Kur'an ,Meal ve Tefsir Okuma Alanı. Seslendirmek istediğiniz ayetin üzerine çift tıklayınız.
Münâfikûn Suresi
555
28 . Cüz
5

Meal

Onlara: Gelin, Allah'ın Peygamberi sizin için mağfiret dilesin, denildiği zaman başlarını çevirirler ve sen onların, büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün. 5﴿ Onlara mağfiret dilesen de, dilemesen de birdir. Allah onları kesinlikle bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, yoldan çıkmış topluluğu doğru yola iletmez. 6﴿ Onlar: Allah'ın elçisinin yanında bulunanlar için hiçbir şey harcamayın ki dağılıp gitsinler, diyenlerdir. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Fakat münafıklar bunu anlamazlar. 7﴿ Onlar: Andolsun, eğer Medine'ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır, diyorlardı. Halbuki asıl üstünlük, ancak Allah'ın, Peygamberinin ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler. 8﴿

Tefsir

Sözlükte münâfık “tükenme, saklanma, köstebeğin veya Arap tavşanının deliğine girmesi veya çıkması” gibi anlamlar taşıyan “nfk” kökünden türetilmiş olup Kur’an’da “gerçekte iman etmediği halde öyle görünen, inanç ve davranışlarında iki yüzlü olan” kişiler için kullanılır. Bu durumda olmaya nifak denir. “Çıkar ve itibar sağlama amacıyla kendisine dindar süsü verme” anlamına gelen riyâ ise hem bazı müminlerin ahlâkî bir zaafını hem de gerçekte iman etmemiş olan münafıkların müslüman hatta dindar görünmek için sergiledikleri sahte davranışları ifade etmek üzere kullanılabilen bir kavramdır. Münafıklar müslüman kabul edilmelerinin avantajlarını kullandıklarından, müslümanlar için açıktan düşmanlık edenlere göre daha tehlikeli olmuşlardır. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde münafıkların özellikleri ve verebilecekleri zararlar üzerinde geniş olarak durulmuş, bu konuda daha dikkatli olmaları için müminler uyarılmıştır (özellikle bk. Bakara 2/8-20; Nisâ 4/138-147; Tevbe 9/38 vd., özellikle 61-70; Ahzâb 33/4-5, 12-20). Resûlullah’ın hicretinden önce Medine’deki (o günkü adıyla Yesrib şehrindeki) Evs ve Hazrec adlı iki meşhur Arap kabilesi arasında derin ihtilâflar yaşanmıştı. Esasen aynı isimleri taşıyan iki kardeşin soyundan gelen bu kabileler Yemen tarafından buraya göç edip yerleştiklerinde uzun bir süre oradaki yahudilerin hâkimiyeti altında yaşamışlar, yaklaşık 492 yılında bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından yahudilerin kışkırtmalarıyla birbirlerine düşüp Arap tarihinde benzerine rastlanmayan bir çekişme ve savaş süreci içine girmişlerdi. Bu savaşların en şiddetlisi de Hz. Peygamber’in hicretinden beş yıl kadar önce yapılan ünlü Buâs savaşıydı. Bu savaşın ardından bir durulma süreci başlamış ve Medine’de siyasî bir birlik oluşturulması ve başına Hazrec kabilesinin reisi Abdullah b. Übey b. Selûl’ün getirilmesi hususunda bir mutabakat oluşmuştu. Hatta Resûlullah’ın gelişinden kısa bir süre önce Abdullah’a takılacak kraliyet tacının yapımı için Medineli sanatkârlara sipariş bile verilmişti. İşte Hz. Peygamber’in buraya hicret edip yerleşmesi bu projenin sonuçsuz kalmasına yol açtığı için Abdullah b. Übeyy’in Resûlullah’a ve müslümanlara duyduğu kin ve husumet hiçbir zaman dinmemiştir. Abdullah, müşrik olarak kalması halinde müslüman birliğine zarar veremeyeceğini anladığından, Bedir Savaşı’nın ardından müslüman olduğunu açıklamış, ama her fırsatta bir taraftan anılan iki kabile arasındaki ezelî rekabeti alevlendirmeye ve yeni kardeş kavgaları çıkarmaya çalışmış, diğer taraftan da Mekke müşrikleriyle, Medine ve civarındaki yahudi kabileleriyle gizli temaslar kurup müslümanlar aleyhine türlü entrikalar çevirmiştir. Kur’an’da münafıkların –tabii ki onların başı olarak Abdullah b. Übeyy’in– yürüttüğü yıkıcı ve bölücü