Kur'an ,Meal ve Tefsir Okuma Alanı. Seslendirmek istediğiniz ayetin üzerine çift tıklayınız.
Mâide Suresi
110
6 . Cüz
14

Meal

«Biz hıristiyanlarız» diyenlerden de kesin sözlerini almıştık ama onlar da kendilerine zikredilen (verilen öğütlerin veya Kitab'ın) önemli bir bölümünü unuttular. Bu sebeple kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Yakında Allah onlara yaptıklarını haber verecektir. 14﴿

Tefsir

Yukarıda (7. âyet) Hz. Muhammed’in peygamberliğini tanıyıp ona biat eden müminlerin tasada, kıvançta, güçlükte ve kolaylıkta kısaca her zaman ona itaat edeceklerine dair verdikleri sağlam söz kendilerine hatırlatılmış ve bu sözü yerine getirmeleri hususunda Allah’a karşı saygılı olmaları emredilmişti. Bu âyetlerde ise daha önce yahudi ve hıristiyanlardan da benzeri bir söz alındığı, ancak sözlerinden döndükleri için yahudilerin lânetlendikleri, hıristiyanların da aralarına kıyamet gününe kadar sürüp gidecek olan kin ve düşmanlık sokulduğu hatırlatılarak müslümanların dikkatleri çekilmekte ve eskilerin düştüğü hatayı tekrarlamaktan sakınmaları gerektiğine işaret edilmektedir (mîsâk/ahid hakkında bilgi için bk. Bakara 2/40). Nakîb kelimesi sözlükte “koruyan, nöbet tutup gözetleyen, bir şeyi araştıran müfettiş, tecrübe olunmuş ve kendisine güvenilir kimse” anlamlarına gelir. Terim olarak “kavmin yönetimi kendisine verilen, toplumun hal ve hareketiyle ilgilenen temsilci” demektir. Bu anlamda başkana ve ordu komutanına da nakîb denilmiştir (İbn Âşûr, VI, 140). Elmalılı’ya göre nakîb, “bir kavmin ahvalini bilen, işlerinin yönetimini ve ihtiyaçlarını karşılamayı üstlenen, durumlarını gözetleyen ve kendisine güvenilen kimse” anlamına gelir; reis ile aynı anlamda değildir (III, 1599). Yüce Allah İsrâiloğulları’nı din ve ahlâk dışı yollara sapmaktan korumak için on iki İsrâil kabilesinin her birinden bir temsilci seçmesini Hz. Mûsâ’ya emretmişti. Ayrıca kendileriyle beraber olduğunu bildirmek suretiyle onları desteklediğini haber vermiş ve âyette belirtilen dinî ve ahlâkî davranışları sergiledikleri takdirde günahlarını affedeceğini, kendilerini cennete sokacağını, aksine davranışta bulunanların ise doğru yoldan çıkmış olacaklarını bildirmiş ve emirlerini tutacaklarına dair, Hz. Mûsâ aracılığıyla onlardan sağlam söz almıştı. Kitâb-ı Mukaddes’te bu şahıslar, her biri binlerce kişiden oluşan bir ordunun başı olarak gösterilmiştir: “Ve sizinle beraber her sıpttan (kabile) birer adam olacak; her biri kendi ataları evinin başı olacaktır... Cemaatten çağrılanlar, ataları sıptlarının beyleri, bunlardı; İsrail binlerinin başları idiler” (Sayılar, 1/4, 16). “Doğru yol” diye tercüme ettiğimiz sevâe’s-sebîl tamlaması “orta, doğru” anlamlarına gelen sevâ kelimesi ile yol anlamına gelen sebîl kelimesinden oluşmaktadır. Tamlama halinde “orta yol” veya “doğru yol” diye tercüme edilebilir. Burada iman yolu doğru yola veya orta yola benzetilmiştir. Âyet, iman edip belirtilen güzel amelleri işleyen kimselerin kurtuluşa ve başarıya götüren doğru yola girmiş olduklarını, inkâr edenlerin de doğru yoldan saptıklarını belirtmekte ve kendilerine dosdoğru yol gösterildikten sonra bu yolda yürüyeceklerine dair Allah’a kesin söz verip de O’nun emir ve yasaklarına uymayanların, doğru yolu bulmuşken ondan sapmış ve onu yitirmiş olacaklarını, bu sebeple büyük bir hataya ve helâke düşeceklerini ifade etmektedir. Nitekim İsrâiloğulları’nın büyük çoğunluğu da zaman içerisinde ihtiraslarına yenik düşerek ahidlerini bozdular, Allah’a verdikleri sözü yerine getirmediler. Bu yüzden Allah onları lânetledi, rahmetinden uzaklaştırıp gazabına uğrattı. Yapıp ettikleri yüzünden kalpleri katılaştı. Artık yapılan nasihatler, verilen öğütler onlara tesir etmez oldu. Dünya tutkusu ruhlarını o derece sardı ki Allah katındaki sorumluluklarını unuttular ve istediklerini yapabilmek için Allah’ın kelâmını tahrif etmeye (bozmaya), değiştirmeye ve keyiflerine göre yorumlamaya başladılar (tahrif hakkında bilgi için bk. Bakara 2/75; Nisâ 4/46). Bu davranış bozukluğu nesilden nesile intikal ederek devam etti ve Hz. Peygamber zamanında da kendini gösterdi. Nitekim Medine yahudileri Hz. Peygamber’in varlığını ortadan kaldırmak için –düşmanla iş birliği dahil– her türlü tuzağı kurmaya teşebbüs etmişlerdir. 13. âyetin, “İçlerinden pek azı hariç olmak üzere onlardan daima bir hainlik görürsün” meâlindeki bölümü bunu açıkça ifade eder. Buna rağmen Hz. Peygamber’e, onlara karşı iyi davranması ve onları affetmesi emredilmiştir. Bu âyetin, Enfâl sûresinin 58. ve Tevbe sûresinin 29. âyetleri ile neshedildiği ileri sürülmüşse de İslâm’ın, affı da bir terbiye metodu olarak değerlendirdiğini, bu kapıyı daima açık tuttuğunu göz önünde bulundurarak âyetlerin neshedilmediğini düşünenlerin görüşü İslâm’ın ruhuna ve Kur’an’ın bütünlüğüne daha uygun düşmektedir. “Hıristiyanlar” diye tercüme ettiğimiz 14. âyetteki nasârâ kelimesi, Hz. Îsâ’nın tebliğ ettiği ilâhî dinin mensuplarına verilen isimdir. Yaygın yoruma göre Hz. Îsâ’nın doğduğu köyün ismi olan Nâsıra’dan dolayı bunlar nasrânî (çoğulu nasârâ) olarak adlandırılmışlardır (ayrıca bk. Bakara 2/62; Âl-i İmrân 3/52-53). Önceki âyetlerde, verdikleri sözü yerine getirmeyen yahudilerin durumları anlatıldıktan sonra 14. âyette de hıristiyanların durumları ele alınmış ve peygamberleri vasıtasıyla Allah’ın onlardan da benzeri bir söz aldığı bildirilmiştir. Hıristiyanlar Hz. Îsâ’ya biat ederek her konuda kendisine itaat edeceklerine dair söz vermişlerdi. Ancak sözlerinde durmadılar, verilen emirleri unutup Allah’ın sözlerini işlerine geldiği gibi yorumladılar. Böylece kıyamet gününe kadar devam etmek üzere aralarına ayrılık, kin ve düşmanlık tohumlarını saçmış oldular. Bu sebeple Hıristiyanlık içinde ortaya çıkan çeşitli mezheplerin mensupları arasında asırlarca şiddetli savaşlar cereyan etti. Nitekim XX. yüzyılda yaşanan dünyanın en kanlı iki savaşı da –din dışı sebeplere dayansa bile– yine hıristiyanlar arasında başlamış daha sonra dünyaya yayılmıştır. Âyetten anlaşıldığına göre –burada belirtilen kusurda ısrar ettikleri takdirde– hıristiyanlar arasındaki bu ihtilâf ve düşmanlık kıyamet gününe kadar devam edecektir. Âyetin son bölümü, Allah’a verdikleri sözden dönerek onun âyetlerini işlerine geldiği gibi yorumlayanların, bu yaptıklarının cezasını çekeceklerine işaret etmekte ve gerekli uyarıda bulunmaktadır. Ayrıca hıristiyanlar arasındaki bu ihtilâflardan müslümanların da ibret almaları murat edilmiş, benzer yanlışlıklara sapmaları halinde kendilerinin de bu tür bölünme ve çatışmalar içine düşeceklerine işaret edilmiştir.
15-16

