Kur'an ,Meal ve Tefsir Okuma Alanı. Seslendirmek istediğiniz ayetin üzerine çift tıklayınız.
Mâide Suresi
125
7 . Cüz
104

Meal

Onlara “Allah’ın indirdiğine ve peygambere gelin” dendiğinde, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter” derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda gitmeyen kimseler olsa da mı? 104﴿

Tefsir

İslâm’dan önce Araplar belirli özellikler taşıyan evcil hayvanları putlar adına serbest bırakırlar, ondan sonra da bunların kesilmesini ve kullanılmasını yasak sayarlardı. Bu hayvanların hangi özelliklere göre ne isim aldığı hususunda müfessir ve dilbilimciler arasında görüş birliği bulunmamaktadır (Esed, I, 216). Bu sebeple âyetteki bahîre, sâibe, vasîle ve hâm kelimelerinin kullanımı meâlde de aynen korunmuştur. Her bir kelimenin anlamıyla ilgili yaygın olan bilgilerin özetlenmesi, konuyla ilgili bâtıl inanış ve âdet hakkında genel bir fikir vermeye yeterlidir: Câhiliye dönemi Arapları, beş kere doğuran ve beşinci yavrusu dişi (bazı kaynaklara göre erkek) olan devenin kulağını yarıp salıverirler, artık onu ne sağarlar ne de binme veya yük taşımada kullanırlardı. Sütü putlara bırakılmış kabul edilen bu hayvana kulağı yarıldığı için bahîre denirdi. Bir kimsenin başına bir sıkıntı geldiğinde “Bundan kurtulursam devem sâibe olsun” diye adakta bulunur, adağını yerine getirmek üzere de hayvanı putlar adına serbest bırakır, sütünden sadece misafirler yararlanabilirdi. Koyun dişi doğurursa kendilerinin, erkek doğurursa tanrılarının olur; erkekli dişili ikiz doğurması halinde buna vasîle derler ve dişiden dolayı erkeği de kurban etmezlerdi. On nesli dölleyen erkek deveye hâm adını vererek serbest bırakırlar, bütün sulardan ve meralardan yararlanmasına müsaade ederlerdi. Âyette, Kur’an’ın geldiği dönemde iyi bilinen bir bâtıl inanış ve âdet örnek olarak anılmakta; bundan hareketle, Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla bildirdiği dinde mevcut olmayan şeyleri Allah’ın isteğiymiş gibi göstermenin sadece bir iftira olduğuna dikkat çekilmekte; ardından da bu tür bâtıl inanış ve âdetler ne kadar köklü ve yaygın olursa olsun, bunların hiçbir değerinin olmadığı hatırlatılmakta ve dünya görüşünü taklitçi, bilinçten yoksun bir zihniyet üzerine kuranlar özeleştiriye davet edilmektedir. Hz. Peygamber’in bildirmediği hususlarda gereksiz sorular sormanın eleştirildiği 101-102. âyetleri takiben bu Câhiliye âdetlerinin de mahkûm edilmesi çok mânidardır. Her iki uyarının da ortak noktası şudur: Din, Allah’ın iradesine mutlak teslimiyeti ifade eder. Peygamberler vasıtasıyla bildirilenlerle yetinmeyip ister onları zorlayarak yeni yükümlülüklerin gelmesine yol açmak, ister bazı düşünce ve davranışları Allah’ın isteğiymiş gibi göstererek dine ilâveler yapmak, Allah’ın çizdiği yolu yetersiz bulup beşer iradesini ilâhî iradenin üstüne çıkarmaya çalışmak anlamına gelir. Bu takdirde de din ve dindarlık gerçek anlamını yitirmiş olur.
105

Meal

Ey iman edenler! Siz kendi sorumluluklarınıza dikkat edin. Siz doğru gittiğiniz takdirde yanlış yola sapanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır ve yapmakta olduğunuz her şeyi o zaman Allah size bildirecektir. 105﴿

