“Biat etme” ve “biatı kabul etme” anlamları verilerek çevrilen fiiller, “satma ve satın alma” mânalarına gelen bey‘ masdarından türetilmiş olup aynı kökten gelen bey‘at (biat) kelimesi, “satım sözleşmesinin tamamlandığını gösteren el sıkışma hareketi, itaat hususunda söz verme ve söz alma, bir kimsenin yöneticiliğini kabul etme” gibi anlamlara gelir. Fetih sûresinin 10 ve 18. âyetlerinde Resûlullah’a “bağlılık yemini etme” anlamıyla kullanılan bu fiilin burada Hz. Peygamber’e “dinin temel buyruk ve yasaklarına uyma hususunda söz verme”yi ifade ettiği görülmektedir.
Resûl-i Ekrem, tebliğ görevinin dönüm noktası sayılan bazı zamanlarda ve gerekli durumlarda gerek kadınlardan gerekse erkeklerden biat almıştır. Onun, peygamberliğinin 12 ve 13. (m. 621-622) yıllarında –hicretten sonra Medine adını alacak– Yesrib’den gelen müslümanlarla yaptığı biatlar “Akabe biatları” diye anılır ve bunlardan birincisinde alınan sözlerle konumuz olan âyette belirtilen biatın içeriği hemen hemen aynıdır. Yukarıda değinildiği üzere, Hz. Âişe’nin verdiği bilgiye göre Resûlullah, Hudeybiye barışından sonra hicret ederek gelen mümin kadınlardan burada zikredilen biat ifadeleriyle söz alıyor ve 10. âyette yapılması istenen sınamayı bu şekilde gerçekleştirmiş oluyordu. Mukatil’den, Hz. Peygamber’in Mekke’nin fethi günü Safâ tepesinde erkeklerden bu âyette belirtildiği şekilde biat aldığı, aşağı tarafta da onun adına Hz. Ömer’in kadınlardan biat aldığı, dolayısıyla âyetin o sıralarda inmiş bulunduğu rivayet edilmiş olmakla beraber, Hz. Âişe rivayetinde belirtildiği üzere daha önce indiği ve Mekke fethi sırasında aynı ifade kalıplarıyla biat alındığı da düşünülebilir (Resûlullah’ın bu konudaki uygulamalarına ilişkin örnek olaylar için bk. Taberî, XXVIII, 78-81).
Buradaki biatın konusunu oluşturan hususlar (Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmama, hırsızlık yapmama, zina etmeme, çocuğunu öldürmeme, iftira etmeme, dine ve akla uygun [ma‘rûf] hiçbir konuda Allah’ın resulüne karşı gelmeme) Kur’an’ın üzerinde önemle durduğu ilke değerinde hükümler olup aynı zamanda bütün ilâhî dinlerin ortak noktalarındandır (bilgi için bk. Bakara 2/83-84; Mâide 5/38-39; En‘âm 6/151-153; İsrâ 17/23-39; Nûr 24/4). Bunlardan “çocuğunu öldürmeme” yahudi-hıristiyan literatüründe “on emir” diye bilinen buyruklardan (Çıkış, 20/1-17) “öldürmeme” hükmü kapsamında düşünülebileceği gibi, “iftira etmeme” de “yalan şahitliği yapmama” kuralının tabii bir uzantısı sayılabilir. “Dine ve akla uygun hiçbir konuda Allah’ın resulüne karşı gelmeme” hükmü ise Kur’an’ın sık sık müminlerin dikkatini çektiği bir husus olup dolaylı olarak yahudi ve hıristiyanların dinî öğretilerindeki peygamber telâkkisiyle ilgili önemli bir yanlışlığın da altı çizilmiş olmaktadır. Nitekim Yahudilik’te peygamberin Allah’tan vahiy alma ve ilâhî mesajı açıklama misyonunun sönük tutulmasına karşılık Hıristiyanlık’ta peygambere tanrılık yakıştırma noktasına varılması iki aşırı ucu temsil ederken, bu ve benzeri deliller ışığında oluşan İslâmî öğreti peygamberi tam olarak “peygamberlik” mertebesinde tutma yani “ilâhî bildirimleri Allah’tan alıp insanlara bildirmekle ve açıklamakla görevli bir beşer” olarak algılama şeklinde özetlenebilecek itidal çizgisini esas almıştır. Esasen Allah resulünün ma‘rûf (dine ve akla uygun) olmayan bir talepte bulunması düşünülemez; fakat ona karşı gelmeme buyruğuna böyle bir kayıt konması, yaratanın iradesine aykırı hususlarda hiçbir yaratılmışa itaat edilmeyeceğine özel bir vurgu yapma amacıyla izah edilebilir (Şevkânî, V, 249). Bir başka anlatımla bu kayıt, peygamberin dahi Allah’ın iradesine aykırı bir otoriteye sahip olamayacağının teorik bir ifadesi sayılabilir. Biat tamamlanınca Hz. Peygamber’in onlar için Allah’tan bağışlama dilemesinin istenmesi de peygamberin konumunu doğru anlamayı kolaylaştıracak bir açıklamadır. Buna göre –bazı dinlerde olduğu gibi– ruhanî sınıfın kendilerine Allah adına bağışlama yetkisi biçmeleri şöyle dursun, Allah Teâlâ’nın vahye muhatap kıldığını ve dini açıklama yetkisi verdiğini bildirdiği peygamber bile böyle bir yetki ile donatılmamıştır. Bu ancak, peygamberlerin ve dilediği kullarının yine Allah’ın izniyle şefaatçi olabilecekleri noktasına ulaşmaya imkân veren bir ifadedir, ki Kur’an’ın diğer beyanları da bunu teyit etmektedir.
