Münâfikûn Suresi

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 11 âyettir. Sûre, münafıkların genel karakter veözelliklerinden bahsettiği için bu adı almıştır.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada altmış üçüncü, iniş sırasına göre yüz dördüncü sûredir. Hac sûresinden sonra, Mücâdele sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.

Konusu

Sûrede ağırlıklı olarak, iman ettiklerini söyledikleri için müslüman muamelesi gören ve onlarla iç içe yaşayan ama gerçekte inanmayan ve müminler aleyhine çalışmalar yapan münafıklar hakkında önemli bilgi ve tasvirlere yer verilmekte, onların görünüşlerine aldanmamaları ve sinsi faaliyetlerine karşı uyanık davranmaları konusunda müslümanlar uyarılmakta, münafıkların bu tutumlarına devam etmelerinin kendilerinin aleyhine olacağı yönünde dolaylı bir ikazda bulunulmakta; son âyetlerde müminlere, hiçbir gerekçenin Allah’ı unutmayı ve sahip olduğu imkânları başkalarıyla paylaşmamakta direnmeyi haklı kılmayacağı hatırlatılmaktadır.

Fazileti

Münâfikûn Suresi 1. Ayet Tefsiri


Ayet


  • اِذَا جَٓاءَكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ اِنَّكَ لَرَسُولُ اللّٰهِۘ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ اِنَّكَ لَرَسُولُهُؕ وَاللّٰهُ يَشْهَدُ اِنَّ الْمُنَافِقٖينَ لَكَاذِبُونَۚ
    ﴿١﴾

Meal (Kur'an Yolu)


﴾1﴿
Münafıklar sana geldiklerinde, “Tanıklık ederiz ki sen gerçekten Allah’ın elçisisin” derler. Senin hiç kuşkusuz kendi elçisi olduğunu Allah elbette biliyor; ama Allah tanıklık eder ki münafıklar (inandık derken) kesinlikle yalan söylemektedirler.

Tefsir (Kur'an Yolu)


Sözlükte münâfık “tükenme, saklanma, köstebeğin veya Arap tav­şanının deliğine girmesi veya çıkması” gibi anlamlar taşıyan “nfk” kökünden türetilmiş olup Kur’an’da “gerçekte iman etmediği halde öyle görünen, inanç ve davranışlarında iki yüzlü olan” kişiler için kullanılır. Bu durumda olmaya nifak denir. “Çıkar ve itibar sağlama amacıyla kendisine dindar süsü verme” anlamına gelen riyâ ise hem bazı müminlerin ahlâkî bir zaafını hem de gerçekte iman etmemiş olan münafıkların müslüman hatta dindar görünmek için sergiledikleri sahte davranışları ifade etmek üzere kullanılabilen bir kavramdır.

Münafıklar müslüman kabul edilmelerinin avantajlarını kullandık­larından, müslümanlar için açıktan düşmanlık edenlere göre daha tehlikeli olmuşlardır. Bu sebeple Kur’an-ı Kerîm’de ve hadislerde müna­fıkların özellikleri ve verebilecekleri zararlar üzerinde geniş olarak durulmuş, bu konuda daha dikkatli olmaları için müminler uyarılmıştır (özellikle bk. Bakara 2/8-20; Nisâ 4/138-147; Tevbe 9/38 vd., özellikle 61-70; Ahzâb 33/4-5, 12-20).

