Kur'an ,Meal ve Tefsir Okuma Alanı. Seslendirmek istediğiniz ayetin üzerine çift tıklayınız.
Nisâ Suresi
92
5 . Cüz
87

Meal

Allah -ki, kendisinden başka tanrı yoktur- elbette kıyamet günü hepinizi huzuruna toplayacaktır, bunda hiçbir kuşku yoktur. Sözce Allah’tan daha doğru kim vardır! 87﴿

Tefsir

Allah -ki, kendisinden başka tanrı yoktur- elbette kıyamet günü hepinizi huzuruna toplayacaktır, bunda hiçbir kuşku yoktur. Sözce Allah’tan daha doğru kim vardır!
88-89

Meal

Size ne oluyor da münafıklar hakkında ikiye bölünüyorsunuz? Hâlbuki kendileri hak ettikleri için Allah onları küfre geri çevirmiştir. Allah’ın saptırdıklarını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah’ın saptırdıkları için asla doğruya yol bulamazsın. 88﴿ Kendileri nasıl inkâr etmişlerse sizin de öyle inkâr etmenizi, böylece onlara eşit ve benzer hale gelmenizi isterler. (İman edip) Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan dostlar edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün; hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin. 89﴿

Tefsir

Buradan itibaren 91. âyete kadar özel olarak Kur’an’ın geldiği tarihte ve çevrede, genel olarak da her zaman ve her yerde, gruplar ve topluluklar olarak müslümanlarla müslüman olmayanlar arasındaki ilişkiler ele alınmaktadır. İslâm başka inançları ve hayat tarzlarını benimseyen fertlere ve gruplara da hayat hakkı tanıdığı, onları hem kendi içlerinde hem de dünya yüzünde korumayı müslümanlara ödev kıldığı için ilişkilerin –taraflara zarar vermemesi amacıyla– bazı kurallara bağlanmasına ihtiyaç hâsıl olmuştur. Bu ihtiyaç hem âyetlerle hem de Hz. Peygamber’in ve onun çizgisindeki halifelerin uygulamalarıyla –farklı ve yeni ilişki biçimlerine de örnek teşkil edecek şekilde– karşılanmıştır.

Müslümanlar Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra çeşitli ilişkilere girmek durumunda oldukları gayri müslimler şu gruplara ayrılmıştı: Mekke’de ve Medine’de yaşayan müşrikler, Medine ve civarında yaşayan Ehl-i kitap (daha çok yahudiler), hem Mekke’de hem de Medine’de yaşayan, müşrik veya Ehl-i kitap oldukları halde bu durumlarını gizleyen ve müslüman görünen münafıklar. Gayri müslimlerin müslümanlarla gruplar arası siyasî ilişkileri de şu kategoriler içinde cereyan ediyordu: a) Hasımlar ve düşmanlar, b) antlaşmalılar ve bunlarla antlaşma yapmış bulunan diğerleri, c) tarafsızlar. 91. âyete kadar bu konular ele alınmış, ilişkilerde uyulacak kurallara ışık tutulmuştur.