Meal

Ey ehl-i kitap! Resûlümüz size Kitap'tan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklamak üzere geldi; birçok (kusurunuzu) da affediyor. Gerçekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir kitap geldi. 15﴿ Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir. 16﴿

Tefsir

Burada yüce Allah, verdikleri sözü yerine getirmedikleri için lânetlenmiş olan yahudilere ve Allah’ın kitabından ayrıldıkları için aralarına düşmanlık sokulmuş bulunan hıristiyanlara öğüt vermekte, Hz. Muhammed’e indirilen Kur’an ile onların elinde bulunan Kitâb-ı Mukaddes arasında asıl itibariyle bir aykırılık olmadığını, aksine bu ilâhî kitaplar arasında inanç ve ahlâk esasları bakımından birlik bulunduğunu bildirerek Ehl-i kitabı bu yeni peygambere ve yeni kitaba imana çağırmaktadır.

Ehl-i kitap, başta Hz. Muhammed’in nitelikleri ve ona imanla ilgili âyetler olmak üzere Kitâb-ı Mukaddes’te bulunan birçok ahkâmı halktan gizlemişler veya tahrif etmişlerdi. Hz. Peygamber bunlardan iman esaslarının yerleşmesi için gerekli olanları açıkladı. Onurlarını kırıp onları küçük düşürmek istemediği için açıklanmasını gerekli görmediği kısımları ise olduğu gibi bıraktı.