Tefsir

Bu âyetin, müminlerin, iman çağrısına olumlu karşılık vermemekte direnen ve kötülükler içinde yüzmeye devam eden inkârcıların durumuna üzülmeleri üzerine nâzil olduğu rivayet edilmiştir. Zamanla bazı müslümanların bu âyeti, nemelâzımcı bir anlayışa kapı aralayacak şekilde yorumlamaya başladıklarını görünce Hz. Ebû Bekir onları uyarıp özetle şunları söylemiştir: Siz bu âyeti gayesinin dışına taşırıyor ve yanlış yorumluyorsunuz. Ben Resûlullah’ın “İnsanlar bir kötülüğü görüp de onu engellemezlerse Allah’ın onlara genel bir azap göndermesi yakındır” buyurduğunu duydum (Tirmizî, “Tefsîr”, 6; Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 17; Elmalılı, III, 1825).

Gerçekten, Kur’an-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in sünneti incelendiğinde, İslâm’da katı bir ferdiyetçilik anlayışının asla onaylanmadığı görülür. Aksine İslâm’ın bu iki temel kaynağı, bir taraftan kişiyi din kardeşinin sevinç ve kederini paylaşmaya özendirmiş, hatta “onun mutluluğunu kendisininkine tercih etmesi” anlamına gelen îsâr kavramına ayrı bir değer vermiş (meselâ bk. Haşr 59/9), diğer taraftan da toplumda dirlik ve düzenliğin sağlanması ve korunması için bireylere birtakım ödevler yüklemiştir. Fakat unutmamak gerekir ki toplumları meydana getiren fertlerdir ve sağlıklı bir toplumsal yapı ancak görev bilincine sahip, önce kendisini düzeltmeye çalışan bireylerin baskın öge haline gelebilmesiyle mümkündür. Şu halde bu âyeti şöyle anlamak uygun olur: Kişinin başkalarına yardımcı olabilmesi, topluma olumlu katkılarda bulunabilmesi her şeyden önce kendi sorumluluklarına dikkat etmesine bağlıdır. Bu konuda üzerine düşeni yapan ve kendisini sürekli kontrol eden bir kimse de yanlış yollara düşmüş insanlardan zarar gelebileceği kuruntusuna kapılarak aydınlık yola çağrıda bulunma görevini ihmal veya terketmemelidir (emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker için bk. Âl-i İmrân 3/104; Mâide 5/79).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 350-351
106-108

Meal

Ey iman edenler! Birinize ölüm gelip çatınca vasiyet esnasında içinizden iki âdil kişi, şayet seyahatte iken başınıza ölüm musibeti gelmişse sizden olmayan başka iki kişi aranızda (konu hakkında) şahitlik etsin. Eğer (vasiyeti uygularken) içinize bir şüphe düşerse, bu iki şahidi namazdan sonra alıkorsunuz; “Bunu yakınımız hatırına da olsa hiçbir bedel karşılığında satmayız ve Allah’ın buyruğu olan bu tanıklığı asla gizlemeyiz, aksi halde apaçık günahkârlardan olacağımızda kuşku yoktur” diye Allah’ın adına yemin ederler. 106﴿ Şayet bu ikisinin günah işledikleri (yeminlerinin gerçeği yansıtmadığı) ortaya çıkarsa, bunların haklarını gasbettiği kimselerden iki kişi onların yerini alır ve “Kesinlikle bizim şahitliğimiz onların şahitliğinden daha doğrudur ve biz hak tecavüzünde bulunmadık, aksi halde biz de zalimlerden oluruz” diye Allah’ın adına yemin ederler. 107﴿ İşte bu, şahitliği gereğince yapmalarını sağlayacak veya yemin etmelerinden sonra yeminlerin reddedilmesinden korkmalarını önleyecek en uygun usuldür. Allah’a âsi olmaktan sakının ve iyi dinleyin. Allah yoldan çıkmış topluluğu doğruya eriştirmez. 108﴿