faaliyetlerden bazılarına –isim verilmeden– yapılmış özel atıflar vardır. Uhud Savaşı’na çıkarken yaptığı döneklik (bk. Âl-i İmrân 3/122, 166-167), Hz. Âişe hakkındaki çirkin iftirayı tertip edip yayması (bk. Nûr 24/11-20), Tebük Seferi öncesinde, sefer sırasında ve sonrasında müslümanların mâneviyatını sarsmaya çalışması (bk. Tevbe 9/38 vd.) bunların başlıcalarıdır. Bütün bunlara rağmen Abdullah öldüğünde (hicrî 9/m. 631) oğlunun onun cenazesiyle ilgilenmesi ricası karşısında Hz. Peygamber’in sergilediği tavır ancak, onun “bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olması”yla (Enbiyâ 21/107) izah edilebilecek bir hoşgörü ve zarafet içermekteydi. Şu var ki Abdullah’ın inançsız olduğu objektif delillerle ortaya çıktığı gibi ayrıca Allah tarafından Resûlullah’a da bildirilmişti. Onun için kendisinden bu gibilerin cenaze namazını kılmamak suretiyle artık onlara karşı açık bir tavır ortaya koyması istendi (ayrıca bk. Tevbe 9/80, 84). Hâkim kanaate göre bu sûre Müreysî‘ seferi (diğer adıyla Benî Mustalik seferi) esnasında meydana gelen şu olay üzerine inmiştir: Bu seferden dönüleceği sıralarda biri muhacir diğeri ensar yanlısı iki adam arasında su yüzünden bir kavga çıktı. Bir rivayete göre muhacir tarafından olan Hz. Ömer’in ücretlisi Cehcâh b. Saîd adlı bedevî, ensar tarafından olan ise Abdullah b. Übeyy’in kabilesiyle aralarında antlaşma bulunan Cühenîler’den Sinân b. Yezîd idi. Biri “Ey ensar, yetişin!” diye, diğeri de “Ey muhacir, yetişin!” diye kendi taraflarını yardıma çağırdılar. Resûlullah bunu işitince, onları yatıştırdı; yaptığı etkili konuşmada bu tür bölücü sloganlardan hoşnut olmadığını ve bunun Câhiliye geleneği olduğunu da belirtti. Olay Abdullah b. Übeyy’in kulağına gidince hemen bunu fırsat bilip müslümanlar arasında tefrika çıkarmaya yeltendi. Kendi kavminden olanlara şöyle dedi: “Bunlar (muhacir) bizim beldemizde bize kafa tutuyor, üstünlük taslıyorlar. Onlarla bizim durumumuz ‘Köpeğini semirt, seni yesin’ sözündekine döndü. Hele Medine’ye varalım, göreceksiniz ki güçlü olan zayıf olanı oradan çıkaracak! Aslında bunu kendiniz yaptınız, onlara beldenizde yer verip imkânlarınızı paylaştınız. Muhammed’in yanındakilere yardım etmeyin ki dağılıp gitsinler!” Bu sözleri işiten ve o sırada henüz çok genç olan Zeyd b. Erkam, yapılan konuşmadan dolayı rahatsızlığını dile getirip tepki gösterince Abdullah onu azarladı. Zeyd durumu amcasına, o da Hz. Peygamber’e aktardı. Hz. Ömer Abdullah’ın boynunun vurulmasını önerdi. Resûlullah bunu kabul etmedi ve henüz normal hareket vakti gelmediği halde hemen yola koyulma tâlimatı verdi. Uzun bir süre mola vermedi; mola verdiğinde herkes yorgunluktan uyuyakaldı. Böylece söylentilerin artıp işin alevlenmesini önledi. O arada Abdullah’ı çağırtıp, “Bana şöyle şöyle bir söz ulaştı; bu sözün sahibi sen misin?” diye sordu. O, “Sana kitabı indiren Allah’a yemin ederim ki böyle şeyler söylemedim” dedi. Bunun üzerine Resûlullah onun hakkında bir işlem yapmadı. Zeyd ise yalancı konumuna düştüğü için çok üzülmüştü. Medine’ye dönünce Allah Teâlâ Münâfikûn sûresini indirdi. Hz. Peygamber Zeyd’in kulağını tutup, “Allah seni doğruladı ve bu kulağın hakkını verdi” diye ona iltifat etti. Bazı kimseler Abdullah’a kendisi hakkında sert ifadeler içeren âyetler indiğini söyleyerek Resûlullah’a gidip Allah’tan kendisi için bağışlama dilemesi için ricada bulunmasını önerdiler. O ise başını çevirip “İman et dediniz ettim, zekât ver dediniz verdim, geriye bir tek Muhammed’e secde etmediğim kaldı!” diyerek itiraz etti. Kaynaklarda ayrıca Abdullah’ın samimi bir müslüman olan oğlunun ona gösterdiği sert tepkilerle ilgili rivayetler de yer almaktadır (bk. Buhârî, “Tefsîr”, 63; Tirmizî, “Tefsîr”, 63 ; Müsned, IV, 370, 373; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye (Mustafa esSekkå), III, 302-305; Taberî, XXVIII, 108-117; Zemahşerî, IV, 101-102; Elmalılı, VII, 5003-5008). Tefsir, hadis ve siyer kitaplarında bazı ayrıntı farklarıyla ve değişik rivayetler halinde aktarılan bu olay, –bütünü itibariyle– münafıkların o günkü şartlarda sahip oldukları toplumsal konuma uygun düşmektedir. Ancak “Gelin, Allah’ın resulü sizin için bağışlama dilesin, dendiğinde başlarını çevirirler ve onların büyüklük taslar bir eda ile uzaklaştıklarını görürsün” anlamında bir âyet indikten sonra Abdullah b. Übeyy’in belirtilen sözü söylemesi ve tavrı takınması mâkul durmadığı için, bazı yazarlar rivayetlerin bu kısmını şöyle izah ederler: Âyetlerin nüzûlünden önce Abdullah’tan peygambere gidip özür dilemesi ve bağışlanması için dua etmesi istenmiş, âyetler de bundan sonra inip hem onun tavrına hem de genel olarak münafıkların hallerine gönderme yapmış olabilir (Derveze, X, 88). İbn Âşûr’a göre ise daha önce zaten Abdullah Hz. Peygamber’le görüşüp bu sözleri söylemediğini ifade ettiği ve müteakip âyette, “Allah onları asla bağışlamayacaktır” buyurulduğu için anılan âyeti Abdullah’ın özür dilemesinin istenmesiyle izah etmek uygun olmaz; bu, münafıklarla ilgili –başka sûrelerde benzerleri görülen– genel bir tasvir niteliğindedir (XXVIII, 231-233, 243-244). Öte yandan, yine bu sefer dönüşünde ve yine Abdullah b. Übeyy’in tertibiyle Hz. Âişe’ye iftira olayının meydana gelmiş olması da oldukça dikkat çekicidir (bk. Nûr 24/11-20). Bu iki tecrübeyle birlikte müslümanlar önemli psikolojik sıkıntılar yaşamakla beraber, Resûlullah’ın sabırlı ve sağ duyulu davranmasıyla münafıkların ve onların başı Abdullah b. Übeyy’in Medine toplumu nezdindeki itibarı da hemen hemen sıfırlanmış oluyordu. Nitekim yukarıda belirtilen olayı aktaran bazı kaynaklarda kaydedildiğine göre işin hakikati ortaya çıktıktan sonra Resûl-i Ekrem, başlangıçta sertlik yanlısı davranan Hz. Ömer’e bu gelişmeleri hatırlatıp izlediği yöntemin doğruluğunu ona da onaylatmıştır ki, ikinci halife olarak uzun bir süre müslümanların yönetim sorumluluğunu üstlenecek olan Hz. Ömer için bu oldukça önemli bir tecrübeydi. İlk dört âyette, münafıklar iman ettiklerini söylerken veya Resûlullah ve müslümanlar aleyhine dediklerini ve yaptıklarını inkâr ederken bu beyanlarını yeminlerle teyit etmeye çalışsalar da, Allah katındaki değerlendirme açısından bunların kendilerini aldatmaktan öte bir anlam taşımadığı, ama bu açıklamalarını ve yeminlerini siper edinerek bir süre müslüman muamelesi görmüş olacakları bildirilmektedir. Özleriyle sözlerinin bir olmadığını davranışlarıyla ortaya koyan, iradelerini o yönde kullanan bu kimseler, artık gönüllerini imanın ışığına kendi elleriyle kapatmışlar, böylece Allah tarafından kalplerinin mühürlenmesi sonucunu hak etmişlerdir; artık yaptıkları işin mahiyetini kavrama, vicdan muhasebesi yapma, Allah’ın insana verdiği en büyük nimet olan akıl yeteneği ve buna bağlı donanımlarını kullanıp davranışlarını ahlâkî açıdan değerlendirme yetilerini yitirmişlerdir. O sebeple 4. âyette bunların, ancak dış görünüşüyle ilgi çeken ama insanî değerlerden yoksun bulunan varlıklar olduklarına ilişkin ağır bir benzetme yapılmıştır. 2. âyette yer alan ve “Allah yolundan yan çizmişlerdir” şeklinde çevrilen cümleyi “Allah yolundan saptırmışlardır” şeklinde de anlamak mümkündür. Bu takdirde münafıkların iman etmek isteyenleri imandan alıkoyan veya henüz imanı güçlü olmayan bazı müslümanları hak yoldan saptıran faaliyetlerine işaret edilmiş olur (İbn Atıyye, V, 311-312). 