Kur'an ,Meal ve Tefsir Okuma Alanı. Seslendirmek istediğiniz ayetin üzerine çift tıklayınız.
Nisâ Suresi
82
5 . Cüz
24

Meal

(Harp esiri olarak) sahip olduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlar da size haram kılındı. Allah'ın size emri budur. Bunlardan başkasını, namuslu olmak ve zina etmemek üzere mallarınızla (mehirlerini vererek) istemeniz size helâl kılındı. Onlardan faydalanmanıza karşılık kararlaştırılmış olan mehirlerini verin. Mehir kesiminden sonra (bir miktar indirim için) karşılıklı anlaşmanızda size günah yoktur. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir. 24﴿

Tefsir

Bu âyette geçen muhsanât, muhsınîn kelimeleri “menetmek, engellemek” mânasına gelen ihsân masdarından gelmektedir. Âyetlerde ihsan kelimesi kadınlar için “evli olmak, iffetli olmak, hür olmak” mânalarında kullanılmıştır. Her üç durum da kadını, zinadan koruduğu için bu mânalar, kökteki “engellemek” mânasıyla ilgili bulunmaktadır. Hangi âyette bu üç mânadan hangisinin kastedildiği karînelerle bilinecektir.

Evlenme mânileri sayılırken zikredilen “muhsan kadınlar”dan maksat evli kadınlardır. Bu âyetle –Câhiliye devrinde bazı durumlarda câiz görülen– birden fazla erkekle evli olma âdeti kaldırılmış, bir kadının ancak bir erkeğin nikâhı altında bulunabileceği ve yalnızca onunla karı-koca hayatı yaşayabileceği hükmü getirilmiştir; yani İslâm’da çok kocalılık câiz değildir.

“Ellerinizin altında olanlar müstesna” cümlesiyle câriyelerin kastedildiği noktasında görüş birliği vardır. Köleliğin yaygın biçimde uygulandığı eski toplumlarda varlığı kaçınılmaz olan efendinin câriyesiyle cinsel ilişkisi (istifrâş) konusu, İslâm âlimlerince –kölelik statüsünün realiteleri, nesep hükümleri ve İslâmiyet’in köleliği azaltma ve tedricen ortadan kaldırma hedefi ışığında– belirli kurallara bağlanmaya çalışılmıştır (bu konuda bilgi için bk. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, I, 384; İbn Âşûr, V, 6 vd.; M. Akif Aydın-Muhammed Hamîdullah, “Köle”, DİA, XXVI, 237-246).

İslâm’ın geçmişten devraldığı ve zaman içinde ortadan kaldırmayı hedeflediği kölelik sistemine ait bulunan bu hükümler tarihe intikal etmiştir.

Yukarılarda sayılan “evlenilmesi yasak” kimseler dışında kalanlarla evlenmenin câiz olduğunu bildiren cümle, daha sonra gelen “zevcenin üzerine teyzesi veya halasını almanın yasaklanması, haram kılan sütün –doğumdan hısımlık ölçüsünde– genişletilmesi” gibi bazı hadislerdeki açıklamalarla, ayrıca zina eden kadınla ve erkekle evlenmeyi meneden (Nûr 24/3), mümin kadının gayri müslim erkekle evlenmesini yasaklayan naslarla sınırlandırılmıştır (bk. Bakara 2/221; Mümtehine 60/10).

“Bunlardan başkasını, iffetli yaşamak ve zina etmemek kaydıyla, mallarınızla (mehir vecibesini gözardı etmeden) istemeniz size helâl kılındı” diye çevirdiğimiz cümlede geçen “muhsın”ı, meâlinde olduğu gibi “namuslu, iffetli” mânasında anlamak gerekir, “nikâh yapmak şartıyla” şeklinde anlamak doğru değildir. Çünkü kişinin kendi câriyesiyle nikâh yapma mecburiyeti yoktur, ayrıca “gayra müsâfihîn” (zinaya sapmaksızın) kaydı da bu mânaya karîne olmaktadır.