Tefsir

Bu âyetlerde vasiyet konusuna değinilmesiyle önceki âyet arasında bağ kuran âlimler bulunduğu gibi bunu yeni bir konunun ele alınması olarak düşünenler de vardır. Önceki âyetle irtibat kuranlardan bir kısmı bu bağı şöyle açıklar: Yüce Allah önceki âyette canın ve yaşama hakkının korunmasıyla ilgili buyruğunu bildirmiş, burada da insan hayatındaki önemine işaret için malın korunmasına ilişkin bir buyruğa yer vermiştir (Râzî, XII, 114). Bu izahı eleştiren M. Reşîd Rızâ ise, iki âyet arasındaki bağı şöyle kurmak gerektiğini savunur: Önceki âyette herkesin dönüşünün Allah’a olduğunun bildirilmesini takiben burada ölümle ilgili bir hükme temas edilmiştir (VII, 219). Bu âyetlerde yeni bir konuya geçildiğini düşünen müfessirlere göre buradaki düzenleme, İslâmî hükümlerin tamamlanması çerçevesinde Mâide sûresinin içerdiği hükümlerdendir (İbn Âşûr, VII, 80).

Mekkî b. Ebû Tâlib’den, müfessirler arasında bu âyetlerin, cümle yapısı, anlamı ve hükmü bakımından Kur’an’ın en çetrefil âyetlerinden sayıldığı yönünde bir söz nakledilmiştir (İbn Atıyye, II, 250). Râzî de (108. âyetin tefsirinin sonunda) bu âyetin zorlukları hususunda müfessirlerin görüş birliği içinde olduklarını belirtir ve Vâhidî’nin el-Basît isimli eserini kaynak göstererek Hz. Ömer’den de bu anlama yakın bir söz nakledildiğini hatırlatır (XII, 121). İbn Atıyye bu sözün bu âyetlerin tefsiri hakkında söylenenleri tatminkâr bulmamaktan kaynaklandığını belirtir ve kendi tercihlerini de ortaya koyarak belli başlı yorumları özetler (II, 250 vd.). Reşîd Rızâ da Kur’an’ın anlaşılmasında dil bilimi ve fıkıh âlimlerinin karşılaştıkları zorlukların esas alınamayacağını ifade edip sahâbe ve tâbiîn âlimlerinden bu yönde bir rivayetin gelmediğine dikkat çeker (VII, 224).

Bu âyetlerin nüzûl sebebi olarak tefsir ve hadis kaynaklarında şu olay zikredilir: Temîm ed-Dârî, Adî b. Bedâ ve Büdeyl b. Ebû Meryem (veya Ebû Mâriye) ticaret için birlikte Şam’a gitmişlerdi. Temîm henüz müslüman olmamıştı; (bazı kaynaklara göre kardeşi olan) Adî de hıristiyan idi. Büdeyl ise müslümandı. Şam’a vardıklarında (veya –bir rivayete göre– yolda) Büdeyl hastalandı. Yanındaki eşyaların bir listesini yapıp bunları yazdığı kâğıdı yol arkadaşlarına haber vermeden kumaşların arasına yerleştirdi. Sonra onlara döndüklerinde eşyalarını ailesine teslim etmeleri için vasiyette bulundu, ardından ruhunu teslim etti. Arkadaşları döndüklerinde, eşyanın arasında yer alan altın nakışlarla bezenmiş gümüş bir kabı alıp diğerlerini ailesine teslim ettiler. Ailesi Büdeyl’in yaptığı listede bir de gümüş kap bulunduğunu görünce bunu istediler, onlar böyle bir şey teslim aldıklarını inkâr ettiler. Ailesi durumu Resûlullah’a arzetti. Bunun üzerine ilk (106.) âyet indi. Hz. Peygamber ikindi namazını müteakip onlara yemin ettirdi. Sorun bir süre çözümsüz kaldı. Sonra dava konusu gümüş kap Mekke’de bulundu. Sahiplerine kimden aldıkları soruldu, onlar da Temîm ed-Dârî ve Adî b. Bedâ’dan satın aldıklarını söylediler. Durum tekrar Resûlullah’a arzedildi, bu defa ikinci (107.) âyet nâzil oldu. Hz. Peygamber ölünün vârislerinden iki kişiye bu konuda yemin ettirdi ve davayı kazandılar. Diğer bir rivayete göre Temîm ve Adî bu kabı 1000 dirheme satıp parasını bölüşmüşlerdi. Temîm müslüman olunca bu olaydan duyduğu rahatsızlık üzerine Büdeyl’in ailesine durumu açıklayıp 500 dirhemi ödedi. Onlar da Adî aleyhine dava açtılar ve âyete göre yemin edip davayı kazandılar. Konuya ilişkin rivayetlerde ifade farklılıkları bulunmakla beraber olayın ana hatları böyledir (bk. Tirmizî, “Tefsîr”, 6; Taberî, VII, 115-117; İbn Atıyye, II, 250-251).