3. âyetteki lafız olarak “onlar önce iman edip ardından inkâr ettiler” mânasına gelen ifade daha çok mecazi anlamda düşünülerek “İnanmış göründükleri halde içlerinden inkâr ettiler” şeklinde açıklanmıştır. Başka bir yoruma göre burada, bazılarının iman etmeye çok yaklaşmış oldukları ama yine de inkâr yolunu tercih ettikleri anlatılmaktadır. Bununla birlikte bu ifadeyi hakikat mânasında kabul edip şu şekilde anlamak da mümkündür: Münafıklar iman konusunda hep aynı durumda değillerdi; kimi önce Kur’an’dan ve nübüvvet nurundan etkilenerek iman etmiş, ama iman kalbine iyice yerleşmediğinden –içine düşen kuşkular veya çevresinden gelen kınamalar sebebiyle– inkârcılığa dönmüştü. Münafıklardan iken daha sonra içtenlikle tövbe edip iyi birer müslüman haline gelenlerin bu gruptan olmaları muhtemeldir (İbn Atıyye, V, 312; İbn Âşûr, XXVIII, 237-238; başka yorumlar için bk. Zemahşerî, IV, 100-101). 4. âyetteki ifadeler daha çok bu konudaki tarihî bilgiler ışığında şu şekilde açıklanmıştır: Abdulah b. Übey ve yandaşları olan münafıklar giyim kuşamlarındaki ihtişamla dikkat çeken, kalıpları yerinde, ifadeleri düzgün kimselerdi. “Ey Allah’ın resulü” diye hitap ederek saygılı oldukları izlenimini veren tumturaklı sözlerle Hz. Peygamber’in ve müminlerin kendilerini dinlemelerini sağlarlardı. Ama dinleme sırası kendilerine geldiğinde bilinçsiz, ruhsuz varlıklar gibi, verilen bütün mesajlara kulaklarını tıkarlar, iyi niyetle dinlemeye ve gelişmeye kapalı bir halde dururlar, dinler gibi davranırlardı. Akılları fikirleri hıyanetlerini ortaya çıkaracak, maskelerini düşürecek bir açıklama yapılması veya kendilerine dışarıdan âni bir saldırı gelmesi ihtimaline takılıydı. Bir konuda ilân yapılması gibi dışarıdan yüksek bir ses gelse tedirgin olurlar ve telâşlanırlardı. “Onlar sanki bir yere dayanmış kütükler gibidir” şeklinde bir benzetme yapılarak akıl ve idraklerini söylenenlere tıkamış oldukları, “Her gürültüyü kendilerine yönelik sanırlar” ifadesiyle de haince düşünce ve eylemlerinin kendilerini iyice evhamlı hale getirdiği belirtilmektedir (Taberî, XXVIII, 107-108; Zemahşerî, IV, 101). Hasan Basri Çantay bazı lugat ve hadis kaynaklarından deliller de göstererek, “Ama onlar sanki bir yere dayanmış kütükler gibidir” meâlindeki cümlede geçen “müsennede” kelimesine “(çubuklu Yemen kumaşı) giydirilmiş” anlamını vermiştir. Bu yaklaşıma göre cümleyi, “Onlar sanki şık elbiseler giydirilmiş kütükler gibidir” şeklinde çevirmek mümkündür (III, 1046-1047; buradaki kütük benzetmesinin başka bazı izahları için bk. Râzî, XXX, 16). Bu âyetlerde bir tipleme ve bir karakter bozukluğu tasviri söz konusu olduğundan, bunların belirli kişilerle sınırlı bir anlatım olduğunu söylemek isabetli olmaz. Kuşkusuz bilinen somut olaylar âyetlerin anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır; fakat ifadelere soyut bir anlatım üslûbunun hâkim olması, müminlerin bütün zamanlarda ve her yerde bu tiplerin benzerleriyle karşılaşabilecekleri ve bunlara karşı çok dikkatli olunması gerektiği mesajı verilmektedir. Münafıklar için bağışlanma kapısının kapanmış olduğunu belirten 6. âyetteki ifadeyi 5. âyetin ışığında yorumlamak ve bu sonucun orada açıklandığı üzere kendi bağnazlıklarından ve ısrarlı tercihlerinden kaynaklandığına dikkat etmek gerekir. Nitekim münafıkların cehennemin en derinlerine atılacağını bildiren âyetlerde dahi istisna yapılmış, bunlardan tövbe edip kendini düzelten ve gönülden teslimiyet içine girenlerin Allah’ın büyük mükâfatlara layık gördüğü müminlerle beraber olacakları bildirilmiştir (ayrıca bk. Nisâ 4/145-147; Tevbe 9/80). 