24. âyetteki “Onlarla karı-koca ilişkisi yaşamanıza karşılık...” anlamındaki kısımda yeralan “istimtâ” kelimesi, faydalanma anlamındaki “müt‘a” kökünden gelmektedir. Şîa’nın Ca‘feriyye kolunda halen uygulanan bir nikâhın, yani belirli bir süre ile sınırlı evlenmenin adı da “müt‘a nikâhı”dır (Tabâtabâî, IV, 290 vd.); İslâmın ilk yıllarında dönemin şartlarına göre ihtiyaç bulunduğu için müt‘a nikahına bir müddet müsaade edildiği konusunda ittifak vardır. Ehl-i Sünnet alimlerinin büyük çoğunluğu bu nikahın ebedî olarak yasaklandığı hükmünü benimsemişlerdir (Müt‘a nikâhı hakkında geniş bilgi için bk. İbrahim Kâfi Dönmez, “Müt‘a”, DİA, XXXII, 174-180).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 43-45
25

Meal

İçinizden, imanlı hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınız (sayılan) cariyelerinizden alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilmektedir. Hep aynı köktensiniz (insanlık bakımından aranızda fark yoktur). Öyle ise iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost da tutmamaları şartı ve sahiplerinin izni ile onları (cariyeleri) nikâhlayıp alın, mehirlerini de normal miktarda verin. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınların cezasının yarısı (uygulanır). Bu (cariye ile evlenme izni), içinizden günaha düşmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir. 25﴿

Tefsir

Burada câriye olmayan kadınlar için kullanılan muhsan vasfı, “hür” mânasında, câriyeler için kullanılanı ise “iffetli, namuslu” mânasındadır (bk. Nisâ 4/24). Müminler hür ve müslüman kadınlarla evlenebilmek için gerekli bulunan maddî güce sahip olmazlarsa daha az bir masrafla câriye nikâhlayabiliyorlardı. Eşin hem gayri müslim hem de câriye olması ondan doğacak çocukları daha ziyade olumsuz etkileyeceği için hiç değilse mümin olması istenmiştir. Gayri müslim kadınlarla mümin erkeklerin evlenmelerini câiz görmeyen müctehidlere göre burada bir mesele yoktur; hür olsun, câriye olsun müminin evleneceği kadın mümin olacaktır. Ancak “Hür ve Ehl-i kitap olan gayri müslim kadınlarla mümin erkeklerin evlenmeleri câizdir” diyen müctehidler bu âyette hem hür kadınlar hem de câriyeler için geçen “mümin” vasfını şu şekilde te’vil etmek durumunda kalmışlardır: Kadın hür ve kitâbî ise onunla evlenmek câizdir. Burada “mümin” sıfatının kullanılması, müslüman erkeklerin genellikle mümin kadınlarla evlenmeleri vâkıasından kaynaklanmıştır. Ebû Hanîfe’ye göre câriyeler için kullanılan “mümin” sıfatı da böyledir ve mümin olmayan câriyelerle de evlenmek câizdir. Diğer müctehidler aynı âyette geçmiş olmasına rağmen hür kadınlar için “mümin”i te’vil etmiş, câriyeler için ise hakiki mânada almış ve “Mümin olmayan câriye ile evlenmek câiz değildir” demişlerdir. Doğrusu her iki sınıf kadın için de kullanılan “mümin” sıfatını aynı mânada almak, hükmü buna göre tesbit etmektir (gayri müslim kadınlarla evlenmenin cevazı için bk. Mâide 5/5; Mümtehine 60/10).

Câhiliye devrinde köle ve câriyeye insan nazarıyla bakılmadığı için İslâm’dan sonra da bunlarla evlenme konusunda isteksiz davranılacağı göz önüne alınmış, “feteyât” (genç kızlar), “ailelerinin (ehl) izni ile”, “birbirinizden türeyip gelmektesiniz, hepiniz aynı köktensiniz” gibi ifadelerle bu telakkinin kırılması istenmiştir. Câriyeler için Allah Teâlâ’nın kitabında kullandığı bu üç vasıf, yalnızca o devir için değil, son yıllara kadar kölelere hayvan muamelesinin yapıldığı bütün zamanlar için bir inkılâptır ve İslâm’ın köleliği ortadan kaldırmak üzere attığı adımların ontolojik ve psikolojik alt yapısını hazırlamaktadır. Evet köle ve câriyeler de hür olanlar gibi insan çocuklarıdır, hepsi insanlıkta birbirine eşit olan “insanlar”dan doğup meydana gelmişlerdir. Köle ve câriyelerin sahiplerinin bu sahipliği, insan dışındaki malların sahipliği gibi değildir, aile büyüklerinin diğerlerine sahipliği gibidir, köle ve câriyeler de aile fertlerinden sayılır. Ailenin kızları nasıl “feteyât” ise câriyeleri de öyle feteyâttır; yani ailenin evlenme çağına gelmiş kızlarıdır.