Vasiyet ölüme bağlı bir tasarruf olup daha önce Bakara sûresinin 180 ve 240. âyetlerinde bu kavram yer almış ve Nisâ sûresinin 11-12. âyetlerinde terekenin paylaştırılmasına geçilmeden önce müteveffa tarafından yapılmış vasiyet varsa onun yerine getirilmesi gerektiği bildirilmiştir. Câhiliye döneminde de bilinip uygulanmakta olan vasiyet konusunda insanların olabildiğince saygılı davranmaları ve vasiyetin icaplarını yerine getirmeye önem vermeleri sebebiyle fazla bir niza meydana gelmiyordu. O yüzden bu tasarrufun belirli bir şekil şartına bağlanması cihetine gidilmemişti. Vasiyet edecek kişi genellikle vârislerinin ve yakınlarının huzurunda bu konudaki iradesini açıklıyor, onlar da buna uyuyorlardı. Bununla beraber vasiyet, sözleşmelerden farklı olarak tek taraflı bir hukukî muamele olduğundan, bu işlemin içeriğini yanlış anlamak ve hatırlamak veya gerçeği saptırmak isteyenlerin bulunması durumlarında bazı kimselerin, özellikle vasiyetten yararlanma durumunda olanların hak kaybına uğraması kaçınılmazdır. Bu âyetlerde, ölüm sonrasında geride kalanların ihtilâfa düşmelerini olabildiğince önleyen bir tedbir alınması istenmekte, bu tedbirden sonra da çıkabilecek bir ispat sorunu için özel bir prosedür getirilmektedir. 106. âyette, ölüm anının yaklaştığını hisseden bir müslümanın vasiyet etmek istediği takdirde bunu âdil oldukları bilinen, kendi yakın çevresinden veya dindaşlarından –en az– iki kişi huzurunda, şayet seyahat esnasında ise ve bu vasıfta kişiler yoksa başka iki kişi huzurunda yapması istenmektedir. Vasiyet uygulanacağı zaman bu tanıkların verdiği bilgi kuşkuya yol açmaz ve itiraz ortaya konmazsa bu tedbir yeterli olacaktır. Ancak, bu şartlarda yapılan bir vasiyette ispat sorunlarının yaşanması da uzak ihtimal değildir. Bu takdirde tanıklardan ağır bir mânevî sorumluluk hissedecekleri şartlar altında (özelliği olan bir zamanda, mekânda veya ağır ifadelerle) yemin etmeleri istenecektir. 107. âyete göre, eğer bu yeminin dahi onların doğruyu söylemelerine yetmediği ortaya çıkarsa, bu yüzden hak kaybına uğrayanlardan iki kişi, karşı bir yeminle kendi iddialarını ispatlamış sayılacaklardır. 108. âyette, tanıklığın ağırlaştırılmış yemin şartına bağlanması ve bu yeminin de karşı bir yeminle çürütülebilme imkânının verilmesinin gerçeğin ortaya çıkmasına en uygun prosedür olduğu belirtilmektedir.