Burada zikredilen münafıkların Medine’de yaşayanlar mı, yoksa Mekke’de kalanlardan bir grup mu olduğu konusunda tefsircilerin farklı açıklamaları vardır. Buhârî’nin nüzûl sebebi olarak rivayet ettiği hadis şöyledir: Bazı insanlar, Uhud Savaşı için sefere çıkan Hz. Peygamber’in ashabına katıldıkları halde Medine’ye geri dönmüşlerdi. Kalanlar onlara yapılacak muamele konusunda ikiye ayrıldılar. Bir grup Hz. Peygamber’e onları öldürmesini öneriyor, diğerleri ise bu öneriye karşı çıkıyorlardı. Bunun üzerine “Size ne oluyor da münafıklar hakkında ikiye bölünüyorsunuz?” meâlindeki âyet geldi. Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: “O Medine’dir; ateş nasıl gümüşün pasını giderirse o da mânevî kirleri yok eder” (“Tefsîr”, 4/15). Bu rivayeti farklı şekillerde nakleden başka hadisçi ve tarihçiler de vardır (bk. İbn Kesîr, II, 352-353). Bunlara dayanan tefsircilere göre âyetin geliş sebebi bu olaydır. Ancak geliş sebebini bu olaya bağlamakla akla gelecek bütün sorular cevaplandırılmış olmamaktadır. Nitekim söz konusu gruba ait açıklamalar getiren 89. âyette “Allah yolunda hicret edinceye kadar...” kaydı vardır. Medine’ye dönen münafıklar için göç (hicret) söz konusu olamayacağına göre âyetten bunların kastedilmiş olması (ve olayın nüzûl sebebi olması) uzak bir ihtimal olarak kalmaktadır. Bu sebeple İbn Âşûr, haklı olarak –bu nüzûl sebebini benimseyenler için– şöyle bir te’vilin kaçınılmaz olduğunu kaydetmiştir: “Burada hicretten maksat iman ve cihada dönmektir” (V, 151). Taberî de –aynı gerekçe ile– nüzûl sebebinin Medine’de yaşayan ve Uhud Savaşı’nda geri dönen münafıklar değil, Mekke’de yaşayan, gerçekte putperest oldukları ve müslümanlar aleyhine faaliyette bulundukları halde Medine’ye geldikçe veya müslümanlarla karşılaştıkça kendilerini onlardanmış gibi gösterenler olduğunu zikretmektedir (V, 200 vd.; İbn Kesîr, II, 354). Müslümanlarla savaş durumunda olan gayri müslimler ve bunlara yardımcı olanların ele geçirildiklerinde esir edilmeleri, gerektiğinde öldürülmeleri savaş halinin tabii sonuçlarındandır.

“... İnkâr etmenizi, böylece onlara eşit ve benzer hale gelmenizi isterler” cümlesi, farklı inanç ve düşüncede olan grupların birbirlerine karşı sosyo-psikolojik durum ve tutumlarını ifade etmektedir. Bu beşerî ve sosyal kural asırlar boyu değişmeden gelmiştir. Ulus devletlerin doğduğu günümüzde de insanların eşitlikten tam yararlanabilmeleri için aynı ulustan olması gerekiyor. Uluslar, aradaki “farklı ulustan olma” durumunun ortadan kalkmasını istemiyorlar; ancak kültür, inanç ve ideoloji farkının temel haklar açısından bir ayırımcılık sebebi sayılmamasını istiyorlar. Ne var ki, sözde çoğulculuğu savunanlar uygulamada bunun, diğer inanç sistemlerinin, kültür ve ideolojilerin ortadan kalkması ve dünyada tek tip bir kültürün (günümüzde Batı kültürü) kalması şeklinde gerçekleşmesini hedefliyorlar. Bunca insan hakları belgelerine ve antlaşmalarına rağmen uygulamada sırf renkleri, kültürleri ve inançları farklı olduğu için bir kısım insanlar ve uluslar diğerlerine eşit sayılmıyor, haklarına eşit derecede saygı gösterilmiyor ve sahip çıkılmıyor. “Sen onların dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da senden asla memnun kalmayacaklardır” (Bakara 2/120) meâlindeki âyet de bu gerçeği ifade etmektedir. Bugün yeryüzünde mevcut birçok din, ideoloji ve kültür açısından insan haklarında eşit olmanın şartı aynı kültürü ve inancı paylaşmaktır. Ancak İslâm’da insanların, insan haklarından yararlanabilmeleri için müslüman olmaları şartı yoktur. Allah Teâlâ kullarının müslüman olmalarını ister, bundan hoşnut olur fakat onları buna zorlamaz. Dileyenlerin kendisini de, hak dini de inkâr etmelerine fırsat verir, bundan dolayı onlardan dünyada rahmetini ve rızkını esirgemez. Müslümanlar da başka dinden olanlara bu ilâhî muamele örneği çerçevesinde yaklaşmak ve davranmak durumundadırlar. İslâm dini, Ehl-i kitabı tevhid çerçevesinde birliğe, bütün insanlığı da barış ve insan haklarına saygı ilişkisi içinde yaşamaya davet etmesine rağmen müslümanlarla müslüman olmayanlar arasında hâlâ değişmediği müşahede edilen uygulamadaki bu tutum ve yaklaşım farkı sebebiyle onların dostluk ve yardımlarına güvenmemek esastır. Müslümanlar elbette kendilerine düşmanca davranmayan, antlaşmalarına sadık kalan gayri müslimlerle barış ve iyi ilişkiler içinde olacaktır. Ancak karşı tarafın –açıklanan ve tarih boyunca yaşanıp görülen– temel yaklaşım ve tutumlarının da unutulmaması gerekmektedir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 110-112
90

