Ayet
-
اَلَّذٖينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الْاُمِّيَّ الَّذٖي يَجِدُونَهُ مَكْتُوباً عِنْدَهُمْ فِي التَّوْرٰيةِ وَالْاِنْجٖيلِؗ يَأْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهٰيهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَٓائِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ اِصْرَهُمْ وَالْاَغْلَالَ الَّتٖي كَانَتْ عَلَيْهِمْؕ فَالَّذٖينَ اٰمَنُوا بِهٖ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّـذٖٓي اُنْزِلَ مَعَهُٓۙ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَࣖ
﴿١٥٧﴾
Meal (Kur'an Yolu)
Tefsir (Kur'an Yolu)
Bu ve bundan sonra gelecek âyette Hz. Peygamber’in niteliği olarak kullanılan ümmî kelimesinin kökü ve anlamı hakkında üç farklı görüş ileri sürülmüştür: a) Ümmülkurâ (Mekke) ismine nisbetle “Mekkeli” anlamında; b) Ümmet (millet) kelimesine nisbetle “Arap milletinden” (çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen bir topluma mensup) anlamında; c) Ümm (anne) kelimesine nisbetle “annesinden doğduğu gibi, annesi gibi” (okuma-yazma bilmeyen) anlamında (İbn Atıyye, VII, 177-178).
Son görüş daha çok benimsenmiştir. Zira İslâm öncesi Arap toplumunda erkekler arasında, az da olsa, okur yazarlar bulunmasına karşılık kadınlardan hemen hemen hiç kimse okuma yazma bilmezdi. Bundan dolayı ümmî kelimesi genellikle Hz. Peygamber’in en azından başlangıçta okuma yazma bilmediğini, dolayısıyla tebliğ ettiği din ile ilgili bütün bilgilerini yalnızca Allah’tan almış olduğu gerçeğini ifade eder.
Yine her iki âyette yan yana zikredilen resul ve nebî kelimelerinin anlamları ve aralarında farklılık bulunup bulunmadığı hususu, kelâm ilminin önemli meselelerinden olup bu konuda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Nebî kelimesi, türetilmiş olabileceği iki farklı köke göre iki ayrı anlama gelir. Nbv (ulu, üstün ve şerefli olma) kökünden nebî (en-nebiyyü) “yüce, ulu ve şerefli kişi”; nbe (haber alma, haber iletme) kökünden nebî’ ise (en-nebîü, ki bu da “en-nebiyyü” şekline dönüşmüştür) “haber alan, haber ileten” anlamına gelir. Buna göre peygamberler, insanlar içinde en yüce ve en şerefli kişiler oldukları veya Allah katından haberler getirdikleri ve bunları ümmetlerine ilettikleri için nebî olarak adlandırılmışlardır.
Nebî kelimesinin türetilişi ve kök anlamlarıyla ilgili bu farklılığa rağmen terim anlamı konusunda önemli bir görüş ayrılığı yoktur. Bu hususta yapılan açıklamalardan şu tanımı çıkarmak mümkündür: Nebî, “Allah tarafından seçilip gönderilen, yeni bir din bildirmeyip, Allah’tan aldığı vahiy ile daha önceki peygamberin getirdiği dini yaşatmakla görevlendirilen kişi”dir.
Resul kelimesi ise genellikle “bir kişinin veya makamın, bir görev yükleyerek kendisinden bunu yerine getirmesini istediği veya önemli bir haber, mesaj ya da bilgi vererek bunu başka kişi veya kişilere ulaştırmasını emrettiği elçi” anlamında kullanılır. Nitekim kavram, bu genel anlamıyla Kur’an-ı Kerîm’de geçmektedir (Neml 27/35); ayrıca yine aynı anlamda melekler için de kullanılmıştır (Hûd 11/69, 81; Tekvîr 81/19). Resul kelimesinin İslâmî terminolojideki anlamlarına gelince, bu husustaki tanımlar, “Allah tarafından kendisine bir kitap indirilen, bu kitabın içerdiği bilgi ve hükümleri insanlara tebliğ etmekle yükümlü kılınan kişi” şeklinde özetlenebilir.