Bazı müfessirlere göre 15. âyette geçen ve “ışık” diye çevirdiğimiz nûrdan maksat Hz. Peygamber, kitâbün mübînden maksat da Kur’an-ı Kerîm’dir. Çünkü yüce Allah, hakkı onunla yani Hz. Peygamber’le aydınlatmış, İslâm’ı onunla üstün kılmış, şirke onunla büyük bir darbe indirmiştir. Nitekim Ehl-i kitabın gizlemiş oldukları âyet ve hükümleri de onunla ortaya çıkarmıştır. “Ey Peygamber! Seni tanık, müjdeci, uyarıcı, izniyle Allah’a çağırıcı ve etrafını aydınlatan bir ışık olarak gönderdik” (Ahzâb 33/45-46) meâlindeki âyetler de bunu desteklemektedir. Kur’an Allah’ın birliğini, hak ve bâtılı, helâl ve haramı, kısaca insanların din ve dünya işlerinde muhtaç oldukları hükümleri açıkladığı için ona da “açıklayan kitap” anlamında “kitâbün mubîn” denilmiştir (Taberî, VI, 161). Bir kısım müfessirler ise her ikisinde de Kur’an’ın kastedildiğini söylemişlerdir (bk. Zemahşerî, I, 328-329; Ebüssuûd, II, 18). Nitekim birçok âyet-i kerîmede Kur’an nûr olarak anılmaktadır (krş. Nisâ 4/174; Teğabün 64/8). Ayrıca nurdan maksadın İslâm, kitaptan maksadın ise Kur’an olduğu (Râzî, XI, 189; Şevkânî, II, 29) veya nur ile Mûsâ’nın, kitap ile Tevrat’ın kastedildiği (Ebû Hayyân, III, 448) kanaatini taşıyan müfessirler de vardır.

Burada söz konusu edilen kitabın, çoğunlukla müfessirlerin söylediği gibi Kur’an-ı Kerîm değil, yahudilerin ellerinde bulunan Tevrat olduğunu söyleyen Süleyman Ateş ise bu görüşünü şöyle açıklar: “Çünkü yahudilere kitap halinde gelen kutsal kitap odur. En‘âm sûresi 91. âyette, ‘Mûsâ’nın insanlara nur ve yol gösterici olarak getirdiği kitabı kim indirdi?’ âyetinde olduğu üzere Tevrat, birçok âyette nûr ve hüdâ olarak nitelendirilir. Bu âyetin indiği sırada henüz Kur’an-ı Kerîm bir kitap haline gelmemişti. Onun için Kur’an, kendisini daha çok Kur’an (okuma parçası) olarak nitelendirmekte, Tevrat’ı ‘nur ve hidayet kaynağı bir kitap’ olarak vasıflandırmaktadır” (II, 492). Oysa birçok sûrede açık bir biçimde Kur’an-ı Kerîm’i ifade etmek üzere kitap kelimesinin kullanıldığı âyetler bulunmaktadır (yazarın bu görüşünün eleştirisi için bk. Âl-i İmrân 3/3-4, 7). Bize göre “ey Ehl-i kitap!” diyerek Hz. Peygamber devrine ulaşan yahudilere ve hıristiyanlara hitap eden âyetteki nûr kelimesini Kur’an şeklinde yorumlamayı engelleyecek bir delil bulunmamaktadır.

16. âyette “kurtuluş yolları” diye tercüme ettiğimiz sübülü’s-selâm terkibindeki sübül kelimesi yol anlamına gelen sebîlin çoğuludur. Selâm kelimesi ise “esenlik, kurtuluş; maddî ve mânevî her türlü zarardan, kötülüklerden ve korkudan uzak kalma; dünyevî musibetlerden ve âhiret azabından kurtulma” mânalarını topluca ifade eden bir kelimedir. Yüce Allah’ın güzel isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri olarak selâm, “kendisi her türlü eksiklikten sâlim olan ve başkalarına esenlik veren” anlamına gelir. Bu anlamda Kur’an-ı Kerîm’de bir âyette geçer (Haşr 59/23). Ayrıca bazı âyetlerde Allah’ın müttaki kullarına (Hicr 15/46), seçkin kullarına (Neml 27/59) ve birçok peygamberine (Sâffât 37/79, 109, 120, 130, 181) selâm ettiği, haklarında selâmeti gerçekleştirdiği bildirilmiştir. Selâm ismi esmâ-i hüsnâ hadisinde geçtiği gibi (Tirmizî, “Da‘avât”, 83), Hz. Peygamber’in her namazın arkasında okuduğu zikrinde de yer almaktadır: “Allahım sensin selâm ve sendendir her türlü esenlik” (Müslim, “Mesâcid”, 135, 136; Dârimî, “Salât”, 88; İbn Mâce, “İkāme”, 32; selâm hakkında bilgi için bk. Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “slm” md.).

Âyetten anlaşıldığına göre bu kitaba iman edip –Allah’ın izniyle– O’nun rızâsını arayanları yüce Allah doğru yola ve kurtuluşa erdirecektir. Bir başka anlatımla onları inkâr karanlıklarından kurtararak iman aydınlığına çıkaracak, “sırât-ı müstakîm” denilen doğru yola, Allah’ın sevgili kulları olan peygamberlerin, sıddıkların, şehidlerin ve sâlihlerin yoluna erdirecektir.