Resûlullah’ın hicretinden önce Medine’deki (o günkü adıyla Yesrib şehrindeki) Evs ve Hazrec adlı iki kardeşe atfen bu isimlerle anılan meşhur iki Arap kabilesi arasında derin ihtilâflar yaşanmıştı. Bu kabileler Yemen tarafından buraya göç edip yerleştiklerinde uzun bir süre oradaki yahudilerin hâkimiyeti altında yaşamışlar, yaklaşık 492 yılında bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından yahudilerin kışkırtmalarıyla birbirlerine düşüp Arap tarihinde benzerine rastlanmayan bir çekişme ve savaş süreci içine girmişlerdi. Bu savaşların en şiddetlisi de Hz. Peygamber’in hicretinden beş yıl kadar önce yapılan ünlü Buâs savaşıydı. Bu savaşın ardından bir durulma süreci başlamış ve Medine’de siyasî bir birlik oluşturulması ve başına Hazrec kabilesinin reisi Abdullah b. Übey b. Selûl’ün getirilmesi hususunda bir mutabakat oluşmuştu. Hatta Resûlullah’ın gelişinden kısa bir süre önce Abdullah’a giydirilecek kraliyet tacının yapımı için Medineli sanatkârlara sipariş bile verilmişti. İşte Hz. Peygamber’in buraya hicret edip yerleşmesi bu projenin sonuçsuz kalmasına yol açtığı için Abdullah b. Übeyy’in Resûlullah’a ve müslümanlara duyduğu kin ve husumet hiçbir zaman dinmemiştir. Abdullah, müşrik olarak kalması halinde müslüman birliğine zarar veremeyeceğini anladığından, Bedir Savaşı’nın ardından müslüman olduğunu açıklamış, ama her fırsatta bir taraftan anılan iki kabile arasındaki ezelî rekabeti alevlendirmeye ve yeni kardeş kavgaları çıkarmaya çalışmış, diğer taraftan da hem Mekke müşrikleri, hem de Medine ve civarındaki yahudi kabileleriyle gizli temaslar kurup müslümanlar aleyhine türlü entrikalar çevirmiştir. Kur’an’da münafıkların –tabii ki onların başı olarak Abdullah b. Übeyy’in– yürüttüğü yıkıcı ve bölücü faaliyetlerden bazılarına –isim verilmeden– yapılmış özel atıflar vardır. Uhud Savaşı’na çıkarken yaptığı döneklik (bk. Âl-i İmrân 3/122, 166-167), Hz. Âişe hakkındaki çirkin iftirayı tertip edip yayması (bk. Nûr 24/11-20), Tebük Seferi öncesinde, sefer sırasında ve sonrasında müslümanların mâneviyatını sarsmaya çalışması (bk. Tevbe 9/38 vd.) bunların başlıcalarıdır. Bütün bunlara rağmen Abdullah öldüğünde (hicrî 9/m. 631) oğlunun onun cenazesiyle ilgilenmesi ricası karşısında Hz. Peygamber’in sergilediği tavır ancak, onun “bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olması”yla (Enbiyâ 21/107) izah edilebilecek bir hoşgörü ve zarafet içermekteydi. Şu var ki Abdullah’ın inançsız olduğu objektif delillerle ortaya çıktığı gibi ayrıca Allah tarafından Resûlullah’a da bildirilmişti. Onun için kendisinden bu gibilerin cenaze namazını kılmamak suretiyle artık onlara karşı açık bir tavır ortaya koyması istendi (ayrıca bk. Tevbe 9/80, 84).