Câhiliye devrinde câriye sahipleri, bunları ücret karşılığında fuhuş yapmak üzere kiralar ve üzerlerinden para kazanırlardı. Âyet bu çirkin ve insanlık dışı âdeti de ortadan kaldırmış, câriyelerle evlenmenin namuslu, ciddi ve hukukî bir evlenme olmasını istemiştir.

Evli câriyenin zina yapması halinde kendisine verilecek cezanın, hür kadınlarınkinin yarısı kadar olması müfessirleri ve fıkıhçıları, burada “hür” diye tercüme edilen muhsanât kelimesiyle ilgili farklı yorumlara sevketmiştir. Eskilerin büyük çoğunluğu burada kelimeyi, “evli kadın” değil, “bekâr olan hür kadınlar” mânasında anlamışlardır. Böyle kadınların zina yapmaları halinde cezaları yüz sopadır, câriyelere ise elli sopalık ceza uygulanacaktır. Muhsanât kelimesinin “namuslu” ve “evli” kadınlar mânasında da kullanıldığı bilinmektedir. Burada kelimeye “evli kadın” mânası vermeyi engelleyen karîne, evli kadınların zinasına uygulanan recim cezasının bölünemez oluşudur. Bu ceza Kur’an-ı Kerîm’de yoktur. Meseleye Kur’an içinde kalarak çözüm getirmeyi tercih edenler burada da muhsanât kelimesini “evli kadın” diye anlamış ve onların zina cezasının da yüz sopa olacağına bu âyeti delil olarak göstermişlerdir. Bu anlayışa göre hadislerde ifade edilen recim cezası ya müslümanlar hakkında değildir ya da evlilerin zina suçunun had cinsinden cezası olmayıp ta‘zîr türünden bir cezasıdır ve uygulanması, ceza siyasetinin gereğine göre yöneticilere bırakılmıştır.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 47-48
26

Meal

Allah size (bilmediklerinizi) açıklamak ve sizi, sizden önceki (iyi) lerin yollarına iletmek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor. Allah hakkıyle bilicidir, yegâne hikmet sahibidir. 26﴿

Tefsir

“... öncekilerin yolları”ndan maksat, Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem’den itibaren gönderdiği peygamberlerin, ümmetlerine gösterdikleri yollar, bildirdikleri inanış ve yaşayış bütünüdür. Tevhid temeline oturan bu dinî inanış ve yaşayışın önemli bir kısmı evrenseldir, bütün zaman ve mekânlarda geçerlidir; geri kalan kısmında ise amaç (makasıd) birliği vardır. Bu sebepledir ki Hz. Îsâ, “Mûsâ şeriatını kaldırmak için değil, uygulamak ve tamamlamak için geldiğini” bildirmiş (Matta, 5/17), hâtemü’l-enbiyâ olan Peygamberimiz de, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur (el-Muvatta’, “Hüsnü’l-huluk”, 8). Nûh’a verilen; İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ’ya tavsiye edilen ve bildirilen şeyin son peygambere de bildirilip din kılındığını ifade eden âyet de (Şûrâ 42/13) bu mânayı desteklemektedir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 48-49
Nisâ Suresi
83
5 . Cüz
27

Meal

Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister; şehvetlerine uyanlar (kötü arzuların esiri olanlar) ise büsbütün yoldan çıkmanızı isterler. 27﴿