Başta Mu‘tezile ulemâsı olmak üzere bazı İslâm âlimleri nebî ile resul kavramları arasında fark bulunmadığını iddia etmişlerse de çoğunluk bunların değişik anlamlarda kullanıldığı kanaatindedir. Bu ayırımı yapanların iki kavram arasındaki farklarla ilgili görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür: Resul kavramı nebîden daha geneldir. Zira nebîlerin sahip olduğu tebliğ özelliği resuller için de geçerlidir; halbuki resullerin sahip olduğu risâlet (yeni kitap ve hükümler getirme) özelliği nebîlerde yoktur. Buna göre nebî sadece kendisinden önceki bir peygambere indirilmiş olan kitap ve hükümleri yaşatıp devam ettiren peygamber olduğu halde resul, kendisine özel bir kitap vahyedilmiş olan ve önceki şeriatların hükümlerini kısmen ortadan kaldıran peygamberdir. Şu halde her resul nebî olduğu halde her nebî resul değildir. Meselâ Hz. Muhammed hem resul hem de nebîdir. Başka bir açıdan ona, Allah ile ilişkisi bakımından, O’nun elçisi olduğu için resul; kullarla ilişkisi bakımından, onlara Allah’ın hükümlerini ulaştırıp bildirdiği için nebî denilmiştir.
Âyette “O ümmî Peygamber’e uyarlar” ifadesiyle Hz. Muhammed zamanında ve daha sonraki devirlerde yaşayıp ona iman etmiş olan yahudiler ve hıristiyanlar kastedilmiş; bunların kutsal kitapları olan Tevrat ve İncil’de Hz. Muhammed hakkında bilgiler bulunduğu belirtilmiştir. Eski kutsal kitaplarda Hz. Muhammed’in peygamberliğini müjdeleyen bu bilgilere İslâm kaynaklarında beşâirü’n-nübüvve veya kısaca beşâir denilmektedir. Bakara sûresinde (2/146) “Kendilerine kitap verdiklerimiz onu kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar” buyurulmuş; Saf sûresinde de (61/6) Hz. Îsâ’nın onu müjdelediği ifade edilmiştir. Bu sebeple müslüman âlimler, ilk dönemlerden itibaren, Kur’an-ı Kerîm’deki bu haberleri belgelendirmek maksadıyla yahudi ve hıristiyan kutsal kitaplarını incelemişler; bunlarda Hz. Muhammed’in müjdelenmesiyle ilgili bilgiler bulunduğunu tespit etmişlerdir (bu hususta bk. yahudi kutsal metinlerinden Tekvîn, 12/1-3; 17/20; 49/10; Tesniye, 18/17-18; 32/21; 33/2; Mezmûr, 45/3-18; 149; İşaya, 21/6-9, 13-16; 42/9-17; 43/1, 6; 54; 60/1-7; 65/1-6; Daniel, 2/31-45; 7/13-14; Habakkuk, 3/3; Malki, 3/1; 4/5; hıristiyan kutsal metinlerinden Matta, 3/2; 4/17; 6/10; 10/7; 13/31-32; 20/1-16; 21/33-34; Luka, 9/2; 10/9; Yuhanna, 1/12; 14/15-16; 15/26-27 16/7, 13-14). Bilhassa Barnaba İncili’nde Hz. Muhammed’in peygamberliğini müjdeleyen ve niteliklerini anlatan oldukça ayrıntılı bilgiler mevcuttur (bilgi için bk. Osman Cilacı, “Barnaba İncili”, DİA, V, 76-81).