Hâkim kanaate göre bu sûre Müreysî‘ seferi (diğer adıyla Benî Mustalik seferi) esnasında meydana gelen şu olay üzerine inmiştir: Bu seferden dönüleceği sıralarda biri muhacir diğeri ensar yanlısı iki adam arasında su yüzünden bir kavga çıktı. Bir rivayete göre muhacir tarafından olan Hz. Ömer’in ücretlisi Cehcâh b. Saîd adlı bedevî, ensar tarafından olan ise Abdullah b. Übeyy’in kabilesiyle aralarında antlaşma bulunan Cühenîler’den Sinân b. Yezîd idi. Biri “Ey ensar, yetişin!” diye, diğeri de “Ey muhacirler, yetişin!” diye kendi taraflarını yardıma çağırdılar. Resûlullah bunu işitince, onları yatıştırdı; yaptığı etkili konuşmada bu tür bölücü sloganlardan hoşnut olmadığını ve bunun Câhiliye geleneği olduğunu da belirtti. Olay Abdullah b. Übeyy’in kulağına gidince hemen bunu fırsat bilip müslümanlar arasında tefrika çıkarmaya yeltendi. Kendi kavminden olanlara şöyle dedi: “Bunlar (muhacir) bizim beldemizde bize kafa tutuyor, üstünlük taslıyorlar. Onlarla bizim durumumuz ‘Köpeğini semirt, seni yesin’ sözündekine döndü. Hele Medine’ye varalım, göreceksiniz ki güçlü olan zayıf olanı oradan çıkaracak! Aslında bunu kendiniz yaptınız, onlara beldenizde yer verip imkânlarınızı paylaştınız. Muhammed’in yanındakilere yardım etmeyin ki dağılıp gitsinler!” Bu sözleri işiten ve o sırada henüz çok genç olan Zeyd b. Erkam, yapılan konuşmadan dolayı rahatsızlığını dile getirip tepki gösterince Abdullah onu azarladı. Zeyd durumu amcasına, o da Hz. Peygamber’e aktardı. Hz. Ömer Abdullah’ın boynunun vurulmasını önerdi. Resûlullah bunu kabul etmedi ve henüz normal hareket vakti gelmediği halde hemen yola koyulma tâlimatı verdi. Uzun bir süre mola vermedi; mola verdiğinde herkes yorgunluktan uyuyakaldı. Böylece söylentilerin artıp işin alevlenmesini önledi. O arada Abdullah’ı çağırtıp, “Bana şöyle şöyle bir söz ulaştı; bu sözün sahibi sen misin?” diye sordu. O, “Sana kitabı indiren Allah’a yemin ederim ki böyle şeyler söylemedim” dedi. Bunun üzerine Resûlullah onun hakkında bir işlem yapmadı. Zeyd ise yalancı konumuna düştüğü için çok üzülmüştü. Medine’ye dönünce Allah Teâlâ Münâfikūn sûresini indirdi. Hz. Peygamber Zeyd’in kulağını tutup, “Allah seni doğruladı ve bu kulağın hakkını verdi” diye ona iltifat etti. Bazı kimseler Abdullah’a kendisi hakkında sert ifadeler içeren âyetler indiğini söyleyerek Resûlullah’a gidip Allah’tan kendisi hakkında bağışlama dilemesi için ricada bulunmasını önerdiler. O ise başını çevirip “İman et dediniz ettim, zekât ver dediniz verdim, geriye bir tek Muhammed’e secde etmediğim kaldı!” diyerek itiraz etti. Kaynaklarda ayrıca Abdullah’ın samimi bir müslüman olan oğlunun ona gösterdiği sert tepkilerle ilgili rivayetler de yer almaktadır (bk. Buhârî, “Tefsîr”, 63; Tirmizî, “Tefsîr”, 63 ; Müsned, IV, 370, 373; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye (Mustafa es-Sekkā), III, 302-305; Taberî, XXVIII, 108-117; Zemahşerî, IV, 101-102; Elmalılı, VII, 5003-5008). Tefsir, hadis ve siyer kitaplarında bazı ayrıntı farklarıyla ve değişik rivayetler halinde aktarılan bu olay, –bütünü itibariyle– münafıkların o günkü şartlarda sahip oldukları toplumsal konuma uygun düşmektedir. Ancak “Gelin, Allah’ın resulü sizin için bağışlama dilesin, dendiğinde başlarını çevirirler ve onların büyüklük taslar bir eda ile uzaklaştıklarını görürsün” anlamında bir âyet indikten sonra Abdullah b. Übeyy’in belirtilen sözü söylemesi ve tavrı takınması mâkul durmadığı için, bazı yazarlar rivayetlerin bu kısmını şöyle izah ederler: Âyetlerin nüzûlünden önce Abdullah’tan peygambere gidip özür dilemesi ve bağışlanması için dua etmesi istenmiş, âyetler de bundan sonra inip hem onun tavrına hem de genel olarak münafıkların hallerine gönderme yapmış olabilir (Derveze, X, 88). İbn Âşûr’a göre ise daha önce zaten Abdullah Hz. Peygamber’le görüşüp bu sözleri söylemediğini ifade ettiği ve müteakip âyette, “Allah onları asla bağışlamayacaktır” buyurulduğu için anılan âyeti Abdullah’ın özür dilemesinin istenmesiyle izah etmek uygun olmaz; bu, münafıklarla ilgili –başka sûrelerde benzerleri görülen– genel bir tasvir niteliğindedir (XXVIII, 231-233, 243-244).