Tefsir

İnsan iki etki arasında kulluk mücadelesi vermektedir. Müsbet etki Allah Teâlâ’dan, meleklerinden ve iyi ahlâklı müminlerin oluşturduğu eğitim çevresinden gelmektedir. Bu müsbet etkinin hedefi kulun günaha girmemesi, girdiği takdirde hemen pişman olup tövbe etmesi, Allah’ın affına ve rızâsına mazhar olması, buna vesile olacak bir hayat sürmesidir. Olumsuz etki ise nefisten, şeytandan ve kötü insanların oluşturduğu olumsuz eğitim çevresinden gelmektedir. Bunun da hedefi kulu Allah yolundan iyice uzaklaştırmak, iyilik ve fazilet yerine günah, azgınlık ve taşkınlıkta yarışmasını sağlamaktır.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 49
28

Meal

Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır. 28﴿

Tefsir

İnsanın zayıf yaratılmasından maksat, kulluk imtihanını kazanabilecek kadar güç ve donanımdan mahrum olması değil, imtihan gereği –iradesi ve gücü yanında– bazı zaaflarının bulunmasıdır. Bunlardan biri de cinsel arzudur. İslâm dini, bu tür arzuları yok sayan katı bir yasaklar sistemi getirmeyip bunların meşrû yollardan tatminini istemiştir. Müteakip âyetlerde değinildiği üzere insanın zaaflarından biri de mal tutkusudur. İslâm bunun ortaya çıkaracağı ahlâkî bozulmayla ilgili uyarılarda bulunmakla beraber meşrû kazanma yollarını da teşvik etmiştir. Allah kulları için güçlük değil, kolaylık murat eder (Bakara 2/185); onları imtihan için bile olsa çıkmaz yollara zorlamaz, taşınamaz yüklerin altına sokmaz. Her bir yükümlülüğün, olağan üstü veya olağan dışı hallere bağlı kolaylıkları, yükü hafifletici ruhsatları vardır.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 49
29

Meal

Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı, bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, sizi esirgeyecektir. 29﴿

Tefsir

Önceki âyetlerde servetin ve menfaatin intikalinde rol oynayan miras, hibe, mehir gibi meşrû yollardan söz edilmişti. Bu âyette de en geniş mânasında yani “karşılıklı rızaya dayanan ve konusu maddî değerler olan hukukî işlem” anlamında ticaretten söz edilmekte; bu yollar dışında kalan, bunlara ters düşen ve bundan dolayı haksız (bâtıl) diye nitelenen yol ve şekillerle insanların mallarını ellerinden almak ve bunlardan yararlanmak yasaklanmaktadır. Hırsızlık, gasp, rüşvet, faizcilik ve tefecilik, fâhiş fiyat, aldatma bu bâtıl yolların ve şekillerin önde gelenleri ve yaygın olanlarıdır. Ticaret genellikle alınan malı, üzerine kâr koyarak satmak suretiyle yapılır. Mal alınırken bir bedel takdir edilmiştir; satılırken aynı bedelle devredilmediğine göre –fazlalıktan ibaret olan– kâr karşılıksız gibi gözükmekte, bu bakımdan da “haksız kazanç yolları”na yakın bulunmakta, bir bakıma onları andırmaktadır. Muhtemelen bu sebepledir ki, haksız kazanç yasaklanırken hemen yanında –istisna şekliyle– ticaret serbest bırakılmıştır. Alımla satım bedelleri arasındaki artı fiyat farkından ibaret olan kâr da meşrûdur. Çünkü malı alıp satan tâcir hem kamuya yararlı bir hizmet görmekte hem sermayesini riske atmakta hem de emek çekip meşgul olmaktadır. Hz. Ömer ihtikârı (karaborsa) yasakladıktan sonra “... fakat kim yazda ve kışta, zahmet çekip yüklenerek pazara mal getirirse o kişi, Ömer’in misafiridir; istediği gibi satsın, istediği gibi tutsun” diyerek bu gerekçeye işaret etmiştir (el-Muvatta’, “Büyû‘”, 56). Bâtıl yollarda bu unsurlar ve nitelikler yoktur; güçlü olan karşı tarafı ezmekte, onun zaaf ve ihtiyaç içinde olmasından yararlanmakta, gerçek rızâ söz konusu olmadan malını alıp yemektedir.