Meal

Ancak kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir toplumla ilişki içinde olanlar yahut sizinle de kendi kavimleri ile de savaşmayı içlerine sindiremeyip size sığınanlar müstesna. Allah dileseydi onları başınıza belâ ederdi de sizinle mutlaka savaşırlardı. Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilirler de sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse Allah size, onların aleyhine bir yola girme hakkı vermemiştir. 90﴿

Tefsir

İlk yıllarda müslümanların çevresinde bulunan gayri müslimlerden iki grup daha bu âyette söz konusu edilmektedir: a) Müslümanlarla antlaşmalı bulunan gruplarla himaye ve birlikte hareket gibi anlaşma ilişkisi içinde olan topluluklar. Dostun dostu, barışığın barışığı aynı muameleyi göreceği için bunlarla savaş haline son verilecektir. Nitekim Hudeybiye Antlaşması’nın bir maddesinde bu hüküm şu şekilde yer almıştır: “Dileyen kabileler Kureyş safında, dileyenler de Muhammed’in tarafında akid ve ahde (antlaşma) dahil olabilirler” (Müsned, IV, 325; İbn Kesîr, II, 354). b) Tarafsızlar. Ulus devletlerin doğmadığı zamanlarda ve İslâm’ın ilk tebliğ edildiği çevrede önemli ve yaygın sosyal gruplardan ikisi de kavim ve kabile idi. Kur’an dilinde kavim kelimesi “hısım, akraba, kabile, kabileler topluluğu birlik ve mutlak anlamda topluluk” mânalarında kullanılmaktadır. O dönemde gayri müslimler arasında kendi kavim ve kabilelerine karşı savaşmak istemedikleri gibi onların düşman ilân ettikleri ve savaştıkları diğer topluluklara karşı da savaşmak istemeyen gruplar vardı. Bunlar Medine’ye gelip niyetlerini açıkladıklarında kendileriyle bir mânada “tarafsızlık antlaşması” yapılacaktır.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 112-113
91

Meal

Bunlardan başka hem sizin hem de kendi topluluklarının karşısında güvende olmak isteyen kimseleri de bulacaksınız. Bunlar ne zaman fitneye yönlendirilseler hemen dönüp ona dalarlar; bu sebeple sizden uzak durmaz, size barışçı davranmaz ve yakanızdan ellerini çekmezlerse onları hemen yakalayın, ele geçirdiğiniz yerde öldürün. İşte onlar hakkında size apaçık bir yetki vermiş olduk. 91﴿

Tefsir

Tefsircilerin Medine çevresinden Gatafân ve Esedoğulları’nı, Mekke’den de Abdüddâroğulları’nı örnek olarak gösterdikleri bu grup, menfaatleri böyle gerektirdiği için Medine’ye gelince müslüman oluyorlar, Mekke’ye gidince de şirke dönüp müşriklerle beraber putlara tapıyor, gerekli gördüklerinde müslümanlar aleyhine Kureyş’le iş birliği yapıyorlardı. Hz. Peygamber açıkça kâfir olmayanları, gizli din taşıyanları, müslüman görünenleri, dıştan göründükleri gibi kabul ediyor, kişinin küfrüne açık ve objektif delil bulunmadıkça ona mümin muamelesi yapıyordu. Allah Teâlâ bunların münafık olduklarını, müslümanlıklarının samimi olmadığını bildirerek müslümanlara –insanların kalpleri bilinemeyeceği için başka türlü elde edilemeyecek olan– bir delil vermekte ve bu grubun da sulha yanaşmadıkları, müslümanlara zarar verdikleri sürece kendileriyle savaşanlar gibi mütalaa edilmesi gerektiğini bildirmektedir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 113
Nisâ Suresi
93
5 . Cüz
92