Bu âyette “o kitapla” diye çevirdiğimiz ve “onunla” anlamına gelen ifadeden maksat Hz. Peygamber de olabilir. Bu takdirde kurtuluşa erdirme, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarma ve doğru yola iletme işinin Hz. Peygamber vasıtasıyla yapıldığına işaret edilmiş olur.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 236-238
17

Meal

«Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesîh'dir» diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: Öyleyse Allah, Meryem oğlu Mesîh'i, anasını ve yeryüzündekilerin hepsini imha etmek isterse Allah'a kim bir şey yapabilecektir (O'na kim bir şeyle engel olabilecektir)! Göklerde, yerde ve ikisi arasında ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah'a aittir. O dilediğini yaratır ve Allah her şeye tam manasıyle kadirdir. 17﴿

Tefsir

“Allah, Meryem oğlu Mesîh’in kendisidir” sözünü kimlerin söylediği açıklanmamıştır; ancak âyetin bağlamı dikkate alındığında bunların hıristiyanlar olduğu anlaşılmaktadır. Hıristiyanlık tarihiyle ilgili bilgiler de bu anlamı desteklemektedir. Bu durum, hıristiyanların Allah’a verdikleri söze vefasızlıklarının, kitabın bir kısmını unutmuş veya kaybetmiş olmalarının ve kurtuluş yolundan sapmalarının başka bir örneğidir. Çünkü Hz. Îsâ Allah’ın yarattığı bir kul ve O’nun elçisi olduğu halde hıristiyanlar onu Tanrı’nın oğlu, hatta Tanrı saymak suretiyle doğru inançtan sapmışlardır. Mûsâ ve Îsâ gibi büyük peygamberler Ehl-i kitaba tevhid (Allah’ın birliği) inancını tebliğ edip öğrettikleri halde özellikle hıristiyanlar çeşitli sebeplerle bu çizgiden sapma eğilimi göstermişler, Allah ile peygamberini birbirinden ayıramamışlar ve bir türlü gerçek mânada Allah’ın birliği inancına kavuşamamışlardır. Hıristiyanların bir kısmı Îsâ’nın Allah’ın oğlu olduğunu iddia edip ulûhiyyeti “baba, oğul ve kutsal ruh” olarak üçlü sisteme oturtmuş ve “ulûhiyyet cevheri birdir” diyerek üçünü bir sayıp güya tevhid inancına ulaşmışlardır. Bir kısmı ise onu Allah ve Ruhulkudüs’ün insanlaşmış şekli kabul edip kendisine tapmışlardır (hulûl inancı veya antropomorfizm). Nitekim “Allah, Meryem oğlu Mesîh’in kendisidir” sözleriyle bu inançlarını ifade etmek istemişlerdir. Bu iki aşırı uç arasında Îsâ’da ulûhiyyet vasfının bulunmadığını, onun Allah ile birleşerek tek bir varlık olmasının imkânsız olduğunu savunanlar da vardır (bu konuda bilgi için bk. Nisâ 4/171; Mehmet Aydın, “Hıristiyanlık [Hıristiyan İnançları], DİA, XVII, 345-348).

Yüce Allah hıristiyanların bu inançlarının bâtıl olduğunu göstermek için Meryem oğlu Mesîh’in, annesinin ve bütün yeryüzünde bulunanların yaratılmış ve ölümlü varlıklar olduklarını, böyle fâni varlıkların tanrı olamayacağını ifade buyurmuştur. Eğer Mesîh onların iddia ettiği gibi tanrı olsaydı kendinin başına gelenleri önlerdi. Oysa ne bunu ne de annesinin ölüp gitmesini önleyebildi. Şüphesiz yerlerin, göklerin ve ikisi arasında bulunan varlıkların tamamı Allah’ın hükümranlığı altındadır, O’nun mülküdür. Îsâ, annesi ve diğerleri de bu mülkün içinde bulunmaktadır. Yüce Allah bunların üzerinde dilediği gibi tasarruf eder. O her şeye kadirdir, dilediğini yaratabilir. Hz. Îsâ’yı da bu iradesiyle babası olmaksızın yaratmıştır.