7. âyette yer verilen “Resûlullah’ın yanındakilere geçimlik bir şeyler vermeyiniz ki dağılıp gitsinler” şeklindeki sözün, yukarıda özetlenen olay sırasında münafıkların başı tarafından söylenen küstahça ifadelerden biri olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte âyette, o olayla ve kişiyle sınırlı olmaksızın, her yerde ve her dönemde bulunan münafıkların zihniyetine ve fırsatını bulduklarında başvurdukları bir yola dikkat çekme mânası taşıdığı da açıktır. Çünkü kendilerini güçlü konumda hissedenlerin, kendi inanç ve düşüncelerine boyun eğdirmek istedikleri kişi ve topluluklara karşı uyguladıkları bu ekonomik baskı yöntemini kısa bir süre önce Mekke müşrikleri de müslümanlara karşı çok ağır bir biçimde uygulamışlardı. Âyette belirtildiği üzere münafıklar da aynı yöntemi uygulamayı denediler. Şöyle ki, ensarın Mekke’den hicret eden iman kardeşleriyle hemen bütün imkânlarını paylaşmaları onların kısa bir süre içinde kendi geçim düzenlerini kurmalarını sağlamıştı. Bunun yanı sıra, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in infakla ilgili teşvikleri neticesinde oluşan güzel bir yardımlaşma düzeni sayesinde, başta Mescid-i Nebevî’nin bir eğitim ünitesi gibi faaliyet gösteren Suffe öğrencileri olmak üzere diğer yoksul müslümanlar da maişetlerini karşılıyorlardı. Münafıklar da müslüman göründükleri ve müslüman muamelesi gördükleri için içtenlikle olmasa da bu düzene katkı sağlıyorlardı. Yine müslüman sayıldıkları için Abdullah b. Übey ve yandaşları kendi akrabaları ve has hemşehrileri olan ensarı etkilemekten geri durmuyorlardı. Âyette onların rasyonel bir tedbir olarak düşündükleri bu yolun her zaman aynı sonucu vermeyeceği, yerin ve göklerin mutlak sahibi ve mâliki olan Allah dilerse nice mahrumiyetleri geniş imkânlara dönüştürebileceği bildirilmekte, müminlerin maneviyatı yükseltilmektedir. Tabii ki bu maneviyat yükseltici ifade –konuya ilişkin başka âyetler ve Resûlullah’ın tatbikatı ışığında değerlendirildiğinde– müslümanlara dünya hayatıyla ilgili olarak verilmiş bir güvence anlamı içermemekte, aksine onlara dinin ve aklın icaplarını kavrama çabasını sürdürmeleri, sağlam bir imanla Kur’an’ın gösterdiği doğrultuda çalışmaya devam etmeleri ödevini dolaylı olarak hatırlatmaktadır. 7 ve 8. âyetlerin son cümlelerinde münafıkların bu hakikati kavrayamadıklarına, bilmediklerine vurgu yapılması da bu mânayı destekler niteliktedir. 8. âyette geçen izzet kelimesi sözlükte “güçlü ve üstün olmak, yenmek, saygın olmak” gibi mânalara gelen izz kökünden türetilmiş bir isim olup bu anlamların yanında bir kimsenin başkaları karşısında bedenî, psikolojik, ekonomik, sosyal statü vb. yönlerden güçlü, etkin ve saygın olmasını, baskı altına alınamaz bir konumda bulunmasını da ifade eder ve “âcizlik, alçaklık” mânasındaki “zillet”in karşıtı olarak kullanılır. Kur’ân-ı Kerîm’de izzet kelimesi Allah, resulü ve müminler hakkında olumlu bir anlam ifade ederken, inkârcı ve münafıklar hakkında onların İslâm, Kur’an ve gerçekler karşısında bilinçsizce kapıldıkları kibir, gurur, inat ve öfke duygularını, bu duyguların etkisiyle işledikleri kötülükleri sürdürmelerini anlatır (bk. Bakara 2/206; Sâd 38/2). Nitekim konumuz olan âyette de “izzet” ve “zillet” ile aynı kökten olup “güçlü olan” ve “zayıf olan” diye çevirdiğimiz kelimeler münafıkların sırf kaba kuvvete dayalı olarak düşündükleri bir üstünlüğü ifade etmekte; Allah’a, resulüne ve müminlere nisbetle kullanılan “izzet” kelimesi ise gerçek, kesintisiz ve sonsuz saygınlığı belirtmektedir. Bu sebeple Râgıb el-İsfahânî bunu “hakiki izzet”, bunların dışında kalanların kendilerinde vehmettikleri izzeti de “sun‘î izzet” olarak değerlendirmektedir. Kur’an’da ve hadislerde aynı kökten türeyen kelimeler arasında en fazla Allah’ın isimlerinden olarak “azîz” kelimesinin kullanılmış olması da bu anlayışı destekler niteliktedir (daha fazla bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, “İzzet”, DİA, XXIII, 555-556; ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/26; Fâtır 35/10).
9-11