Buna göre âyetlerden çıkarılabilecek başlıca sonuçlar şunlar olmaktadır: Kişi ölmeden önce üzerinde hak ve borçlar varsa, bu konuda geride kalanların ihtilâfa düşmelerini ve hak sahiplerinin zarara uğramalarını önleyecek tedbirler almalıdır. İster bu hak ve borçların açıklanması isterse geride kalanlardan –ölümünü takiben– yerine getirmelerini istediği meşrû çerçevedeki talepleri konusunda karışıklığa ve çekişmeye yol açacak fiil ve beyanlardan kaçınmalıdır. Geride kalanlar da ölenin bu yöndeki emanetlerine ve isteklerine saygılı davranmalıdır. Normal şartlarda bu hususlarda ispat sorunlarını asgariye indirecek önlemler alınabilirse de, kişinin ölüm anının yaklaştığını hissettiği için âniden vasiyet yapmak durumunda kalması veya seyahat halinde olduğundan başka ispat kolaylıkları sağlamasının mümkün olmaması gibi durumlarda bile vasiyetle ilgili ilkelere uyulacak, bu konuda bilgi ve emanet üstlenen kimseler de olağan dışı usullerin icaplarına katlanacaklardır. Her hâlükârda ilgililer bu konudaki emanete riayetin ilâhî buyruğun gereği olduğunu idrak etmeli, ispatla ilgili zorluklardan yararlanarak mal ve menfaat hırsına kapılmamalı, Allah’a hesap vereceğinin bilinci içinde günahtan kaçınma çabası içinde olmalıdır.

İslâm âlimleri Kur’an’ın gerek bu, gerekse benzeri konuları düzenleyen diğer âyetlerdeki mesajını dikkate alarak, genelde vadeye bağlanmış hak ve borçların özel olarak da vasiyet içeriğinin kayda geçirilmesi konusuna ayrı bir önem vermişler, bunun sonucu olarak günümüzdeki noterlik kurumunun işlevini üstlenen bir teşkilât ve bu alandaki meseleleri inceleyen özel bir literatür oluşmuştur.