Meryem’in ve onun zamanında var olan insanların daha önce ölmüş olmasına ve hıristiyanların inancına göre Mesîh’in de çarmıha gerilip öldürülmüş olmasına rağmen âyette “Eğer Allah Meryem oğlu Mesîh’i, annesini ve yeryüzünde bulunanların tamamını helâk etmek isterse, kim Allah’ın gücüne karşı durabilir?” şeklinde red anlamında bir soruya yer verilmesi, bunların tamamının fânilik özelliğine sahip olduğuna, Allah’ın bunlardan dilediğini dilediği zaman öldürüp yok edebileceğine vurguda bulunmak içindir. Bu konuda Elmalılı özetle şöyle der: Mesîh’in öldürüldüğünü ve asıldığını iddia eden hıristiyanlar, onun helâkinin ve fâni oluşunun mümkün olduğunu ikrar ve itiraf etmekte olduklarından, bunların hem bu iddialarını reddetmek, hem de ikrarlarıyla kendilerini susmaya mecbur etmek için âyette yalnız “Allah, Meryem oğlu Mesîh’i helâk etmeyi dilerse” demek yeterli iken bununla yetinilmeyip, gerçeği hem ilzâmî (hasmı susturucu), hem burhânî (kesin aklî delile dayalı) bir şekilde beyan etmek ve anlatmak üzere “anasını ve yeryüzündekilerin hepsini” atıfları da eklenmiştir ki, dikkate şayandır... Bu şekilde Mesîh ve anasının yok ve fâni olması mümkün olup ilâh olamayacakları önce açıkça, ikinci olarak da bütün içinde kastedilerek tekitli bir şekilde ispat edilmiş ve hatırlatılmıştır (III, 1626 vd.; Mesîh ve hıristiyanların onun hakkındaki inançları konusunda bilgi için bk. Nisâ 4/171-172).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 238-240
Mâide Suresi
111
6 . Cüz
18

Meal

Yahudiler ve hıristiyanlar «Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz» dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Doğrusu siz de O'nun yarattığı insanlardansınız. O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allah'a aittir. Sonunda dönüş de ancak O'nadır. 18﴿

Tefsir

Rivayete göre Hz. Peygamber, yanına gelerek kendisiyle (muhtemelen din konularında) konuşma yapan bir grup yahudiyi İslâm dinine davet etmiş; kabul etmedikleri takdirde Allah’ın azabına uğrayacaklarını söylemiş; yahudiler de “Bizi bununla nasıl korkutursun? Oysa biz Allah’ın oğulları ve sevgili kullarıyız” demişler, bunun üzerine bu âyet inmiştir (Taberî, VI, 164-165). O dönemde müslümanlarla yahudiler arasında barış antlaşması bulunduğundan Hz. Peygamber’in bu daveti tamamen barışçı bir davet olup onları uyardığı azap da âhiret azabı olmalıdır.

“Biz Allah’ın oğulları ve sevgili kullarıyız” sözüyle bazı yahudiler, Allah’ın oğlu dedikleri Hz. Üzeyir’e mensup olduklarını, hıristiyanlar da Allah’ın oğlu olduğuna inandıkları Hz. Îsâ’ya mensup olduklarını (bk. Tevbe 9/30), dolayısıyla ayrıcalığa sahip bulunduklarını ifade etmek istemişler veya doğrudan doğruya Allah’a bağlılıklarını kastederek Allah’ın kendilerine bir baba gibi şefkatli ve merhametli davranacağını, kendilerinin de O’nun oğullarıymış gibi Allah’a yakın ve O’nun katında değerli olduklarını iddia etmişlerdir.

Bu kuruntu yahudilerin inancı haline geldiği için kendilerini dünyanın efendileri olarak görüyorlar; Allah’ın, diğer milletleri yahudilerin emrine verdiğine inanıyorlardı. Hıristiyanlar da Allah’ın “kutsal baba!” olduğunu, bu sebeple kendilerine şefkatle muamele edeceğini savunuyorlardı. Her ne kadar İncil’de Allah’ın Hz. Îsâ’nın ve hıristiyanların babası olduğunu ifade eden pasajlara sıkça rastlanırsa da (bk. Matta, 2/15; 5/9, 45, 48; 6/9; 11/27), ilim adamları bu ifadelerin mecaz olduğu ve Allah’ın büyüklüğünü, yüceliğini, şefkat ve merhametini ifade ettiği kanaatindedirler (Elmalılı, III, 1632; İbn Âşûr, VI, 156). Ehl-i kitap burada babanın bazan oğlunu sevmeyebileceğini düşünerek ve muhtemel bir itirazı karşılamak için kendilerinin aynı zamanda Allah’ın sevgili kulları olduklarını da eklemişlerdir. Fakat yüce Allah, “De ki: Öyleyse Allah günahlarınızdan dolayı sizi niçin cezalandırıyor?” buyurarak bu iddiaların dayanaksız olduğunu göstermişti. Şefkatli ve merhametli bir baba hiçbir zaman çocuklarını eğitme amacı dışında cezalandırmaz ve eziyet çekmesine razı olmaz. Oysa yahudiler bir taraftan Allah’ın oğulları ve sevgilileri olduklarını iddia ederken diğer taraftan da âhirette azap çekeceklerini, sayılı günlerde de olsa ateşte yanacaklarını itiraf etmişlerdir (Bakara 2/80). Hıristiyanlar ise insanlığın babası olan Hz. Âdem’in hatası sebebiyle bütün insanların âhiret azabına müstahak olduklarını, Hz. Îsâ’nın, atalarından intikal etmiş olan bu günahın affedilmesi için kendini feda ettiğini iddia etmektedirler (İbn Âşûr, VI, 156; Günay Tümer, “Aslî Günah”, DİA, III, 496-497). Öte yandan, Allah onları dünyada da cezalandırmıştır. Nitekim yahudiler tarih boyunca birçok defa başka milletlerin esiri olmuşlar, yurtlarından sürülmüşler ve katliamlara mâruz kalmışlardır. Aynı şekilde hıristiyanlar da çeşitli cezalara çarptırılmışlardır. Ehl-i kitap iddia ettikleri gibi Allah’ın oğulları olsalardı elbette Allah onları böyle felâketlere mâruz bırakmazdı. Âyette de açıkça belirtildiği üzere onlar da Allah’ın yarattığı sıradan insanlardır.