Meal

Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır. 9﴿ Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam! demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın. 10﴿ Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. 11﴿

Tefsir

Kur’an’da, yer yer dünyaya aşırı düşkünlük göstermenin tehlikelerine ve dünya hayatının varlık sebebi olan sınavın icaplarından olarak insana bazı şeylerin câzip gösterildiğine sık sık değinilir. 9. âyetten açıkça anlaşıldığı üzere burada kişiye yüklenen ödev, onun ailesiyle ilgilenmemesi, kazanç sağlayıcı işlerle meşgul olmaması değil, hayatın tabii akışı içinde ve insanın doğasının bir gereği olarak zaten gösterilmekte olan bu ilgi ve meşguliyetin, hayatın gerçek anlamını unutturacak ve Allah’a kul olma bilincini yitirmeye sebep olacak bir sapmaya yol açmamasıdır (ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/14; Enfâl 8/28; Sebe’ 34/37; Tegābün 64/14). İnsan kendisini dünya telâşının anaforuna kaptırırsa, âhiret için bir şeyler yapmak gerektiğine inansa bile, henüz önünde uzun bir ömür bulunduğunu düşünüp varlık amacına ilişkin görevlerini ileriye erteleme gibi yanılgılara kapılır. Değişmez gerçek olan ölümle yüz yüze geldiği zaman ise kendisine ek süre verilmesi için yalvarır. Ama sınav süresi dolmuş, artık sıra değerlendirmeye gelmiştir (bu konuda benzer bir tasvir için bk. Mü’minûn 23/99-100; “ecel” hakkında bk. En‘âm 6/2; A‘râf 7/34). 7. âyette münafıkların başkaları için ve Allah yolunda yapılan harcamalar (infak) konusundaki hasis tutumları kınanmıştı; burada ise insanı lâyık olduğu yerde tutacak olan iki temel davranışa vurgu yapılmaktadır: 1. Allah’ı anmayı yani O’nun kulu olduğunu unutmamak, 2. Sahip olduğu imkânları gönüllü olarak başkalarıyla paylaşmaya çalışmak. İnsanî değerler bakımından düşük düzeyde olan bireyler ve toplumlar, başkalarından ne koparabilecekleri, bu açıdan yüksek düzeyde olanlar ise başkalarına ne verebilecekleri üzerinde yoğunlaşırlar. İnsanlık tarihindeki çekişmelerin ve geliştirilen sosyal düzenlerin özü de bu iki noktadan bağımsız değildir (infak hakkında bk. Bakara 2/245, 254, 261).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 366
Tegâbün Suresi
556
28 . Cüz