“Kendinizi öldürmeyin” cümlesinde hem hayatın hem de kamu düzeninin korunmasını hedefleyen önemli ve ince işaretler mevcuttur. Malların haksız yollardan elde edilip yenilmesi ve faydalanılması yasaklandıktan hemen sonra “Kendinizi öldürmeyin” buyurulması özellikle dikkat çekicidir. Şöyle ki; haksızlık, hukukî ve sosyal adaletsizlik anarşiyi doğurur veya körükler; bir kere toplum düzeni bozulup asayiş ortadan kalkınca can güvenliği de tehlikeye düşer; yalnız haksızlığa uğrayanlar değil, başkasının malını haksız olarak alıp yiyen veya başkasının canına haksız olarak kıyan da bu güvensizlikten nasibini alır, kendisi canından olduğu gibi yakınlarının da mal ve canları zarar görür. Âyetin asıl hedefi haksız olarak başkasını öldürmeyi yasaklamak olduğu halde bu başkalarını kastederek “Kendinizi öldürmeyin” buyurulması, hayat hakkının korunması bakımından çok güçlü bir vurgu taşımaktadır. Zira kişinin kendi hayatıyla başkasının hayatı arasında fark yoktur, bütün hayatlar eşit derecede korunmaya lâyıktır, korunma hakkına sahiptir. Birinin canına kıyan kendi canına kıydığını düşünmeli, bu şuur içinde olmalıdır.

Âyet, İslâm’ın bütün muâmelât hükümlerinin hedefi olan “beş zaruri/önemli değerin ve amacın (makasıdü’ş-şerîa) korunması” ilkesinden ikisini ihtiva etmektedir: Canın korunması ve malın korunması. Bundan önceki âyetler evliliği teşvik edip zinayı yasaklayarak neslin korunması ilkesini, ileride gelecek 43. âyet sarhoş olmayı yasaklayarak aklın korunması ilkesini, aralarda sık sık tekrarlanan Allah’a itaat ve kulluk, resulüne itaat ve ittibâ, bütün peygamberlerin getirip tebliğ ettikleri dine inanma ve bağlanma emirleri de dinin korunması maksadını ihtiva etmektedir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 50-51
30

Meal

Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu (haram yemeyi veya öldürmeyi) yaparsa (bilsin ki) onu ateşe koyacağız; bu ise Allah'a çok kolaydır. 30﴿

Tefsir

Burada öldürme suçunun âhirete ait cezası açıklanmış olsa da “haddi aşarak veya düşmanlık duygusuyla” ve “haksızlığa saparak” kayıtları dünya hayatında, hukuk çerçevesinde yaşama hakkının kaybedilebileceğine, insanların bazı ağır suçları işleyerek yargı yoluyla ölüme mahkûm edilebileceklerine, bu durumda infazı yapanların veya meşrû savunma durumunda öldürenlerin her iki âlemde sorumlu olmayacaklarına işaret edilmektedir. Hayat hakkını koruma gerekçesiyle mutlak olarak idam cezasına karşı çıkmak, hayatı koruma amacına ters düşen bir tavır ve tedbirdir; hayatı korumanın en geçerli tedbirlerinden biri de haksız yere cana kıyanın kendi canına kıymış olduğunu bilmesi ve bunun fiilen gerçekleşmesidir (bilgi için bk. Bakara 2/178-179).

31

Meal

Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız. 31﴿

Tefsir

Dinin yasakladığı ve işleyenin ceza göreceğini bildirdiği davranışlara günah (Arapça’da “ism”) denilmektedir. Günahlar büyük (kebâir) ve küçük (sağâir) olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Küçük günahlar için Kur’an-ı Kerîm’de lemem, büyük günahlar için ise fâhişe ve bunun çoğulu olan fevâhiş kelimeleri de kullanılmaktadır (Necm 53/32). Bu bağlamda seyyiât (tekili seyyie) kelimesinin de “küçük günah” anlamında kullanıldığı görülmektedir (seyyie hakkında bilgi için bk. En’âm 6/160). Büyük günahların tanımı ve sayısı konusunda farklı ifadeler vardır. Tanımları arasından, bir fikir vermek üzere şunlar zikredilebilir:

a) Nisâ sûresinin başından buraya kadar sayılan günahlardır.

b) Karşılığında ateş, azap ve lânet zikredilen günahlardır.

c) Kur’an-ı Kerîm’de yasaklanan davranışlardır.

d) Kişinin dini önemsemediğini, dindarlığının zayıf olduğunu gösteren günahlardır.