Öte yandan, yine bu sefer dönüşünde ve yine Abdullah b. Übeyy’in tertibiyle Hz. Âişe’ye iftira olayının meydana gelmiş olması da oldukça dikkat çekicidir (bk. Nûr 24/11-20). Bu iki tecrübeyle birlikte müslümanlar önemli psikolojik sıkıntılar yaşamakla beraber, Resûlullah’ın sabırlı ve sağ duyulu davranmasıyla münafıkların ve onların başı Abdullah b. Übeyy’in Medine toplumu nezdindeki itibarı da hemen hemen sıfır­lanmış oluyordu. Nitekim yukarıda belirtilen olayı aktaran bazı kaynaklarda kaydedildiğine göre işin hakikati ortaya çıktıktan sonra Resûl-i Ekrem, başlangıçta sertlik yanlısı davranan Hz. Ömer’e bu gelişmeleri hatırlatıp izlediği yöntemin doğruluğunu ona da onaylatmıştır ki, ikinci halife olarak uzun bir süre müslümanların yönetim sorumluluğunu üstlenecek olan Hz. Ömer için bu oldukça önemli bir tecrübeydi.

İlk dört âyette, münafıklar iman ettiklerini söylerken veya Resûlullah ve müslümanlar aleyhine dediklerini ve yaptıklarını inkâr ederken bu beyanlarını yeminlerle teyit etmeye çalışsalar da, Allah katındaki değerlendirme açısından bunların kendilerini aldatmaktan öte bir anlam taşımadığı, ama bu açıklamalarını ve yeminlerini siper edinerek bir süre müslüman muamelesi görmüş olacakları bildirilmektedir. Özleriyle sözlerinin bir olmadığını davranışlarıyla ortaya koyan, iradelerini o yönde kullanan bu kimseler, artık gönüllerini imanın ışığına kendi elleriyle kapatmışlar, böylece Allah tarafından kalplerinin mühürlenmesi sonucunu hak etmişlerdir; artık yaptıkları işin mahiyetini kavrama, vicdan muhasebesi yapma, Allah’ın insana verdiği en büyük nimet olan akıl yeteneği ve buna bağlı donanımlarını kullanıp davranışlarını ahlâkî açıdan değerlendirme yetilerini yitirmişlerdir. O sebeple 4. âyette bunların, ancak dış görünüşüyle ilgi çeken ama insanî değerlerden yoksun bulunan varlıklar olduklarına ilişkin ağır bir benzetme yapılmıştır.