106. âyetin “içinizden iki âdil kişi” şeklinde tercüme ettiğimiz kısmı hakkında başlıca iki yorum yapılmıştır: a) Sizin dininizden olan, müslümanlardan, b) sizin ailenizden, yakın çevrenizden. Taberî, bu yorumların kendilerinden rivayet edildiği ilk dönem bilginlerinin isimlerini zikrettikten sonra, âyetteki hitap tarzı dikkate alındığında birincisinin tercih edilmesinin gerektiğini söyler (VII, 100-102). Yine, âyetin “sizden olmayan, başka iki kişi” diye çevirdiğimiz kısmıyla ilgili olarak başlıca iki yorum nakledilegelmiştir. Bunlardan birincisine göre, burada maksat “sizin dininizden olmayan iki kişi”dir. Bu yorumu benimseyenlerin bir kısmı, bunu sadece Ehl-i kitap’la, özellikle yahudiler ve hıristiyanlarla sınırlı tutmuşlardır. İkinci yoruma göre burada maksat “sizin ailenizden, yakın çevrenizden olmayan iki kişi”dir. Taberî, bu yorumların kimlerden rivayet edildiğini aktardıktan sonra kendisi birincisini üstün bulur ve bunun da herhangi bir dine mensubiyetle sınırlandırılmaması gerektiğini savunur. Çünkü âyette müslüman olmama özelliği belirtildikten sonra başka bir sınırlandırma yer almamıştır, o halde putperestler dahi bu kapsamda sayılmalıdır (VII, 103-107). Âyetteki bu ifadeler dolayısıyla İslâm bilginleri, gayri müslimlerin müslümanlarla ilgili davalarda şahitlik yapıp yapamayacakları konusunu ele almışlardır. Bu âyetin Bakara sûresinin 282 ve Talâk sûresinin 2. âyetleriyle neshedildiği kanaatinde olanlara göre zaten onların bu davalarda tanıklık yapabilecekleri sonucuna ulaşılamaz. Mezhep imamlarından Ebû Hanîfe, Mâlik ve Şâfiî bu kanaattedir. Bu âyetin neshedilmemiş olduğu görüşünü savunanlardan “sizden olmayan, başka iki kişi” ifadesini “sizin dininizden olmayan iki kişi” şeklinde anlayanlar da bu konuda olumsuz sonuca ulaşmışlar, sadece yolculuk halindeki vasiyeti bu hükümden istisna etmişlerdir. Ahmed b. Hanbel sefer halindeyken vasiyete kıyasen diğer hukukî muamelelerde de gayri müslimin şahitliğinin kabul edileceği görüşündedir. İbn Teymiyye buradaki gerekçenin zaruret olduğu hususundan hareketle, seferîlik durumu olsun olmasın zaruret bulunduğunda aynı hükmün uygulanabileceğini savunur. Buradaki “sizden olmayan, başka iki kişi” ifadesini “sizin akrabanızdan, yakın çevrenizden olmayan iki kişi” şeklinde anlayanların bakışı esas alındığında ise, bu âyette gayri müslimlerin şahitliğini engelleyen bir anlam bulunmamaktadır. Bu yorumu benimseyenlerden söz konusu meselede olumsuz sonuca ulaşanlar, başka delillere dayanmaktadırlar (bu konuda ayrıca bk. Bakara 2/282; İbn Âşûr, VII, 95-96; Zühaylî, et-Tefsîru’l-münîr, VII, 102-103; Ateş, III, 79-80).

Taberî, âyetin nüzûl sebebini teşkil eden olay ve Nûr sûresinin 24. âyetindeki kullanım dikkate alınırsa bu âyette geçen ve “şahitlik etsin” diye çevirdiğimiz “şehâde” kelimesi ile yargılama hukukunda bilinen anlamıyla tanıklığın değil, yeminin kastedilmiş olduğuna hükmetmek gerektiğini savunur (VII, 102, 117-118); fakat bu görüş sonraki dönemlerde genellikle kabul görmemiştir.

Tefsirlerde, âyetin “namazdan sonra” diye çevirdiğimiz kısmında geçen salât kelimesiyle ikindi namazının kastedildiği kanaati hâkimdir. Bu görüşe, anılan kelimenin başındaki belirlilik takısı ve Resûlullah döneminde bu tür konularda yapılan uygulamalar dikkate alınarak ulaşılmaktadır. Bazı müfessirler ise bunu, yemin edecek kişilerin kendi dinlerindeki ibadet olarak anlamışlardır. Taberî, ikindi namazı anlamını daha kuvvetli bulma gerekçeleri arasında, Allah’ı inkâr edenler nezdinde de bu vaktin –güneşin batışına yakın olması sebebiyle– ayrı bir değer taşıdığı ve tâzim edildiği olgusunu da zikreder (VII, 110-111). Bu konudaki yorumların ortak noktası, bu tanıklığın, tanığı –ibadet şuurunun zinde olduğu bir anda veya kalabalık bir kitlenin önünde bulunma gibi– ağır bir mânevî sorumluluk hissi altında tutan şartlarda yeminle pekiştirilmiş olmasıdır. Bazı bilginler bu ifadeden hareketle, yeminin sadece zaman değil mekân ve ifade biçimi bakımından da pekiştirilebileceğini, yani kutsal mekânlarda veya daha özel sorumluluk yükleyen ifadelerle yaptırılabileceğini ileri sürmüşlerdir (İbn Âşûr, VII, 97).