Bir kısmı hadislerde sıralanmış olan büyük günahlar listesinde şunlar vardır: Allah’a ortak koşmak, adam öldürmek, iffetli kadınlara iftira atmak, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, dinini yaşayabilmek için hicret ettikten sonra –şartlar değişmediği halde– tekrar eski yurduna dönmek, büyü (sihir) yapmak, Mescid-i Harâm’da günah işlemek, ana-baba hakkına riayet etmemek, yalancı şahitlik yapmak, faiz yemek... (Buhârî, “Edeb”, 6, “Eymân”, 16; Müslim, “Îmân”, 143-144).

Günahların büyük ve küçük olanlarının dünya ve âhiret hayatını ilgilendiren farklı hüküm ve etkileri vardır. Büyük günah işleyenler Ehl-i sünnet’e göre dinden çıkmazlar, dünyada ve âhirette fâsık mümin olarak muamele görürler. Mu‘tezile’ye göre imanla küfür arasında bir yerde bulunurlar. Hâricîler’e göre ise dinden çıkmış sayılırlar. Büyük günahlarla ilgili yasaklama şekli daha şiddetli ve serttir. Büyük günah işleyenlerin tövbe etmeleri gereklidir. Büyük günahları iradelerini kullanarak terkedenler küçük günahlardan tövbe etmiş sayılırlar. Büyük günah işleyenler fâsık sıfatını alır ve birçok vazife ve ehliyet için gerekli bulunan “adalet” vasfını kaybetmiş olurlar. Büyük günah işleyen hâkimin hükmü bozulur. Açıktan açığa büyük günah işleyenlerle sosyal ilişkiler kesilebilir. Bunlara karşı, münkerin (dine ve ahlâka aykırı davranışlar) ortadan kaldırılması çerçevesinde mücadele edilir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 52-53
32

Meal

Allah'ın sizi, birbirinizden üstün kıldığı şeyleri (başkasında olup da sizde olmayanı) hasretle arzu etmeyin. Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri var, kadınların da kazandıklarından nasipleri var. Allah'tan lütfunu isteyin; şüphesiz Allah her şeyi bilmektedir. 32﴿

Tefsir

Hz. Peygamber’in eşi Ümmü Seleme, “Ey Allah’ın elçisi! Erkekler savaşıyor, biz savaşamıyoruz, biz mirasta onların aldığının yarısını alıyoruz” diyerek açıklama istemişti. Yine aynı hanım ve başkaları, kadınların hicretlerinin Kur’an’da zikredilmemesi, bir erkek şahide karşı iki kadın şahidin gerekli bulunmasına paralel olarak amellerin karşılığının da böyle olup olmadığı gibi hususlarda aydınlanma ihtiyacında olduğunu belirtmişti. Bu tür tereddütleri giderici birkaç âyet gelmiş olup bunlardan birisi de açıklamakta olduğumuz âyettir (Tirmizî, “Tefsîr”, 5/8-9).

İnsanların yanıp yakılarak arzu ettikleri, imrenip göz diktikleri şeyler arasında maddî olanlar kadar mânevî olanlar da vardır. Sûrenin başından buraya kadar ve bundan hemen sonra zikredilecek hükümler, emirler ve yasaklar göz önüne alındığında, Allah Teâlâ’nın arzu edilmesini veya göz dikilmesini yasakladığı şeyler arasında öncelikle şunlar akla gelmektedir: Zenginlerin serveti, vârislerin farklı hisseleri, yetimlerin malları, kadınların farklı miras payları, mehirleri, her bir cinse Allah Teâlâ tarafından verilen fıtrî / tabii özellikler...