2. âyette yer alan ve “Allah yolundan yan çizmişlerdir” şeklinde çevrilen cümleyi “Allah yolundan saptırmışlardır” şeklinde de anlamak mümkündür. Bu takdirde münafıkların iman etmek isteyenleri imandan alıkoyan veya henüz imanı güçlü olmayan bazı müslümanları hak yoldan saptıran faaliyetlerine işaret edilmiş olur (İbn Atıyye, V, 311-312). 3. âyetteki lafız olarak “onlar önce iman edip ardından inkâr ettiler” mânasına gelen ifade daha çok mecazi anlamda düşünülerek “İnanmış göründükleri halde içlerinden inkâr ettiler” şeklinde açıklanmıştır. Başka bir yoruma göre burada, bazılarının iman etmeye çok yaklaşmış oldukları ama yine de inkâr yolunu tercih ettikleri anlatılmaktadır. Bununla birlikte bu ifadeyi hakikat mânasında kabul edip şu şekilde anlamak da mümkündür: Münafıklar iman konusunda hep aynı durumda değillerdi; kimi önce Kur’an’dan ve nübüvvet nurundan etkilenerek iman etmiş, ama iman kalbine iyice yerleşmediğinden –içine düşen kuşkular veya çevresinden gelen kınamalar sebebiyle– inkârcılığa dönmüştü. Münafıklardan iken daha sonra içtenlikle tövbe edip iyi birer müslüman haline gelenlerin bu gruptan olmaları muhtemeldir (İbn Atıyye, V, 312; İbn Âşûr, XXVIII, 237-238; başka yorumlar için bk. Zemahşerî, IV, 100-101). 4. âyetteki ifadeler daha çok bu konudaki tarihî bilgiler ışığında şu şekilde açıklanmıştır: Abdulah b. Übey ve yandaşları olan münafıklar giyim kuşamlarındaki ihtişamla dikkat çeken, kalıpları yerinde, ifadeleri düzgün kimselerdi. “Ey Allah’ın resulü” diye hitap ederek saygılı oldukları izlenimini veren tumturaklı sözlerle Hz. Peygamber’in ve müminlerin kendilerini dinlemelerini sağlarlardı. Ama dinleme sırası kendilerine geldiğinde bilinçsiz, ruhsuz varlıklar gibi, verilen bütün mesajlara kulaklarını tıkarlar, iyi niyetle dinlemeye ve gelişmeye kapalı bir halde dururlar, dinler gibi davranırlardı. Akılları fikirleri hıyanetlerini ortaya çıkaracak, maskelerini düşürecek bir açıklama yapılması veya kendilerine dışarıdan âni bir saldırı gelmesi ihtimaline takılıydı. Bir konuda ilân yapılması gibi dışarıdan yüksek bir ses gelse tedirgin olurlar ve telâşlanırlardı. “Onlar sanki bir yere dayanmış kütükler gibidir” şeklinde bir benzetme yapılarak akıl ve idraklerini söylenenlere tıkamış oldukları, “Her gürültüyü kendilerine yönelik sanırlar” ifadesiyle de haince düşünce ve eylemlerinin kendilerini iyice evhamlı hale getirdiği belirtilmektedir (Taberî, XXVIII, 107-108; Zemahşerî, IV, 101). Hasan Basri Çantay bazı lugat ve hadis kaynaklarından deliller de göstererek, “Ama onlar sanki bir yere dayanmış kütükler gibidir” meâlindeki cümlede geçen “müsennede” kelimesine “(çubuklu Yemen kumaşı) giydirilmiş” anlamını vermiştir. Bu yaklaşıma göre cümleyi, “Onlar sanki şık elbiseler giydirilmiş kütükler gibidir” şeklinde çevirmek mümkündür (III, 1046-1047; buradaki kütük benzetmesinin başka bazı izahları için bk. Râzî, XXX, 16). Bu âyetlerde bir tipleme ve bir karakter bozukluğu tasviri söz konusu olduğundan, bunların belirli kişilerle sınırlı bir anlatım olduğunu söylemek isabetli olmaz. Kuşkusuz bilinen somut olaylar âyetlerin anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır; fakat ifadelere soyut bir anlatım üslûbunun hâkim olması, müminlerin bütün zamanlarda ve her yerde bu tiplerin benzerleriyle karşılaşabilecekleri ve bunlara karşı çok dikkatli olunması gerektiği mesajı verilmektedir.

Münafıklar için bağışlanma kapısının kapanmış olduğunu belirten 6. âyetteki ifadeyi 5. âyetin ışığında yorumlamak ve bu sonucun orada açıklandığı üzere kendi bağnazlıklarından ve ısrarlı tercihlerinden kaynaklandığına dikkat etmek gerekir. Nitekim münafıkların cehennemin en derinlerine atılacağını bildiren âyetlerde dahi istisna yapılmış, bunlardan tövbe edip kendini düzelten ve gönülden teslimiyet içine girenlerin Allah’ın büyük mükâfatlara layık gördüğü müminlerle beraber olacakları bildirilmiştir (ayrıca bk. Nisâ 4/145-147; Tevbe 9/80).