Meal

Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı olamaz. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin mümin bir köle âzat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir; ancak ölünün ailesi diyeti bağışlarsa o başka. Öldürülen, mümin olmakla birlikte size düşman olan bir topluluktan ise mümin bir köle âzat etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluluktan ise ailesine teslim edilecek bir diyet vermek ve mümin bir köleyi âzat etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay peş peşe oruç tutması lâzımdır. Allah her şeyi bilmektedir, hikmet sahibidir. 92﴿

Tefsir

Gayri müslimlere “savaş, barış ve tarafsızlık” ilişkileri çerçevesinde nasıl davranılması gerektiği konusundan sonra müminler arasındaki ilişkilere geçilmiş ve bu ilişkinin kural olarak dostluk ve kardeşlik ilişkisi olacağı birçok âyette beyan edildiği için bir müminin bir diğerini kasten öldürmesinin düşünülemeyeceğini, hiçbir müminin böyle bir cinayeti göze alamayacağını, böyle bir şeyin asla olmaması gerektiğini vurgulayan ve telkin eden bir giriş yapılmış, devamında önce yanlışlıkla vuku bulan öldürme olaylarının telâfisi ve cezası bildirilmiş, sonra gelen 93. âyette ise şiddetle kınanmış ve yasaklanmış olmasına rağmen yine de bir kasten öldürme olayı meydana gelirse bunun nasıl bir suç teşkil edeceğine ve ağır cezasına temas edilmiştir.

Taberî ve Vâhidî gibi müfessirlere göre âyetin gelmesi şöyle bir olay üzerine olmuştur: Ebû Cehil’in anneden kardeşi Ayyâş b. Ebû Rebîa müslüman olmuş, Hz. Peygamber’den önce Medine’ye hicret etmişti. Ebû Cehil, iki kardeşini de yanına alarak Medine’ye gelmiş, Ayyâş’a “Annemiz seni görmedikçe gölge altına girmeyeceğine yemin etti. Gel beraber gidelim, annemiz seni görsün, sonra döner Medine’ye gelirsin. Vallahi sana zarar vermeyiz, dönmeni de engellemeyiz” diyerek onu ikna etmiş, Mekke’nin yolunu tutmuşlardı. Şehirden biraz uzaklaşınca Ayyâş’ı bağladılar, Mekke’ye bağlı olarak getirdiler, dininden dönmedikçe bağlarını çözmeyeceklerini söyleyip onu hapsettiler. Hâris b. Zeyd adını taşıyan kardeşi gelip gidip Ayyâş’ı dövüyor ve ona işkence ediyordu. “Seni tenhada gördüğüm an öldüreceğim” diye yemin eden Ayyâş, fetih gününe kadar Mekke’de kaldı, sonra Medine’ye geldi, Kubâ’da kardeşi Hâris’e rastladı. Bu arada Hâris müslüman olmuştu, fakat Ayyâş bunu bilmediği için onu öldürdü, sonra da müslüman olduğunu öğrendi. Pişmanlık içinde Hz. Peygamber’e geldi, olup biteni anlattı. Bunun üzerine ilgili âyet geldi. Nüzûl sebebi olarak başka olaylar da zikredilmiştir (Taberî, V, 204).

Bir müminin yanlışlıkla öldürdüğü müminin ailesi ya İslâm topluluğu içinde bulunur ya müslümanlarla aralarında antlaşma bulunan bir topluluk içinde olur ya da bir düşman toplulukla beraber yaşar. Bu üç farklı duruma göre yanlışlıkla mümin öldürmenin cezası da değişmektedir:

a) Öldürülen müminin ailesi İslâm ülkesi içinde bulunuyorsa öldürenin yükümlülüğü diyet ve kefâret olmak üzere ikidir. Kefâretten maksat öldürenin bir mümin köleyi hürriyetine kavuşturması, buna imkân bulamadığı takdirde ise iki ay ara vermeden oruç tutmasıdır. Bilindiği üzere İslâm’dan önce başka topluluklarda olduğu gibi Araplar’da da çeşitli vesilelerle insanları köleleştirme uygulaması vardı. İslâm bu vesilelerin tamamını yasaklamış ve yalnızca savaşta esir olma yolunu açık bırakmıştır. Bir yandan savaşan askerleri teşvik etmek, diğer yandan da –hürriyetini kaybetmeyi felâketlerin en büyüğü sayan– Araplar’ı müslümanlara karşı savaşa girmekten caydırmak gibi maksat ve sebeplerle açık tutulan bu kapı da hem doğrudan köleliğe götüren bir kapı olmaktan çıkarılmıştır (çünkü bu uygulama, harp esirlerine yapılacak seçenekli işlemlerden yalnızca birisidir, bk. Muhammed 47/4), hem de köleleşen kimselerin yeniden hürriyete kavuşturulması için çeşitli vesileler öngörülmüştür. Bunlardan biri de –burada görüldüğü gibi– yanlışlıkla bir mümini öldürmektir. İbadet mahiyetinde bir ceza olan kefâret aynı zamanda kazayı yapan kimsenin eğitilmesine, daha dikkatli davranması için güçlü bir telkin almasına vesile olmaktadır.

Yanlışlıkla bunu yapan müminin, daha doğrusu onun yakınlarının (âkılesi) ikinci yükümlülüğü ise diyettir. Diyet, maktulün ailesine verilen belli cins ve sayıdaki hayvan veya aynı değerde mal ve paradır; yani bir nevi tazminattır, kan bedelidir. Diyet İslâm’dan önce de uygulanmıştır. Câhiliye Arapları’nın kasten öldürme olaylarında diyet kabul etmeyi şerefsizlik saydıkları, yanlışlıkla öldürme olaylarında ise yaygın olarak diyeti aldıkları, alınan diyetin miktarının öldüren ve öldürülenin sosyal durumuna göre değiştiği bilinmektedir. Hz. Peygamber diyeti yaşları farklı gruplardan oluşan 100 deve olarak belirlemiş, yanlışlıkla veya kasten öldürmeye göre de 100 devenin vasıfları değişik olmuştur (bk. el-Muvatta’, “Ukūl”, 1-4; Müslim, “Kasâme”, 6; Dârimî, “Diyât”, 12-13). Para ile alım satımdan ziyade malı malla değiştirmenin yaygın olduğu tarihî çevrede diyeti de her kabilenin yetiştirdiği, ürettiği, ihtiyacını gidermede kullandığı maldan almak daha kolay olacağı için deve üzerinde ısrar edilmemiş, altını olanlardan 1000 dinar, gümüşü olanlardan 12.000 dirhem, Hz. Ömer zamanında, sığır yetiştirenlerden 200 sığır, koyunculardan 2000 koyun, elbise üretenlerden 200 kat elbise alınmıştır ki, bunların her biri, o yıllarda yaklaşık olarak 100 devenin kıymetine eşittir. Kaza yoluyla öldürmenin diyetini –Câhiliye devrinde olduğu gibi– öldürenin, mirastaki sıraya göre âkıle denilen erkek akrabası üç yılda eşit taksitlerle öder. Büyük ailelerin dağıldığı ve fertler arası dayanışma amacına yönelik lonca, esnaf teşkilâtı vb. yeni örgütlenmelerin yapıldığı dönemlerde bu teşkilât âkıle gibi değerlendirilmiştir. Şu halde âkılenin akraba olması şart değildir, başka dayanışma ve yardımlaşma birliklerinin de bu vazifeyi üslenmeleri mümkündür. Diyeti alma hakkı maktulün mirasçılarına aittir. Maktulün ailesi İslâm ülkesinde oturmakla beraber gayri müslim olurlarsa –bunlar müslümana vâris olamayacakları için– diyet devlete ödenir. Şâfiî, Evzâî gibi bazı müctehidlere göre ise bu durumda diyet borcu düşer. Aşağıda geleceği üzere diyetin miras olarak değerlendirilmemesi de mümkündür. Bu takdirde gayri müslim aileye de diyet verilebilecektir.

b) Antlaşmalı, fakat gayri müslim bir topluluk içinde yaşayan müminin diyeti ailesine ödenir. Bu hüküm, ödenen diyetin aileye miras yoluyla intikal etmediğini, onların gönüllerini almak, acılarını hafifletmek maksadıyla –kendi hakları olarak– ödendiğini göstermektedir. Burada da aile (ehl) kavramını “müslüman” olarak anlayan ve gayri müslimlere diyet verilemeyeceğini ileri süren müctehidler ve tefsirciler vardır.

c) Müslümanlara düşman olan bir topluluk içinde yaşarken kaza ile öldürülen müminin diyeti, orada oturan gayri müslim ailesine veya devletine ödenmez. Çünkü ödenmesi halinde düşman, müslüman servetiyle güç kazanacak ve müslümanlara daha çok zarar verebilecektir.