Tegâbün Sûresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Nüzûl

Mushaftaki sıralamada altmış dördüncü, iniş sırasına göre yüz sekizinci sûredir. Tahrîm sûresinden sonra, Saf sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.

Adı/Ayet Sayısı

         9. âyette gerçek kâr ve zararın ortaya çıkacağı mahşer gününden söz edilirken kullanılan ve “aldanma, aldatma, kâr-zarar” gibi mânalara gelen tegåbün kelimesi sûreye ad olmuştur.

Konusu

Bütün insanları Allah yaratmış olduğu halde bu hakikati inkâr edenlere de O’na iman edenlere de –dünya hayatının var ediliş hikmetinin gereği olarak– imkân ve fırsat verildiği belirtilmekte; sorumluluk sahibi bir varlık olarak insan, evrenin yaratılış hikmeti ve kendi özellikleri üzerinde düşünmeye çağırılmakta, ifadenin tabii akışı içinde İslâm inancının temel unsurları üzerinde durulmaktadır. Sûrenin son bölümünde, Allah’a karşı kulluk görevini yerine getirmekten alıkoyabilecek faktörlerle örülü dünya hayatında hem bu vecîbenin düzgün ifası hem de beşerî ilişkilerin sağlıklı yürütülebilmesi için bazı altın öğütler verilmektedir.

1

Meal

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı tesbih eder. Mülk O'nundur, hamd O'nadır. O her şeye kadirdir. 1﴿

Tefsir

Evrendeki bütün varlıklar mülk ve hükümranlığın mutlak sahibi ve her türlü hamde lâyık olan Allah’ı tesbih edip dururken, insanların bir kısmı –kendilerinin de O’nun yaratma sıfatının eseri olduğunu bilmezden gelerek– Allah’ı inkâr etmektedir. Tesbih kavramı, “bütün varlıkların ilâhî yasalara zorunlu olarak boyun eğmeleri” anlamını da içerdiğine göre esasen Allah’ı inkâr edenler de –kendileri fark etmeseler bile– bu genel tesbihe katılmaktadırlar (bk. İsrâ 17/44). Fakat yüce Allah, akıl ve muhâkeme yeteneği, irade gücü ve tercih imkânı bahşettiği insanın iradî tesbihi olan imana ve onun icaplarına göre davranmaya ayrı bir değer atfetmektedir. İşte bu âyetlerde insanoğlu, inkâr edebilmesinin dahi gerçekte ilâhî güç ve takdirin bir sonucu olduğu ama bu konuda kendisine tercih yetkisi verilmiş olmasından ötürü bunun sorumluluğundan kurtulamayacağı hatırlatılarak, varlık sebebi üzerinde düşünmeye ve hayatını anlamlandırmaya çağırılmaktadır.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 370
2-5

Meal

Sizi yaratan O'dur. Böyle iken kiminiz kâfir, kiminiz mümindir. Allah yaptıklarınızı görendir. 2﴿ Gökleri ve yeri yerli yerince yarattı. Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı. Dönüş ancak O'nadır. 3﴿ Göklerde ve yerde olanları bilir. Gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı da bilir. Allah kalplerde olanı bilendir. 4﴿ Daha önce inkâr edenlerin haberi size ulaşmadı mı? İşte onlar (dünyada) yaptıklarının cezasını tattılar. Onlar için acı bir azap da vardır. 5﴿