Âyetteki “temenni” kavramı, “gerçekleşmesi imkânsız veya zor olanı arzulamak”tır. Bir şeyi temenni etmenin dinî ve ahlâkî yönü bakımından farklılıkları vardır:

a) Din, hukuk ve ahlâkın yasaklamadığı bir şeyi, başkasının elindekine göz dikmeksizin Allah’ın lutfundan istemek. Bu da “Allah yolunda şehid olmayı temenni etmek” gibi olması mümkün istekler yanında, Hz. Peygamber’in “defalarca diriltilip Allah yolunda şehid olmayı” (Buhârî, “Îmân”, 26, “Cihâd”, 7; Tirmizî, “Fezâilü’l-cihâd”, 25), kezâ “kardeşlerim” diye nitelediği, kendisinden sonra İslâm’a dahil olacak müslümanları görmeyi istemesi gibi ilâhî âdete göre mümkün olmayan istekleri de içermektedir.

b) Allah’ın âdetine (koyduğu kanunlar) veya dinine göre olması câiz ve mümkün olmayan şeyleri temenni etmek. Kadının erkek olmayı, erkeğin fizik gücüne sahip olmayı, miras payının erkeğin miras payına eşit olmasını dilemesi gibi.

c) Allah’ın takdirine, vergisine razı olmamayı, ona karşı itirazı, hoşnutsuzluğu ifade eden temenniler.

d) Başkasında bulunan nimetin benzerini / mislini, ona göz dikmeden, “Onun değil de benim olsun” demeden temenni etmek. Büyük bir âlimin ilmi gibi bir ilim, Karûn’un serveti kadar bir servet istemek bu kısmın örnekleridir.

e) Bir önceki maddede zikredilen temenni şeklinin, başkasının elindekini temenni mahiyetinde olması. Belli bir şahsın eşini, bir valinin makamını istemek gibi.

f) Başkasının elindeki nimetin –kendisine gelmesi söz konusu olmaksızın– yok olmasını istemek.

“a” ve “d” şıklarında yer alan temenni çeşitleri meşrûdur, yasak sınırı içinde değildir; diğer temenniler ise yasaklanmıştır. Bunlar içinden başkalarına zarar verenler, Allah’ın takdirine razı olmamayı ifade edenler, haset ve kinden kaynaklananlar haram derecesinde yasaklardır. İnsanların boş hayallere kapılmaması, mümkün olmayan şeylerin peşine düşmemesi için yasaklananlar ise mekruh yasaklar içine girmekte, müminleri eğitmeyi hedeflemektedir.

Olmayacak şeyleri temenni etmek insanda, çalışarak elde edilecek şeylere yönelik teşebbüs ve çaba gösterme iradesini zaafa uğratmakta, haset ve kin duygularını beslemektedir. Allah’a karşı ilk isyan İblîs’in Hz. Âdem’i kıskanmasından çıkmış, ilk öldürme olayına da Kabil’in, Hâbil’i kıskanması sebep olmuştur. Birçok gasp, isyan, hırsızlık, cinayet, kumar ve zina suçunun temel sebebi başkalarının elinde olana göz dikmek ve kıskanmaktır. Komünizm insanları ekonomik yönden eşit hale getirmeyi hedeflemiş fakat sonunda iflâs etmiştir. Feministler kadınla erkek arasındaki farkları sıfırlamayı hedeflemişler, her toplumda marjinal bir grup olarak kalmışlardır. Bugün mâkul çizgideki sosyal bilimcilerin teklifleri iki cinsin farklılık içinde birliği, bütünlüğü, âdil paylaşımı ve tabii iş bölümünü gerçekleştirmeye yöneliktir. İslâm’ın teklifi herkesin, mümkün ve câiz olmak şartıyla dilediğini elde edebilmek için elinden gelen çabayı sarfetmesi, mahrum olduklarını bilmesi ve görmesi yanında sahip olduklarını da bilip görmesi, bunların kıymetini takdir etmesi, gayret göstermesine rağmen elde edemediği önemli ihtiyaçlarının cemiyet tarafından karşılanması, Allah’ın nimeti ve lutfu sonsuz olduğu için –başkalarına verileni değil– Allah’ın hazinesinde olanı, O’nun lutfundan istemesi, beklemesi ve bunun için bizzat gayret göstermesidir.

“Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri var, kadınların da kazandıklarından nasipleri var” cümlesi kadın hakları bakımından oldukça erken bir devirde ortaya konmuş bir inkılâp hükmü içermektedir. Roma hukukundan XX. asrın ortalarına kadar Batı dünyasında cârî birçok hukuka bakıldığında hem kazanma şansı ve fırsatı hem de kazandığına sahip olma, onun üzerinde serbest tasarruf hakkı bakımından kadınların aleyhine olan birçok hükme yer verildiği görülmektedir. Günümüzde bile bazı aile hukuklarında kadın evlilik birliği içinde kendi kazandıklarına ve mal varlığına tek başına sahip olamamakta, bunlar üzerinde dilediği gibi tasarruf edememektedir. Burada bir haksızlık olduğu gibi kadınların ve erkeklerin aynı işleri yapmalarını, aynı şeyleri kazanmalarını temenni etmekte de aşırılık ve insan tabiatına aykırılık vardır. Doğrusu her iki cinsin eşit ve farklı yönlerini, tabii özelliklerini tanımak, bunları ortadan kaldırmaya çalışmamak, her birini kendi kabiliyet, özellik ve eğilimleri yönünde üretken ve verimli olmaya teşvik etmek, her birinin ürettiğine sahip olmasını sağlamak, varlıklıların yoksun olanlara el uzatmalarını ve sahip oldukları nimetleri bir ölçüde paylaşma mutluluğunu tatmalarını özendirmektir. İslâm’ın da yapmak istediği budur.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 54-57
33

Meal

(Erkek ve kadından) her biri için, ana, baba ve akrabanın bıraktığından (hisselerini alacak olan) vârisler kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimselere de paylarını verin. Çünkü Allah her şeyi görmektedir. 33﴿

Tefsir

Burada “vârisler” diye tercüme edilen kelime mevâlîdir. Bunun tekili olan mevlâ “kişinin yakını, doğumdan akrabası” mânasına da gelmektedir. Ana ve babanın geride bıraktığı böyle akraba arasında amcalar, dedeler, dayılar... vardır. Bu akrabanın da oğul ve torunları “akraba”nın mevâlîsidir. Kan hısımlarının vâris olmaları bu âyete göre genel hükümdür. Eğer miras âyetinde zikredilen vârisler bulunmazsa veya bunlar hisselerini aldıktan sonra artan miras varsa, müctehidlerin çoğunluğuna göre, yakından uzağa doğru baba tarafından akrabaya (asabe) ve bazı müctehidlere göre ana tarafından akrabaya (zevi’l-erhâm) verilecektir. Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel’in anlayışları böyledir.

Bu âyetin ilk cümlesini “Ana, baba ve akrabanın bıraktığı her şey için kadınlı erkekli yakın (akraba) vârisler belirledik” şeklinde tercüme etmek de mümkündür.

“Antlaşma yoluyla yakınlık bağı kurduğunuz kimseler” ifadesi için çeşitli yorumlar yapılmıştır. Miras hükümleri gelmeden önce evlât ve kardeş edinme, vasiyet yoluyla miras bırakma, tazminat ve miras sözleşmesi yapma gibi âdetler vardı. Bir kısım müctehid ve müfessirler miras âyetlerinin bu uygulamaları ortadan kaldırdığını ifade etmişlerdir. Ebû Hanîfe gibi bazı müctehidlere göre şartlarına uygun miras ve tazminat sözleşmesi (muvâlât akdi) bu âyete dayalı olarak vardır, yürürlükten kaldırılmamıştır; bunlar da sıra kendilerine gelirse mirastan hisselerini alırlar.

“Asabeye, zevi’l-erhâma, sözleşmeli mirasçıya –miras âyetlerinde gösterilen paylar dışında– mirastan pay verilmez” diyen müfessirlere göre bu âyette geçen mevâlî kan hısımlarını, “antlaşma yoluyla yakınlık bağı kurduğunuz (akidlerin bağladığı) kimseler” ise evlenme hısımlarını ihtiva etmektedir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 57-58