Gayri müslimlere “savaş, barış ve tarafsızlık” ilişkileri çerçevesinde nasıl davranılması gerektiği konusundan sonra müminler arasındaki ilişkilere geçilmiş ve bu ilişkinin kural olarak dostluk ve kardeşlik ilişkisi olacağı birçok âyette beyan edildiği için bir müminin bir diğerini kasten öldürmesinin düşünülemeyeceğini, hiçbir müminin böyle bir cinayeti göze alamayacağını, böyle bir şeyin asla olmaması gerektiğini vurgulayan ve telkin eden bir giriş yapılmış, devamında önce yanlışlıkla vuku bulan öldürme olaylarının telâfisi ve cezası bildirilmiş, sonra gelen 93. âyette ise şiddetle kınanmış ve yasaklanmış olmasına rağmen yine de bir kasten öldürme olayı meydana gelirse bunun nasıl bir suç teşkil edeceğine ve ağır cezasına temas edilmiştir.
Taberî ve Vâhidî gibi müfessirlere göre âyetin gelmesi şöyle bir olay üzerine olmuştur: Ebû Cehil’in anneden kardeşi Ayyâş b. Ebû Rebîa müslüman olmuş, Hz. Peygamber’den önce Medine’ye hicret etmişti. Ebû Cehil, iki kardeşini de yanına alarak Medine’ye gelmiş, Ayyâş’a “Annemiz seni görmedikçe gölge altına girmeyeceğine yemin etti. Gel beraber gidelim, annemiz seni görsün, sonra döner Medine’ye gelirsin. Vallahi sana zarar vermeyiz, dönmeni de engellemeyiz” diyerek onu ikna etmiş, Mekke’nin yolunu tutmuşlardı. Şehirden biraz uzaklaşınca Ayyâş’ı bağladılar, Mekke’ye bağlı olarak getirdiler, dininden dönmedikçe bağlarını çözmeyeceklerini söyleyip onu hapsettiler. Hâris b. Zeyd adını taşıyan kardeşi gelip gidip Ayyâş’ı dövüyor ve ona işkence ediyordu. “Seni tenhada gördüğüm an öldüreceğim” diye yemin eden Ayyâş, fetih gününe kadar Mekke’de kaldı, sonra Medine’ye geldi, Kubâ’da kardeşi Hâris’e rastladı. Bu arada Hâris müslüman olmuştu, fakat Ayyâş bunu bilmediği için onu öldürdü, sonra da müslüman olduğunu öğrendi. Pişmanlık içinde Hz. Peygamber’e geldi, olup biteni anlattı. Bunun üzerine ilgili âyet geldi. Nüzûl sebebi olarak başka olaylar da zikredilmiştir (Taberî, V, 204).
Bir müminin yanlışlıkla öldürdüğü müminin ailesi ya İslâm topluluğu içinde bulunur ya müslümanlarla aralarında antlaşma bulunan bir topluluk içinde olur ya da bir düşman toplulukla beraber yaşar. Bu üç farklı duruma göre yanlışlıkla mümin öldürmenin cezası da değişmektedir:
a) Öldürülen müminin ailesi İslâm ülkesi içinde bulunuyorsa öldürenin yükümlülüğü diyet ve kefâret olmak üzere ikidir. Kefâretten maksat öldürenin bir mümin köleyi hürriyetine kavuşturması, buna imkân bulamadığı takdirde ise iki ay ara vermeden oruç tutmasıdır. Bilindiği üzere İslâm’dan önce başka topluluklarda olduğu gibi Araplar’da da çeşitli vesilelerle insanları köleleştirme uygulaması vardı. İslâm bu vesilelerin tamamını yasaklamış ve yalnızca savaşta esir olma yolunu açık bırakmıştır. Bir yandan savaşan askerleri teşvik etmek, diğer yandan da –hürriyetini kaybetmeyi felâketlerin en büyüğü sayan– Araplar’ı müslümanlara karşı savaşa girmekten caydırmak gibi maksat ve sebeplerle açık tutulan bu kapı da hem doğrudan köleliğe götüren bir kapı olmaktan çıkarılmıştır (çünkü bu uygulama, harp esirlerine yapılacak seçenekli işlemlerden yalnızca birisidir, bk. Muhammed 47/4), hem de köleleşen kimselerin yeniden hürriyete kavuşturulması için çeşitli vesileler öngörülmüştür. Bunlardan biri de –burada görüldüğü gibi– yanlışlıkla bir mümini öldürmektir. İbadet mahiyetinde bir ceza olan kefâret aynı zamanda kazayı yapan kimsenin eğitilmesine, daha dikkatli davranması için güçlü bir telkin almasına vesile olmaktadır.