7. âyette yer verilen “Resûlullah’ın yanındakilere geçimlik bir şeyler vermeyiniz ki dağılıp gitsinler” şeklindeki sözün, yukarıda özetlenen olay sırasında münafıkların başı tarafından söylenen küstahça ifadelerden biri olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte âyette, o olayla ve kişiyle sınırlı olmaksızın, her yerde ve her dönemde bulunan münafıkların zihniyetine ve fırsatını bulduklarında başvurdukları bir yola dikkat çekme mânası taşıdığı da açıktır. Çünkü kendilerini güçlü konumda hissedenlerin, kendi inanç ve düşüncelerine boyun eğdirmek istedikleri kişi ve topluluklara karşı uyguladıkları bu ekonomik baskı yöntemini kısa bir süre önce Mekke müşrikleri de müslümanlara karşı çok ağır bir biçimde uygulamışlardı. Âyette belirtildiği üzere münafıklar da aynı yöntemi uygulamayı denediler. Şöyle ki, ensarın Mekke’den hicret eden iman kardeşleriyle hemen bütün imkânlarını paylaşmaları onların kısa bir süre içinde kendi geçim düzenlerini kurmalarını sağlamıştı. Bunun yanı sıra, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in infakla ilgili teşvikleri neticesinde oluşan güzel bir yardımlaşma düzeni sayesinde, başta Mescid-i Nebevî’nin bir eğitim ünitesi gibi faaliyet gösteren Suffe öğrencileri olmak üzere diğer yoksul müslümanlar da maişetlerini karşılıyorlardı. Münafıklar da müslüman göründükleri ve müslüman muamelesi gördükleri için içtenlikle olmasa da bu düzene katkı sağlıyorlardı. Yine müslüman sayıldıkları için Abdullah b. Übey ve yandaşları kendi akrabaları ve has hemşehrileri olan ensarı etkilemekten geri durmuyorlardı. Âyette onların rasyonel bir tedbir olarak düşündükleri bu yolun her zaman aynı sonucu vermeyeceği, yerin ve göklerin mutlak sahibi ve mâliki olan Allah dilerse nice mahrumiyetleri geniş imkânlara dönüştürebileceği bildirilmekte, müminlerin maneviyatı yükseltilmektedir. Tabii ki bu maneviyat yükseltici ifade –konuya ilişkin başka âyetler ve Resûlullah’ın tatbikatı ışığında değerlendirildiğinde– müslümanlara dünya hayatıyla ilgili olarak verilmiş bir güvence anlamı içermemekte, aksine onlara dinin ve aklın icaplarını kavrama çabasını sürdürmeleri, sağlam bir imanla Kur’an’ın gösterdiği doğrultuda çalışmaya devam etmeleri ödevini dolaylı olarak hatırlatmaktadır. 7 ve 8. âyetlerin son cümlelerinde münafıkların bu hakikati kavrayamadıklarına, bilmediklerine vurgu yapılması da bu mânayı destekler niteliktedir.

8. âyette geçen izzet kelimesi sözlükte “güçlü ve üstün olmak, yenmek, saygın olmak” gibi mânalara gelen izz kökünden türetilmiş bir isim olup bu anlamların yanında bir kimsenin başkaları karşısında bedenî, psikolojik, ekonomik, sosyal statü vb. yönlerden güçlü, etkin ve saygın olmasını, baskı altına alınamaz bir konumda bulunmasını da ifade eder ve “âcizlik, alçaklık” mânasındaki “zillet”in karşıtı olarak kullanılır. Kur’an-ı Kerîm’de izzet kelimesi Allah, resulü ve müminler hakkında olumlu bir anlam ifade ederken, inkârcı ve münafıklar hakkında onların İslâm, Kur’an ve gerçekler karşısında bilinçsizce kapıldıkları kibir, gurur, inat ve öfke duygularını, bu duyguların etkisiyle işledikleri kötülükleri sürdürmelerini anlatır (bk. Bakara 2/206; Sâd 38/2). Nitekim konumuz olan âyette de “izzet” ve “zillet” ile aynı kökten olup “güçlü olan” ve “zayıf olan” diye çevirdiğimiz kelimeler münafıkların sırf kaba kuvvete dayalı olarak düşündükleri bir üstünlüğü ifade etmekte; Allah’a, resulüne ve müminlere nisbetle kullanılan “izzet” kelimesi ise gerçek, kesintisiz ve sonsuz saygınlığı belirtmektedir. Bu sebeple Râgıb el-İsfahânî bunu “hakiki izzet”, bunların dışında kalanların kendilerinde vehmettikleri izzeti de “sun‘î izzet” olarak değerlendirmektedir. Kur’an’da ve hadislerde aynı kökten türeyen kelimeler arasında en fazla Allah’ın isimlerinden olarak “azîz” kelimesinin kullanılmış olması da bu anlayışı destekler niteliktedir (daha fazla bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, “İzzet”, DİA, XXIII, 555-556; ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/26; Fâtır 35/10).

Münâfikûn Suresi Ayet Listesi
Sesli ve Görüntülü Yayınlar
  • Diyanet TV

  • Diyanet Kur'an Radyo

  • Diyanet Radyo

  • Diyanet Haber

  • Diyanet Yayınları