Öte yandan Yahudilik ve Hıristiyanlık dışındaki bazı dinlerin kutsal kitaplarında da beşâir mahiyetinde açıklamalar bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerîm’deki “eskilerin kitapları” (Şuarâ 26/196) ifadesiyle bu kitapların kastedildiği düşünülebilir. Meselâ Zerdüşt dininin kutsal kitabı Zend-Avesta’da, “Saoşyant” (âlemlere rahmet) isimli bir kurtarıcının geleceği ve onun bütün insanlara rehberlik yapıp onları ıslah edeceği, putları kıracağı haber verilmiştir (M. Hamîdullah, Le Saint Coran, s. 375). Hint kutsal kitaplarından Veda ve Puranalar’da, çölden “Övülmüş” (Muhammed) adında bir bilgenin çıkacağı, “araba”sının semaya ulaşacağı (mi‘rac), büyük zaferlerinden birini 300 kişiyle (Bedir Savaşı), birini de 10.000 kişiyle (Mekke’nin fethi) yapacağı bildirilmiştir. Kalnki Purana’da ise onun babasına “Allah’ın kulu” (Abdullah), annesine “güvenilir” (Âmine) denileceği; bir kum diyarında (çölde) dünyaya geleceği ve doğduğu şehrin kuzeyine sığınacağı (Mekke’den Medine’ye hicret) belirtilmektedir (M. Hamîdullah, a.g.e., s. 375). Budizm’in kurucusu Buda da “Mettaya” veya “Maitreya” (merhamet, rahmet, sevimli) adında birinin geleceğini ve kendisinin başlattığı işi tamamlayacağını müjdelemiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de de Hz. Peygamber “âlemlere rahmet” (Enbiyâ 21/107); “müminlere karşı şefkat ve merhamet dolu” (Tevbe 9/128) olarak tanıtılmıştır (beşâir ile ilgili bilgi için bk. Mehmet Aydın, “Beşâirü’n-nübüvve”, DİA, V, 549-550; a.mlf., “Faraklit”, a.g.e., XII, 165-166).
Allah Teâlâ, İsrâiloğulları’na gönderilmiş bulunan Tevrat ve İncil’de Hz. Peygamber’in vasıflarının bildirildiğini ifade buyurduktan sonra onun tebliğinin, yahudileri daha yakından ilgilendiren başlıca özelliklerini sıralamaktadır. Bunlar, Hz. Peygamber’in onlara iyiliği (ma‘rûf) emretmesi, kötülüğü (münker) yasaklaması, temiz şeyleri (tayyibât) helâl, pis şeyleri (habâis) haram kılması, üzerlerindeki ağırlığı kaldırıp zincirlerini çözmesi yani önceki şeriatlerin onları cezalandırmak üzere koyduğu ağır hükümleri kaldırması veya hafifletmesidir.
Âyette bütün peygamberler gibi Hz. Muhammed’in de en temel görevlerinden birinin “iyiliği (ma‘rûf) emretme ve kötülüklerden (münker) menetme” faaliyeti olduğu bildirilmektedir. Ma‘rûf, aklıselimin benimsediği, insanın aslî tabiatıyla uyuşan, mâşerî vicdanda beğenilip kabul gören, din tarafından da tasvip edilip meşruiyet kazanan iyi, güzel, faydalı tutum ve davranışlar; münker ise bunun zıddıdır (geniş bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/104).
“Temiz şeyler” diye çevirdiğimiz tayyibât, kısaca zararlı olmayan, tiksinti vermeyen ve dinin helâl saydığı şeyler için kullanılan tayyibe kelimesinin çoğulu; “pis şeyler” diye çevirdiğimiz habâis de zararlı veya tiksinti verici olan, din tarafından da haram kılınan şeyler için kullanılan habîse kelimesinin çoğuludur. Âyette ma‘rûf-münker kelimeleri fiil ve davranışlar için, tayyibât-habâis kelimeleri de yiyecek içecekler için kullanılmıştır. Fahreddin er-Râzî’ye göre tayyibât kelimesini “Allah’ın helâl kıldığı şeyler” şeklinde açıklayanlar bulunmuşsa da bu yanlıştır; zira o takdirde âyetten, “Allah’ın helâl kıldığı şeyleri helâl kılar” gibi uygun olmayan bir anlam çıkar. Kezâ bu açıklama kabul edilecek olursa âyetin bir anlamı kalmaz. Çünkü Allah’ın neleri helâl kıldığını, bunların ne kadar olduğunu bilemeyiz. Şu halde tayyibâttan maksat, haz verdiği için insan tabiatının hoş ve güzel bulduğu şeyler olmalıdır. Yararlı işlerde kural helâllik olup, bu âyet kişinin hoşlandığı ve yaratılışı icabı haz duyduğu şeylerin –aksi yönde özel bir delil bulunmadıkça– helâl olduğunu göstermiştir (XV, 24).