Öte yandan âyetin bu kısmı, peygamber dışında kendilerine bağlılık sözü verilecek veya âmir konumundaki kişilere itaatin sınırını belirleme açısından da önemli bir ölçü getirmiş olmaktadır: Emredilen konumundakiler, mâruf olan buyruk ve isteklerde –kişisel tercihleri farklı olsa da– karşı gelmeyecekler, isyan etmeyecekler; mâruf olmayanlarda ise –kendilerine hoş görünse bile– itaat etmeyecekler. Tabii ki burada kişinin kendisine bir katkı sağlamayan ve kendisinin de bir katkıda bulunmadığı bir ölçme-tartma ameliyesinden söz edilmediği için, ma‘rûf denen ölçü de bize verilmiş hazır bir ölçme âleti olarak düşünülmemelidir. Aksine, Kur’an’da farklı bağlamlarda otuz dokuz defa (bir yerde “ma‘rûfetün” şeklinde) geçen bu kavramın dinin ilkelerini iyi kavramış ve aklını sağlıklı biçimde kullanabilen bireylere ve onların oluşturduğu topluma yapılmış bir göndermede bulunduğu dikkate alınırsa, bunun içeriğini doldurmada müslümanlara önemli görevler düştüğü kolayca anlaşılır. Bu, Kur’an’ın, aklın ve vahyin ışığında gelişen bireysel bilince ve toplumsal sağ duyuya ne kadar değer verdiğinin de açık bir göstergesidir. Kadınlarla yapılan biat bağlamında yer alan bu ifadenin, kadının da mârufa uygun olmayan buyruklara karşı tavır koyma hak ve özgürlüğünün, hatta yükümlülüğünün bulunduğunu özel olarak hatırlatma anlamı taşıdığı da dikkatten kaçırılmamalıdır (Ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/104; Nisâ 4/19, 100, 140; Mâide 5/79). Bazı tefsirlerde buradaki “mâruf” kaydı ile ilgili oldukça daraltıcı yorumlar yapıldığı da görülmektedir (meselâ bk. Taberî, XXVIII, 77-81; Râzî, XXIX, 308); fakat Şevkânî’nin de belirttiği üzere Kur’an, bu yorumların çok ötesinde bir anlam genişliğine sahiptir (V, 249).
Âyette söz konusu edilen biatın içeriği hayatî bir önemi haiz olduğu kadar, bu biatın tarafları da Kur’an’ın mesajı açısından oldukça dikkat çekicidir. Her şeyden önce, kadını kol gücünün zayıflığı ve ömrünü süslenmekle geçiren bir varlık olması gerekçeleriyle horlayan bir toplumun (bk. Zuhruf 43/18), bu kadar kısa bir süre içinde onu peygamber ve devlet başkanı ile yapılan bir sözleşmenin tarafı olarak kabullenebilir hale gelmesi Kur’an’ın gerçekleştirdiği zihniyet inkılabının en belirgin göstergelerinden sayılabilir. Bunun ötesinde asıl mesaj tabii ki kadının kendisini nerede görmesi gerektiğiyle ilgilidir. Âyetin “mümin kadınlar sana biat etmeye geldiklerinde” ifadesini taşıması yani kadınları ilk hareketin öznesi yapması da bu açıdan mânidar görünmektedir. Esasen Hz. Peygamber bu âyet öncesinde ve sonrasında kadın olsun erkek olsun gerekli durumlarda ashabından biat almış olmakla beraber Kur’an’ın bu hususu ayrıca tescil etmesi, kadının toplumsal yapı içinde olması gereken yeri ısrarla belirtme ve konunun önemine özel bir vurgu yapma anlamı taşır.
“Elleriyle ayakları arasında” ifadesi “tamamen kendisinin uydurduğu, hakkında hariçten bir delil bulunmayan” demektir. Bazı müfessirler “elleriyle ayakları arasında bir iftira düzüp getirmeme” ifadesinin bir kadının başka erkekten olan çocuğunu veya bırakılmış olarak bulduğu bir çocuğu kocasına isnat etmesi anlamında bir deyim olduğunu belirtirler; fakat, hakikat, mecaz ve kinaye olarak değişik mânalara açık olan bu ifadenin (bk. İbn Âşûr, XXVIII, 166-167), iftira sayılabilecek her türlü davranışı kapsadığı; –fiille işlenen günahlara değinildikten sonra– burada müminlerin, başkasını çekiştirme, koğuculuk yapma, namusa dokunacak sözler söyleme, yalancılık ve sahtekârlık yapma gibi sözlü olarak işlenen günahlardan da sakındırıldığı anlaşılmaktadır (Elmalılı, VII, 4918).
Biat uygulamasına ilişkin bir rivayete göre, kadınlar biat sözlerini tamamlayınca, Resûlullah “elinizden geldiğince ve güç yetirebildiğiniz ölçüde” şeklinde bir kayıt koydu. Bunun üzerine kadınlar “Allah ve resulü bize kendimizden daha merhametli” diyerek onun rahmet peygamberi olduğunu vurgulayan bir şükran ifadesiyle karşılık verdiler (Taberî, XXVIII, 79).