İbn Âşûr, 106. âyette geçen ve “içinize bir şüphe düşerse” diye çevirdiğimiz cümlenin şahitlerin sözünün bir parçası olarak anlaşılmasının ve âyete şöyle mâna verilmesinin daha isabetli olacağı kanaatindedir: “Eğer bizim tanıklığımız hususunda kuşku duyuyorsanız, işte Allah üzerine yemin ediyoruz ki...”

107. âyette, hakkı gasbedilen taraftan iki kişinin günah işledikleri yani gerçeğe aykırı bilgi verdikleri ortaya çıkan tanıkların “yerini alacağı” hükmünün getirilmiş olması, tanıkların doğruyu söylemeleri için güçlü bir mânevî baskı oluşturmaktadır. Buna rağmen, tanıkların gerçeğe aykırı beyanda bulundukları objektif delillerle sabit olursa hak kaybına uğrayan taraftan iki kişi tanıkların yerini alacak ve yeminli olarak yapacakları beyan bu konuda yeterli delil sayılacaktır. Burada böyle bir mânevî baskı amacının bulunduğuna dikkat çekmek üzere bazı müfessirler, yeminin teyitli hale getirilmesi ve yeminin reddedilmesi yani geçersiz sayılması hükümlerinin birlikte teşrî‘ kılınmasının hikmeti hakkında şöyle bir açıklama yapmışlardır: Yeminin ağırlaştırılması âhiret endişesini, yeminin reddedilmesi ise insanların önünde rezil olma gibi dünya ile ilgili endişeleri harekete geçirir. Bu iki endişe bir arada bulunursa tanıklığın hakikati tam olarak yansıtacak biçimde gerçekleşmesi sağlanmış olur (M. Reşîd Rızâ, VII, 223; Elmalılı, III, 1837).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 252-258
Mâide Suresi
126
7 . Cüz
109

Meal

Allah’ın peygamberleri toplayıp da onlara “Size ne cevap verildi?” diye soracağı gün onlar “Bizim bir bilgimiz yok. Bütün gizlileri tam olarak bilen yalnız sensin” diyecekler. 109﴿

Tefsir

Burada, 110-120. âyetlerde Hz. Îsâ’nın tanıklığından hareketle yer verilecek olan hakikatlerin anlatımına geçiş yapılmaktadır. Yeni bir konuya başlanmakla beraber, önceki âyetlerin içeriği onlarla bu ve müteakip âyetler arasında şöyle bir fikrî bağ bulunduğunu düşündürmektedir: Önceki âyetlerde insanların vasiyetleri hakkında titizlik gösterilmesi ve bu konudaki tanıklığın önemi üzerinde durulmuştu. Burada ise yüce Allah’ın emir ve tavsiyeleri hakkında peygamberlerin tanıklık etmesi konusuna geçilmektedir. Nitekim Kur’an’da dinî hükümler Allah Teâlâ’nın “vasiyetleri” (emir ve tavsiyeleri) olarak (Şûrâ 42/13), peygamberler de “şahitler” şeklinde (Nisâ 4/41) nitelendirilmiştir (İbn Âşûr, VII, 98).

Öte yandan, tefsirlerde bu âyetle önceki âyet arasında gramer açısından da şöyle bir bağ kurulur: Bu âyet, 108. âyetteki “Allah’a âsi olmaktan sakının” ifadesini açıklamaktadır; “Allah’ın peygamberleri toplayıp da onlara ‘Size ne cevap verildi?’ diye soracağı günden sakının” demektir (Zemahşerî, I, 370).