Son iki durumda da köle âzat etmek, buna imkân bulunmazsa iki ay kesintisiz oruç tutmak şeklinde yerine getirilen kefâret cezası vardır.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 115-117
93

Meal

Kim de bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır. 93﴿

Tefsir

“... Cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir” ifadesi, Ehl-i sünnet âlimleri tarafından “uzun süre kalmak üzere” şeklinde te’vil edilmiş, böyle anlaşılmıştır. Çünkü birçok âyet ve hadiste bir kimse İslâm’dan çıkıp inkâra sapmadıkça ne kadar büyük bir günah işlerse işlesin cezasını çektikten sonra cehennemden çıkacağı ve cennete gireceği ifade edilmektedir (meselâ bk. Nisâ 4/48). Buna karşılık, büyük günah işleyenlerin kâfir olup cehennemde ebedî kalacaklarını ileri süren Hâricîler’le bunların imandan çıkacaklarını, fakat küfre de girmeyeceklerini, bununla beraber cehennemde devamlı kalacaklarını iddia eden Mu‘tezile bu âyetin zâhirine dayanmışlardır.

Büyük günah işleyenlerin tövbelerinin kabul edileceği inancı bu üç grup tarafından paylaşılırken başta İbn Abbas olmak üzere birkaç âlim, haksız olarak adam öldüren kimsenin tövbesinin kabul edilmeyeceğine kani olmuşlar; konumuz olan âyetin, küfür dahil her günahın tövbesinin makbul olacağını ifade eden nasları nesih veya tahsis ettiğini (bu ağır cinayeti işleyenleri dışarıda bıraktığını) ileri sürmüşlerdir (Buhârî, “Tefsîr”, 4/16). İslâm âlimlerinin çoğunluğunca benimsenmiş olan bir kurala göre usulüne uygun te’vil ve yorumlama yoluyla da olsa bir âyetin hükmünün geçerliliğini koruduğunu kabul etmek, hükmünün kaldırılmış veya sınırlandırılmış olduğunu (nesih veya tahsis edildiğini) ileri sürmekten önce gelir. Birçok âyet ve hadiste yalnızca küfür/şirk istisna edilerek (meselâ bk. Nisâ 4/48, 116) geri kalan günahların tövbe ile ortadan kalkacağı, silineceği ifade edilmektedir. Şu halde üzerinde durduğumuz, bunlarla çelişir gibi gözüken âyeti de “tövbe etmediği takdirde” veya “cezalandırıldığı takdirde” şeklinde anlayarak diğerleriyle bütünleştirmek mümkündür.

Kasten adam öldüren kimselere uygulanacak dünya cezası kısastır. Maktulün ailesinin tamamı veya bir kısmı kısastan vazgeçer yahut tazminat karşılığında sulha razı olurlarsa kısas cezası düşer ve diyet devreye girer. Kasten öldürme suçunda diyeti, katilin âkılesi değil kendisi öder (bk. Bakara 2/178-179).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 117-118
94

Meal

Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek “Sen mümin değilsin” demeyin; çünkü Allah katında sayısız ganimetler vardır. Daha önceleri siz de böyleydiniz. Derken Allah size lütufta bulundu. Bu sebeple iyi anlayıp dinleyin. Hiç şüphe yok ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. 94﴿