19. Sözlükte “gevşeklik, zayıflık, bezginlik, sakinlik ve kesilmek” anlamlarına gelen fetret kelimesi dinî terim olarak, daha çok Hz. Îsâ ile Hz. Muhammed arasında geçen tebliğsiz dönem için kullanılır. Bu dönemde yaşayan topluluklara da “fetret ehli” denir. Ayrıca Kur’an’ın Hz. Peygamber’e indirilişi esnasında vahyin kesintiye uğradığı zaman dilimi de fetret olarak adlandırılır. Kelime, bazı hadislerde sözlük ve terim anlamlarında kullanılmıştır (meselâ bk. Buhârî, “Teheccüd”, 18; Müslim, “Zühd”, 41). Akaid ve kelâm literatüründe fetret daha çok, bir peygamberin ortaya koyduğu, tahrife uğramamış bir davetle karşılaşma imkânından yoksun kalan insanların dinî sorumluluğu açısından üzerinde durulan bir kavramdır. İslâmî literatürde fetret, ilk bakışta İslâm öncesi dönemle ve özellikle Hz. Îsâ tarafından tebliğ edilen dinin tahrife uğraması, dolayısıyla ilâhî vahyin etkisini ve bereketini kaybetmesinin ardından son peygamberin gelişine kadar geçen süreyle ilgili bir kavram niteliğinde görülür. İslâmiyet geldikten sonra bu dinin varlığından haberdar olmayan veya yeterince aydınlanamayan kişilerin fetret ehli kavramı içinde mütalaa edilip edilmeyeceği tartışmalı bir konudur. Bu husustaki deliller, fetret kavramının hem İslâmiyet’ten önce hem de İslâm geldikten sonra yaşayan, değişik engeller yüzünden dinî tebliğden haberdar olamamış kişi ve grupları kapsamına aldığını düşündürmektedir. İslâmî kaynaklarda Hz. Îsâ ile Hz. Muhammed arasında geçen fetret döneminin süresiyle ilgili olarak 577 ile 600 arasında değişen rakamlar verilmektedir. Bu farklılıkların, Hz. Îsâ’nın gerçek doğum tarihinin belirlenmesi ve hesabın kamerî takvime göre yapılması gibi âmillerden kaynaklandığı anlaşılmaktadır (bilgi için bk. Müslim, “Fezâil”, 113; İbn Sâ‘d, Tabakāt, I, 194; İbn Kesîr, III, 65; Ateş, II, 501; Metin Yurdagür, “Fetret”, DİA, XII, 475-480).

İbn Âşûr’a göre âyette zikredilen peygamberlerden maksat Hz. Mûsâ’dan Hz. Îsâ’ya kadar birbirini takip eden Ehl-i kitap peygamberleridir. Bu peygamberlerle Hz. Muhammed arasında geçen zamana “fetret dönemi” denir veya peygamberler ifadesiyle sadece Hz. Îsâ kastedilmiştir. İbn Âşûr, Îsâ’nın göklere kaldırılışıyla Hz. Peygamber’in gönderilişi arasındaki sürenin de yaklaşık 580 yıl olduğunu kaydettikten sonra ancak bu dönemde Ehl-i kitabın dışındaki kavimlerden Hâlid b. Sinân ve Hanzale b. Safvân gibi bazı peygamberlerin daha gelmiş olduğunu hatırlatır (VI, 158).

Âyet her ne kadar Ehl-i kitaba hitap ediyorsa da maksat umumi olup bütün insanlığı kapsamaktadır. İnsanlar âhirette, kendilerine herhangi bir uyarıcının gelmediğini mazeret olarak ileri sürmesinler diye yüce Allah zaman zaman emir ve yasaklarını onlara tebliğ edecek peygamberler göndermiştir. Hz. Îsâ’dan sonra yaklaşık altı asır gibi uzun bir zaman geçmiş, insanlar onun getirdiği kitabı tahrif ederek Allah’ın dinini bozmuşlardı. Böyle bir dönemde yüce Allah kıyamete kadar geçerli olmak üzere bütün insanlara doğru yolu göstermekle görevli kıldığı Hz. Muhammed’i öğüt verici, müjdeleyici, uyarıcı bir peygamber ve âlemlere rahmet olarak gönderdi (Sebe’ 34/28; Enbiyâ 21/107).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 240-241
19

Meal

Ey ehl-i kitap! Peygamberlerin arası kesildiği bir sırada size elçimiz geldi. Gerçekleri size açıklıyor ki (kıyamette): «Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi» demiyesiniz. İşte size müjdeleyici ve uyarıcı gelmiştir. Allah her şeye hakkıyle kadirdir. 19﴿