Buna göre İslâm’ın gerek fiillerle gerekse yiyecek ve içeceklerle ilgili emir ve yasakları insanın aklıselimi ve temiz tabiatıyla, fıtrî yönden bozulmamış toplumların genel yargılarıyla bağdaşan hükümlerdir. Çünkü bu hükümler, anılan nitelikteki kişilerin ve toplumların iyi, doğru ve güzel bulup hoşlandıkları şeyleri helâl veya mubah kılma; kötü, yanlış ve zararlı bulup tiksinti duydukları şeyleri de haram kılma özelliği taşır. Kur’an-ı Kerîm’de Allah’ın insan tabiatına yaratılıştan verdiği, sağlıklı yargı gücünü de kapsayan bu üstün özelliklere “fıtratullah” (Allah’ın fıtratı) denilmiştir (fıtrat hakkında bilgi için bk. Rûm 30/30). İnsanın önce “ahsen-i takvîm” üzere yaratılıp sonra “esfel-i sâfilîn” seviyesine düşürülmesi de onun esasen doğru hükümlere varmasını sağlayacak yüksek melekelerle donatılmış bir fıtrata sahip olduğu; fakat ilâhî bir imtihan olmak üzere kendilerine verilen –iyinin yanında– kötüyü de tercih edebilme yeteneğini kullanması neticesinde bu fıtratın bozulup doğru hüküm verme kabiliyetini tamamen veya kısmen kaybettiği gerçeğini ifade etmektedir (Tîn 95/4-6; krş. İnsân 76/3; Şems 91/7-8).
Âyetin “Peygamber onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten meneder; yine onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını kaldırır, üzerlerindeki zincirleri çözer” meâlindeki kısmının ifade ettiği önemli bir husus da Peygamber’in teşrî‘deki yeridir. Buna göre Kur’an-ı Kerîm Peygamber’in sadece kalbine aktarılan vahyi seslendiren bir araç konumunda olmadığını, kuşkusuz ilâhî iradeye bilinçli ve özgür bir şekilde bağlı kalmak şartıyla bu irade istikametinde teşrî‘de aktif bir role sahip olduğunu göstermektedir.
Daha önceki âyetlerde İsrâiloğulları’nın, temiz fıtratlarını çeşitli bâtıl inanç ve çirkin davranışlarla bozduklarına dair açıklamalar yapıldıktan sonra bu âyette de Hz. Peygamber’in onları bu durumdan kurtarmak için kendilerine iyiliği emredip kötülükten menettiği, temiz şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kıldığı ve böylece onun (diğer bütün insanlar gibi) İsrâiloğulları için de bir kurtarıcı ve hidayet rehberi olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber, Yahudilik’teki bir kısım hükümleri neshetmek (yürürlükten kaldırmak veya değiştirmek) suretiyle kendisine inanan ve tâbi olan İsrâiloğulları’nı bazı hataların ölümle cezalandırılması, çeşitli temiz yiyeceklerin ve sakıncasız davranışların haram sayılması, cumartesi günü çalışmanın yasak olması, tövbe ve pişmanlığın kabul edilmemesi gibi eski dinlerindeki ağır hükümlerin baskısından da kurtarmıştır. Öte yandan İslâm’ın günümüzdeki muharref (bozulmuş, değiştirilmiş) İnciller’in öngördüğü aşırı çileci ve riyâzetçi hayat anlayışını kaldırması da bu çerçevede düşünülebilir. Âyette Ehl-i kitabın bu nevi meşakkatli yükümlülüklerden kurtarılması “ağırlıklarını kaldırma” şeklinde ifade buyurulmuştur. Ayrıca, kaldırılan hükümlerin bir kısmı, aslında Allah’ın koyduğu hükümler değil, yahudilerin veya hıristiyanların zaman içinde kendilerinin uydurup dinlerine kattıkları hurafeler olduğu ve bunlar insanların hür ve rahat yaşamalarını engellediği için bu hükümler âyette “üzerlerindeki zincirler” diye nitelenmiştir. Buna göre İslâm dini, geleneksel Yahudilik’te bulunan ve insanları bir nevi esir durumuna düşüren bu ağır hükümleri kaldırarak kendisine uyan İsrâiloğulları’nı ağır ve gereksiz yüklerden kurtarmış; esaret zincirlerini çözmüştür. Böylece Hz. Peygamber ve onun getirdiği İslâm dini, bir önceki âyette her şeyi kuşattığı bildirilen ilâhî rahmetin bir tezahürü olarak gösterilmiş bulunmaktadır.