Tefsir

Müminler askerî görevler alarak Medine dışına çıkıyorlar, bu arada tanımadıkları insanlara rastlıyorlardı veya düşman olduğunu bildikleri ve çatışmaya girdikleri bir topluluk içinde bazı kimseler kelime-i tevhid okuyarak müslüman olduklarını ifade ediyorlardı. İsmi hakkında farklı rivayetler bulunan (Buhârî, “Tefsîr”, 4/17; Taberî, V, 222 vd.; Râzî, XI, 2 vd.) bir sahâbî, karşısındaki şahıs selâm verdiği –bir rivayete göre– kelime-i tevhidi telaffuz ettiği halde, ölümden kurtulmak için ve korkusundan böyle yapıyor diyerek onu öldürmüştü. Hz. Peygamber durumu öğrenince çok üzülmüş ve “ Kalbini mi yardın, samimi olmadığını nereden biliyorsun?” diyerek öldüren sahâbîye çıkışmıştı. Âyetin bu ve benzeri olaylar üzerine geldiği zikredilmiştir. Âyette geçen selâm kelimesini, “barış” mânasına gelen “selem” şeklinde okuyanlar da vardır; bu takdirde mâna şöyledir: “Size barış teklif edenleri, size teslim olanları öldürmeyin.”

Bir kimse müslümanlara selâm verdiği, kelime-i tevhidi okuduğu ve müslüman olduğunu söylediği, savaştan vazgeçip müslümanlara teslim olduğu, barış teklif ettiği takdirde onu öldürmek câiz değildir. Kur’an-ı Kerîm, şüphe üzerine kâfir olduklarına hükmederek düşman safında bulunan insanı öldürme hatasına düşmektense, o insanın samimi müslüman olup olmadığı konusunda yanılmayı, yanlışlıkla müslüman sayıp buna göre davranmayı tercih etmiştir. Müminler bir kimseye kâfir veya düşman muamelesi yapabilmek için onun böyle olduğundan emin olmak durumundadırlar. İnsanların bu vasıfları kesin olarak belli olmadıkça –şüphe üzerine– küfürlerine veya düşmanlıklarına hükmedilemez. Bu yaklaşım, toplum içinde istikrarın, huzur ve asayişin, kamu düzeninin sağlanması bakımından önemli olduğu gibi korku veya menfaat sebebiyle müslüman gözükerek müslümanların arasında yaşayan kimselerin zaman içinde samimi müslüman olmalarına da kapıyı açık tutmaktadır. Müslümanlar dinlerini iyi temsil ettikleri takdirde aralarında yaşayanların onları takdir etmeleri ve kendilerine katılmaları ihtimali yükselecektir.

Müminler, kendi geçmişlerini ve İslâm’a ilk adımlarını atarken yaşadıkları psikolojiyi düşündükleri zaman, “selâm verenlere, müslüman oldum diyenlere, kelime-i tevhidi söyleyenlere...” onları bu beyanlarında samimi kabul ederek yaklaşmalarının kaçınılmaz, tabii ve mâkul olduğunu daha rahat anlayacaklardır. Çünkü müslüman olduğu halde henüz hicret etme imkânı bulamamış, müminlerle tanışamamış, kabilesi içinde imanını gizleyerek yaşama durumunda kalmış olanlar hep böyle yapmışlar, müslüman olanlarla ilk karşılaştıklarında ya selâm vererek veya kelime-i tevhidi ifade ederek durumlarını anlatmaya çalışmışlardır. Öte yandan bir kimsenin imana gelmesi bazan birden olurken bazan da adım adım gerçekleşmektedir; hidayette ilk adımın atılması, ilk eğilimin hâsıl olması önemlidir. Kezâ başlangıçta müminlerin bununla yetinmeleri, insanların hidayete kavuşmalarını kolaylaştırmak bakımından da önemlidir.

“... Derken Allah size lutufta bulundu” mealindeki cümleyi tefsirciler iki şekilde anlamışlardır: a) Sizin de başlangıçta durumunuz güç, imanınız zayıf, henüz temayül halinde... idi; sonra Allah size yardım etti, durumunuzu düzeltti, imanınızı güçlendirdi. b) Ganimet elde etmeye öncelik vererek kişinin samimi olmadığına hükmedip onu öldürmeniz bir hata, bir günah idi. Ancak yine de bilgi eksiğiniz ve mazeret teşkil edebilecek şüpheniz bulunduğu için Allah lutfedip sizi bağışladı. Fakat bundan sonra, savaş halinde ve düşman bölgesinde bile olsa öldürmeyi gerektiren durum ve tavırdan iyice emin olmadıkça bir kimseyi öldürmeniz asla câiz değildir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 118-120