Tefsir

Sözlükte “gevşeklik, zayıflık, bezginlik, sakinlik ve kesilmek” anlamlarına gelen fetret kelimesi dinî terim olarak, daha çok Hz. Îsâ ile Hz. Muhammed arasında geçen tebliğsiz dönem için kullanılır. Bu dönemde yaşayan topluluklara da “fetret ehli” denir. Ayrıca Kur’an’ın Hz. Peygamber’e indirilişi esnasında vahyin kesintiye uğradığı zaman dilimi de fetret olarak adlandırılır. Kelime, bazı hadislerde sözlük ve terim anlamlarında kullanılmıştır (meselâ bk. Buhârî, “Teheccüd”, 18; Müslim, “Zühd”, 41). Akaid ve kelâm literatüründe fetret daha çok, bir peygamberin ortaya koyduğu, tahrife uğramamış bir davetle karşılaşma imkânından yoksun kalan insanların dinî sorumluluğu açısından üzerinde durulan bir kavramdır. İslâmî literatürde fetret, ilk bakışta İslâm öncesi dönemle ve özellikle Hz. Îsâ tarafından tebliğ edilen dinin tahrife uğraması, dolayısıyla ilâhî vahyin etkisini ve bereketini kaybetmesinin ardından son peygamberin gelişine kadar geçen süreyle ilgili bir kavram niteliğinde görülür. İslâmiyet geldikten sonra bu dinin varlığından haberdar olmayan veya yeterince aydınlanamayan kişilerin fetret ehli kavramı içinde mütalaa edilip edilmeyeceği tartışmalı bir konudur. Bu husustaki deliller, fetret kavramının hem İslâmiyet’ten önce hem de İslâm geldikten sonra yaşayan, değişik engeller yüzünden dinî tebliğden haberdar olamamış kişi ve grupları kapsamına aldığını düşündürmektedir. İslâmî kaynaklarda Hz. Îsâ ile Hz. Muhammed arasında geçen fetret döneminin süresiyle ilgili olarak 577 ile 600 arasında değişen rakamlar verilmektedir. Bu farklılıkların, Hz. Îsâ’nın gerçek doğum tarihinin belirlenmesi ve hesabın kamerî takvime göre yapılması gibi âmillerden kaynaklandığı anlaşılmaktadır (bilgi için bk. Müslim, “Fezâil”, 113; İbn Sâ‘d, Tabakåt, Beyrut 1985, I, 194; İbn Kesîr, III, 65; Ateş, II, 501; Metin Yurdagür, “Fetret”, DİA, XII, 475-480).

 İbn Âşûr’a göre âyette zikredilen peygamberlerden maksat Hz. Mûsâ’dan Hz. Îsâ’ya kadar birbirini takip eden Ehl-i kitap peygamberleridir. Bu peygamberlerle Hz. Muhammed arasında geçen zamana “fetret dönemi” denir veya peygamberler ifadesiyle sadece Hz. Îsâ kastedilmiştir. İbn Âşûr, Îsâ’nın göklere kaldırılışıyla Hz. Peygamber’in gönderilişi arasındaki sürenin de yaklaşık 580 yıl olduğunu kaydettikten sonra ancak bu dönemde Ehl-i kitabın dışındaki kavimlerden Hâlid b. Sinân ve Hanzale b. Safvân gibi bazı peygamberlerin daha gelmiş olduğunu hatırlatır (VI, 158).

 Âyet her ne kadar Ehl-i kitaba hitap ediyorsa da maksat umumi olup bütün insanlığı kapsamaktadır. İnsanlar âhirette, kendilerine herhangi bir uyarıcının gelmediğini mazeret olarak ileri sürmesinler diye yüce Allah zaman zaman emir ve yasaklarını onlara tebliğ edecek peygamberler göndermiştir. Hz. Îsâ’dan sonra yaklaşık altı asır gibi uzun bir zaman geçmiş, insanlar onun getirdiği kitabı tahrif ederek Allah’ın dinini bozmuşlardı. Böyle bir dönemde yüce Allah kıyamete kadar geçerli olmak üzere bütün insanlara doğru yolu göstermekle görevli kıldığı Hz. Muhammed’i öğüt verici, müjdeleyici, uyarıcı bir peygamber ve âlemlere rahmet olarak gönderdi (Sebe’ 34/28; Enbiyâ 21/107).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 241-242
20

Meal

Bir zamanlar Musa, kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Allah'ın size (lütfettiği) nimetini hatırlayın; zira O, içinizden peygamberler çıkardı ve sizi hükümdarlar kıldı. Âlemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi. 20﴿

Tefsir

Hz. Muhammed’e karşı direnen Medine yahudilerinin ataları da geçmişte Hz. Mûsâ’ya karşı direnmişlerdi. O zaman Hz. Mûsâ kutsal toprakları işgal altında bulunduran düşmana karşı savaşmak için kavmini psikolojik olarak hazırlamak ve savaştıkları takdirde zafere kavuşacaklarına inandırmak maksadıyla yüce Allah’ın geçmişte kendilerine vermiş olduğu nimetleri hatırlatmış, bu nimetlerin unutulmaması ve Allah’a verilen sözün yerine getirilmesi gerektiğine dikkat çekmişti. Âyet İsrâiloğulları arasından birçok peygamber gönderildiğini ifade ettiği gibi, İsrâiloğulları’nın büyük bir siyasî güç kazanıp devlet yöneticiliğinde bulunduklarına da işaret etmektedir.