Âyetin özel maksadı, Kur’an mesajının Ehl-i kitap için de bir kurtuluş ve özgürlük vesilesi olduğunu onlara bildirmektir. Ancak burada dolaylı olarak Hz. Peygamber’in bir kolaylık ve özgürlük dini getirdiği bildirilmekte; müslümanların, daha önce yahudiler ve hıristiyanlarca yapılan hatayı tekrarlayarak, insanları gereksiz yük ve meşakkatler altına sokacak, onların özgürlüklerini daraltıp zincirlere bağlayacak uydurma hükümler, hurafe içeren inançlar türetmekten kaçınmaları gerektiğine de işaret edilmektedir. Ne yazık ki bu uyarıya rağmen, zaman içinde genellikle müslümanlar da din adına, fitneyi önlemek, kötülükten sakındırmak, belli bir mezhep veya meşrebi ya da bir ırkı kuvvetlendirmek gibi türlü niyetlerle bir kısım ma‘rûfu münker (iyiyi kötü), tayyibâtı habâis (güzel ve meşrû şeyleri çirkin ve gayrı meşrû) olarak göstermişler; Allah’ın dinine onda olmayan şeyler katmışlar ve giderek onun âdeta yaşanması mümkün olmayan; hayatın tabii seyrine, ihtiyaç ve zaruretlerine aykırı, gelişmeye engel bir din gibi algılanmasına sebep olmuşlardır.
Daha önce İsrâiloğulları dinlerine ilâveler yapma yanlışını yaptıkları, ayrıca kutsal kitapları da tahrif edildiği için –eski dinlerinde müjdelendiği gibi– Allah Teâlâ Hz. Peygamber’i ve İslâm’ı göndermiş, böylece –hakkı bâtıldan ayırıp– bildirmiştir. Ancak, bütün eski kutsal kitaplardan farklı olarak Kur’an’da yeni bir peygamber geleceğine dair hiçbir bilgi yoktur; hatta Kur’an açıkça Hz. Muhammed’i son peygamber olarak tanıtmıştır (Ahzâb 33/40). Yine eski dinlerin aksine, İslâm’ın orijinal kaynakları elimizdedir. Bu sebeple İslâm’ı öz kaynaklarıyla yeniden çağın gündemine sokmak; müslümanların ve genel olarak insanların, vahiy nurundan mahrum bırakılmaları neticesinde içine düştükleri karanlıktan, cehalet ve haksızlıklardan, türlü sapıklık ve ahlâksızlıklardan kurtulmaları yolunda çaba göstermek; bunun için de –İslâm kültür mirası ile çağdaş hayatın ihtiyaç ve zaruretlerini birlikte değerlendirmek suretiyle– doğru, mâkul ve yeterli çözümler üretmek günümüz müslüman âlimlerinin ertelenemez görevleridir. Âyetin son cümlesindeki “Peygamber’e inanma, onu koruyup destekleme, ona yardım etme ve onun getirdiği nura (Kur’an) uyma”nın anlamı da –tıpkı ashâb-ı kirâmın yaptığı gibi– Hz. Peygamber’in İslâm’ı bütün saflığı ve berraklığı ile hayata yansıtıp insanlığı onun ışığı ile aydınlatma davasını bugün de sürdürmektir. Âyet, kurtuluşun yalnızca bu yolla gerçekleşeceğini bildirmektedir.
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 601-607