Yanlışlıkla bunu yapan müminin, daha doğrusu onun yakınlarının (âkılesi) ikinci yükümlülüğü ise diyettir. Diyet, maktulün ailesine verilen belli cins ve sayıdaki hayvan veya aynı değerde mal ve paradır; yani bir nevi tazminattır, kan bedelidir. Diyet İslâm’dan önce de uygulanmıştır. Câhiliye Arapları’nın kasten öldürme olaylarında diyet kabul etmeyi şerefsizlik saydıkları, yanlışlıkla öldürme olaylarında ise yaygın olarak diyeti aldıkları, alınan diyetin miktarının öldüren ve öldürülenin sosyal durumuna göre değiştiği bilinmektedir. Hz. Peygamber diyeti yaşları farklı gruplardan oluşan 100 deve olarak belirlemiş, yanlışlıkla veya kasten öldürmeye göre de 100 devenin vasıfları değişik olmuştur (bk. el-Muvatta’, “Ukūl”, 1-4; Müslim, “Kasâme”, 6; Dârimî, “Diyât”, 12-13). Para ile alım satımdan ziyade malı malla değiştirmenin yaygın olduğu tarihî çevrede diyeti de her kabilenin yetiştirdiği, ürettiği, ihtiyacını gidermede kullandığı maldan almak daha kolay olacağı için deve üzerinde ısrar edilmemiş, altını olanlardan 1000 dinar, gümüşü olanlardan 12.000 dirhem, Hz. Ömer zamanında, sığır yetiştirenlerden 200 sığır, koyunculardan 2000 koyun, elbise üretenlerden 200 kat elbise alınmıştır ki, bunların her biri, o yıllarda yaklaşık olarak 100 devenin kıymetine eşittir. Kaza yoluyla öldürmenin diyetini –Câhiliye devrinde olduğu gibi– öldürenin, mirastaki sıraya göre âkıle denilen erkek akrabası üç yılda eşit taksitlerle öder. Büyük ailelerin dağıldığı ve fertler arası dayanışma amacına yönelik lonca, esnaf teşkilâtı vb. yeni örgütlenmelerin yapıldığı dönemlerde bu teşkilât âkıle gibi değerlendirilmiştir. Şu halde âkılenin akraba olması şart değildir, başka dayanışma ve yardımlaşma birliklerinin de bu vazifeyi üslenmeleri mümkündür. Diyeti alma hakkı maktulün mirasçılarına aittir. Maktulün ailesi İslâm ülkesinde oturmakla beraber gayri müslim olurlarsa –bunlar müslümana vâris olamayacakları için– diyet devlete ödenir. Şâfiî, Evzâî gibi bazı müctehidlere göre ise bu durumda diyet borcu düşer. Aşağıda geleceği üzere diyetin miras olarak değerlendirilmemesi de mümkündür. Bu takdirde gayri müslim aileye de diyet verilebilecektir.
b) Antlaşmalı, fakat gayri müslim bir topluluk içinde yaşayan müminin diyeti ailesine ödenir. Bu hüküm, ödenen diyetin aileye miras yoluyla intikal etmediğini, onların gönüllerini almak, acılarını hafifletmek maksadıyla –kendi hakları olarak– ödendiğini göstermektedir. Burada da aile (ehl) kavramını “müslüman” olarak anlayan ve gayri müslimlere diyet verilemeyeceğini ileri süren müctehidler ve tefsirciler vardır.
c) Müslümanlara düşman olan bir topluluk içinde yaşarken kaza ile öldürülen müminin diyeti, orada oturan gayri müslim ailesine veya devletine ödenmez. Çünkü ödenmesi halinde düşman, müslüman servetiyle güç kazanacak ve müslümanlara daha çok zarar verebilecektir.
Son iki durumda da köle âzat etmek, buna imkân bulunmazsa iki ay kesintisiz oruç tutmak şeklinde yerine getirilen kefâret cezası vardır.