Hz. Mûsâ İsrâiloğulları’na bu nimetleri hatırlattığı zaman onlar Mısır’dan ayrılmışlardı. Fakat henüz kutsal topraklara girip de burada kendileri için bir vatan edinmemiş oldukları, hükümdarlık dönemine de henüz erişmemiş bulundukları âyetlerin akışından anlaşılmaktadır. Burada muhtemelen Hz. Mûsâ’dan önceki peygamberler ve İsrâiloğulları’ndan gelen Mısır’daki yöneticiler kastedilmiştir. Zira, “O, içinizden peygamberler çıkardı, sizi hükümdarlar kıldı ve âlemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi” ifadesinde geçmiş zaman kullanılması nimetlerin geçmişte verilmiş olduğuna delâlet etmektedir. Bu nimetler gelecekte mutlaka verileceği için geçmiş zaman kullanıldığı kanaatinde olanlar bulunmakla birlikte bizce bu tür bir yorum zorlama olur. Çünkü Hz. Mûsâ’nın gelecek nesillere verilecek bir nimeti kendi zamanındaki insanlara hatırlatması, ibret almalarını ve şükretmelerini sağlamak amacı bakımından yetersizdir.

Öte yandan “Sizi hükümdarlar kıldı” şeklinde tercüme edilen cümle “Sizi hürler kıldı” anlamında da yorumlanmıştır (Taberî, VI, 169-170; Râzî, XI, 196). Buna göre âyet, yüce Allah’ın İsrâiloğulları’nı Firavun’un tebaası olarak bulundukları Mısır’daki kölelik hayatından kurtardığını, hürriyetlerine kavuşturduğunu ve bağımsızlıklarını kazandırdığını ifade eder. Şüphesiz bireyler için özgürlük gibi milletler için de bağımsızlık dünyanın en büyük nimetlerindendir. Bu sayede İsrâiloğulları’nın itibarı yükselmiş ve yeryüzünün saygın milletlerinden biri haline gelmişlerdi. Allah, dünyada hiç kimseye vermediği nimetleri onlara vermiş; içlerinden peygamberler ve yöneticiler çıkarmış, Mısır’dan çıkışlarında denizi yarıp onları buradan geçirmiş, düşmanlarını yok edip bazı topraklarını onlara vermiş, bir defasında da onlar için taştan tatlı su fışkırtmış, yemeleri için kudret helvası ve bıldırcın göndermiş, kızgın çölde onları bulutlarla gölgelendirerek sıcaktan ölmelerini önlemişti. O tarihte bu kadar nimet başka milletlere verilmemişti; özellikle insanlık tarihinde gönderilmiş beş büyük peygamberden biri olan Hz. Mûsâ o gün onların başında bulunuyordu.

Âyetler Hz. Mûsâ zamanındaki İsrâiloğulları’yla ilgili olduğuna göre gerek onların “âlemlerde hiçbir kimseye verilmemiş nimetlere mazhar olmaları” gerekse 21. âyette belirtilen “arz-ı mukaddesin onlara vatan olarak yazılmış bulunması” zamanlı ve şartlı idi; yani o toplumun erdemli ve düzgün yaşamalarına, Allah yolunda doğru dürüst yürümelerine bağlı idi. Nitekim Enbiyâ sûresinin 105. âyetinde arza Allah’ın sâlih kullarının vâris olacağı bildirilmektedir. İsrâiloğulları da peygamberlerin gösterdiği istikamette yürüdükleri sürece yükselmişler, Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman zamanında güç ve iktidarın zirvesine ulaşmışlardı. Ancak 12. âyetten buraya kadar anlatılanlar İsrâiloğulları’nın zamanla bu vasıfları yitirdiklerini, Allah’a verdikleri sözü bozacak, O’nun kelâmını tahrif edecek ve kendilerinin Allah’ın çocukları olduklarını iddia edecek kadar sorumsuz davranır duruma geldiklerini göstermektedir. Bundan da öte peygamberleri öldürecek kadar gaddarlaşmışlar, bu sebeple Allah’ın gazabına uğramışlar, yukarıda zikredilen nimetler de ellerinden çıkmıştır.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 244-246
21-26

Meal

Ey kavmim! Allah'ın size (vatan olarak) yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz. 21﴿ Onlar şu cevabı verdiler: Yâ Musa! Orada zorba bir toplum var; onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de hemen gireriz. 22﴿ Korkanların içinden Allah'ın kendilerine lütufda bulunduğu iki kişi şöyle dedi: Onların üzerine kapıdan girin; oraya bir girdiniz mi artık siz zaferi kazanmışsınızdır. Eğer müminler iseniz ancak Allah'a güvenin. 23﴿

Tefsir

21, 22, 23, 24, 25, 26 nolu ayetlerin tefsiri bir sonraki sayfada verilmiştir.