Tefsir

İlk âyet genel olarak felsefenin, özel olarak da kelâm ilminin temel problemlerinden olan Allah’ın egemen iradesi karşısında insan iradesinin değeri ve insanın sorumluluğunun felsefî temeli konusuna ışık tutan bir anlatım inceliği taşımaktadır. Çünkü “Allah kiminizi kâfir kiminizi mümin olarak yarattı” tarzında bir ifade kullanılmayıp “Sizi yaratan O’dur. Ama kiminiz inkâr, kiminiz iman ediyor” buyurularak, bir taraftan inkâr ve iman realitesinin ilâhî güç ve iradeden bağımsız olmadığı, diğer yandan da her bir ferdin cebir altında değil, kendine verilen irade gücüyle yaptığı tercih sonucunda kâfir veya mümin olduğu belirtilmektedir. Her hâlükârda sonucun Allah Teâlâ’nın ilmi dışında kalamayacağını hatırlatan âyetin son cümlesinde, “Allah yapıp ettiklerinizi görmektedir” şeklinde bir ifade kullanılarak özellikle insanın hür iradesiyle yaptıklarına dikkat çekilmesi de bu mânayı destekler niteliktedir (“kesb” kavramı ve bu konudaki kelâm tartışmaları için bk. Bakara 2/7, 286).

Kendi varlık sebebini ve dünya hayatının anlamını sağlıklı biçimde değerlendirebilmesi için 3. âyette insan, göklerin ve yerin hikmetli yaratılışı yani kâinattaki muhteşem düzen üzerinde ve hemen bunun yanında kendi yaratılışındaki seçkin özellikler hakkında düşünmeye, her şeyden önce bu âlemi var eden irade ve kudretin ihtişamını kavramaya yönlendirilmektedir (Allah’ın “musavvir” isminin anlamı için bk. Haşr 59/24; insanın yaratılışındaki seçkinlik hakkında bk. İsrâ 17/70; Tîn 95/4). Bu sûretle Allah Teâlâ’nın kudret sıfatını, yarattıklarındaki eserleriyle gözlemleyip kabul etmenin yanında 4. âyette O’nun ilminin kuşatıcılığına, kalbin derinliklerinde saklandığı sanılan şeylerin dahi bu bilmenin dışında kalamayacağına dikkat çekilerek bu defa insan, hem Allah’ın ilim sıfatının kuşatıcılığını kavramaya hem kendi yapıp ettiklerinin de O’nun ilminin dışında kalmadığını bilerek sorumluluk fikri üzerinde yoğunlaşmaya çağırılmaktadır. 5. âyette ise tarihe yapılan bir gönderme ile sorumluluk bilinci içinde hareket etmemenin sonuçları üzerinde düşünme fırsatı verilmektedir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 370-371

6-10

Meal

(O azabın sebebi) şu ki, onlara peygamberleri apaçık deliller getirmişlerdi, fakat onlar: Bir beşer mi bizi doğru yola götürecekmiş? dediler, inkâr ettiler ve yüz çevirdiler. Allah da hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösterdi. Allah zengindir, hamde lâyıktır. 6﴿ İnkâr edenler, kesinlikle diriltilmeyeceklerini ileri sürdüler. De ki: Hayır! Rabbime andolsun ki mutlaka diriltileceksiniz, sonra yaptıklarınız size haber verilecektir. Bu, Allah'a göre kolaydır. 7﴿ Onun için Allah'a, Peygamberine ve indirdiğimiz o nûra (Kur'an'a) inanın. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. 8﴿ Mahşer vaktinde sizi toplayacağı gün, işte o zarar günüdür. (Ancak) kim Allah'a inanır ve yararlı iş yaparsa, Allah onun kötülüklerini örter, onu (ve benzerlerini), içinde ebedî kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte büyük kurtuluş budur. 9﴿

Tefsir

6, 7, 8, 9, 10 nolu ayetlerin tefsiri bir sonraki sayfada verilmiştir.