadır. Nitekim Hz. Ömer –yukarıda açıklandığı üzere– Irak topraklarının fethini takiben bunların ganimet hükmünde sayılıp gaziler arasında dağıtılması talebine karşı direnirken, ashap ile yaptığı tartışmalarda özellikle bu âyetlerden etkilenerek hep “sonraki nesiller” temasına vurgu yapmış; başlangıçta işin bu yönüne dikkat etmemiş olan sahâbîler de Resûlullah’ın mektebinde yetişmiş olmanın kendilerine sağladığı formasyon sayesinde çok geçmeden bu argümanla ikna olmuşlardır. Bu da, toplum olarak övgüye lâyık, iyi müslüman düzeyine erişebilmek için, sahip olunan imkânları hoyratça kullanmama, gelecek nesilleri ağır yük ve borç altına sokacak, kısaca kendilerini kötülükle anmalarına yol açacak davranışlardan kaçınma sorumluluğunun bilincini taşımak gerektiğini ortaya koymaktadır.
Barış veya savaş yoluyla elde edilen maddî imkânların paylaştırılması bağlamında yer aldığı için tefsirlerde buradan çıkacak hukukî sonuçlara ilişkin açıklamalara geniş bir yer verilmiş olmakla beraber, dikkatle incelendiğinde bu üç âyette, ideal mümin tipi ve karakteriyle ilgili tasvirlerin ve eğitici-öğretici uyarıların hakim olduğu görülür. Bunları şöyle sıralamak mümkündür: a) Bütün hayırlı eylemlerde, başarılı olmak için kendi gücüne değil Allah’ın lutuf ve inayetine olan inancı öne çıkarmak, bir başka anlatımla “özgüven”i kişisel tercih ve yeteneklerini kusursuz kabul etme değil, özündeki imanı hayata geçirme ve onun kurtarıcılığına güvenme anlamında almak; b) Allah’ın hoşnutluğunu kazanmayı amaç edinmek, bütün davranışlarını bu ilkeye göre anlamlandırmak; c) Allah’a ve resulüne yardım yani Allah’ın buyruk ve yasaklarını tebliğ uğruna gerektiğinde en değerli dünyevî arzu ve çıkarlarını feda edebilmek; d) Dürüstlükten ödün vermemek, söze sadakat göstermek; e) Darda olan mümin kardeşine kucak açmak; ama imkânlarını onunla paylaşırken ve onun için özveride bulunurken bunun sevgi temeline dayalı kalmasına özen göstermek, yani içindeki şeytanî dürtülere karşı mücadele vererek davranışlarının içtenliğini korumak, yapmacıklıktan ve gösterişten uzak durmaya çalışmak;
f) Beşerî zaaflara karşı daima Allah’ın yardımına ve korumasına sığınmak; g) Allah’ın şefkat ve merhametinin herkesi kuşatacak enginlikte olduğuna yürekten inanmak, kendisi için olduğu kadar mümin kardeşleri için de O’nun bağışlamasını dilemek, başkalarının kusurunu gördüğünde kendisinin de bir beşer olduğunu ve benzer kusurlar işleyebileceğini hatırlamak (muhacir ve ensar hakkında ayrıca bk. Tevbe 9/100).
9. âyetin “onlardan önce bu yurda yerleşmiş ve gönülden inanmış olanlar” meâlindeki kısmında geçen tebevvee fiilinin “bir yeri mekân tutmak, oraya yerleşmek” anlamları yanında “hazırlamak, hazırlanmak” mânaları da vardır. Genellikle âyet bu fiilin ilk anlamına göre yorumlanmakta, bu durumda ibarenin lafzî karşılığı “onlardan önce bu yurda ve imana yerleşmiş olanlar” şeklinde olmaktadır. “İmana yerleşme” denemeyeceği için de iman kelimesinden önce metinde yer almayan başka bir fiilin bulunduğu kabul edilerek bu kısma “içtenlikle iman edenler” tarzında mâna verilmektedir (Zemahşerî, IV, 82). Meâlde bu yaklaşım esas alınmıştır. İbn Atıyye ise “dâr” ile “iman” kelimeleri arasındaki “ve” bağlacının “beraberlik” anlamında düşünülebileceği kanaatindedir. İbn Âşûr –fazla taraftarı olmamakla beraber– en iyi yorumun bu olduğunu söyler; Elmalılı da, böylece metinde yer almayan bazı lafızları var saymaya gerek kalmayacağını belirterek bu yorumu güzel bulur (bk. İbn Atıyye, V, 287; İbn Âşûr, XXVIII, 90-91; Elmalılı, VII, 4842). Bizce de bu yaklaşım yerinde olmakla birlikte, bu takdirde anılan fiilin “hazırlama” mânasını esas alıp âyetin belirtilen kısmını “onlardan önce imanla bu yurdu hazırlamış olanlar” şeklinde çevirmek uygun olur; zira “onlardan önce bu yurtla imanı birlikte edinmiş olanlar” veya “onlardan önce imanla bu yurda yerleşmiş olanlar” tarzında bir mâna vâkıaya uymaz, ensarın o yurdu imandan çok önce edindikleri realitesine ters düşer.
Yine bu âyette geçen şuh kelimesi ve “şuhhu nefsih” tamlaması değişik mânalarla açıklanmıştır. Birçok müfessire göre bu kelime “cimrilik huyunun ileri derecesi” veya “cimri olmanın yanı sıra başkalarının elindeki imkânları da kıskanma” anlamına gelir. Biz özellikle Zemahşerî’nin açıklamasından yararlanarak âyetin ilgili kısmını, “Kim nefsinin bencilliğinden korunmayı başarırsa” diye çevirdik. Birçok müfessire göre de bu kısım “Allah’ın yasakladıklarından uzak durma, haram yememe, buyruklarını yerine getirme ve helalden yararlanma konusunda nefsine yenilmeyen, kişisel ihtiraslarına karşı direnebilen” anlamına gelmektedir. Râzî, bunu “cimriliğe iten hâlet-i ruhiye” diye açıklar ki buna göre âyetin bu kısmını “kim cimrilik duygusundan korunursa” şeklinde tercüme etmek mümkündür (Taberî, XXVIII, 43-44; Zemahşerî, IV, 82; Râzî, XXIX, 287-288; Şevkânî, V, 232-233).
10. âyette muhacir ve ensar dışındaki sahâbîlerin kastedildiği yorumu da yapılmış olmakla beraber âlimlerin çoğunluğuna göre maksat, tâbiîn ve onların ardından kıyamete kadar gelecek bütün müslüman nesillerdir. Yine bu âyetin “Kalplerimizde iman edenlere karşı kötü bir düşünce ve duyguya yer bırakma” diye çevrilen kısmında geçen gıl kelimesi daha çok “kin” anlamıyla karşılanmış olmakla beraber “kötü inanç, kanaat” mânasına da gelmektedir (İbn Atıyye, V, 288). Öte yandan bu âyetteki örnek ifade, ebediyet âlemine intikal etmiş müminler için hayır dualarda bulunma ve onların bağışlanmasını dilemenin meşrû ve güzel bir davranış olduğunu canlı biçimde ortaya koymaktadır.
Kaynak :