Peygamberlerin Cenâb-ı Allah’ın sorusuna “Bizim bir bilgimiz yok. Bütün gizlileri tam olarak bilen yalnız sensin” diye cevap vermeleri, genellikle kıyamet gününün dehşeti karşısında duydukları ürpermenin etkisiyle veya Allah Teâlâ’ya gösterilen mutlak tâzim ve saygı ile izah edilmiştir. Bazı müfessirlerin kanaatine göre ise bu ifadeyi gerçek anlamıyla yorumlamak gerekir; bu sözleriyle peygamberler Allah katından getirdikleri buyruk ve yasaklara kendilerinden sonra insanlar tarafından nasıl bir tepki gösterildiği hususunda yeterli bilgiye sahip olmadıklarını ve bütün gerçekleri bilenin sadece Allah olduğunu belirtmiş olmaktadırlar (Taberî, VII, 125-126; İbn Âşûr, VII, 100).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 259-260
110-111

Meal

İşte o zaman Allah şöyle diyecek: “Ey Meryem oğlu İsâ! Sana ve annene lütfettiğim nimetleri hatırla! Seni Rûhulkudüs’le (Cebrâil) desteklemiştim de hem beşikte iken hem de yetişkin halinde insanlarla konuşuyordun. Sana yazmayı, hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretmiştim. Benim iznimle çamurdan kuş biçiminde bir şey yapıp ona üflüyordun ve benim iznimle derhal kuş oluyordu. Benim iznimle körü ve cüzzamlıyı iyileştiriyordun. Yine benim iznimle ölüleri diriltiyordun. Onlara açık kanıtlar getirdiğin zaman buna karşı içlerinden inkâr edenler ‘Bu düpedüz bir büyü!’ dediklerinde İsrâiloğulları’nın sana zarar vermelerini önlemiştim. 110﴿ Havârilere ‘Bana ve peygamberime iman edin’ diye ilham ettiğimde onlar ‘İman ettik, şahit ol ki bizler yürekten teslimiyet içindeyiz’ demişlerdi.” 111﴿

Tefsir

Kur’an-ı Kerîm’de adı Îsâ İbn Meryem ve Mesîh olarak geçen Hz. Îsâ, Hz. Meryem’in oğludur; Allah’ın Meryem’e ilka ettiği kelimesidir (Nisâ 4/171). Kendisine İncil verilmiş (Hadîd 57/27) ve İsrâiloğulları’na peygamber olarak gönderilmiştir (Saf 61/6; Hz. Îsâ hakkında geniş bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/45; Nisâ 4/157-158).

İslâm inancında Rûhulkudüs’ten maksat Cebrâil’dir. Bütün peygamberlerin bu melekle desteklenmesi söz konusu olmakla birlikte, Hz. Îsâ’nın dünyaya gelişinde Allah tarafından ona ayrı bir görev verilmiş olması dolayısıyla Hz. Îsâ konusunda Cebrâil’in vahiy meleği olmanın ötesinde özel bir önemi vardır (bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/87, 253). Hıristiyanlar’da ise Rûhulkudüs inancı iki yönlüdür: Birincisi Hz. Îsâ’nın Hz. Meryem’den doğmasında ve bedene bürünmesinde etkili olan, diğeri âhir zamanda çıkacak olan Rûhulkudüs. İkincisine “Rûhulhak olan Rûhulkudüs” derler. Esasen bu bir “son peygamber” inancıdır; fakat hıristiyanlar bunun Hz. Muhammed olduğunu kabul etmekten kaçınmışlardır (Elmalılı, III, 1841; Yuhanna İncili’ndeki “hakikat ruhu” ve “Rûhulkudüs” ile ilgili ifadeler için bk. 14/15-16, 26, 15/26, 16/13; bu konuda bilgi ve değerlendirme için bk. Mehmet Aydın, “Faraklit”, DİA, XII, 165-166).

Hz. Îsâ’nın beşikte iken konuşması olağan üstü bir olay olmakla beraber, yetişkinlik çağında konuşması doğal bir durum olduğu halde âyet-i kerîmede bunun da söz konusu edilmesinin sebebi hakkında değişik açıklamalar yapılmıştır (bk. Âl-i İmrân 3/46).

Müfessirlerin genel kanısına göre, “yazma” diye çevirdiğimiz “kitâb” kelimesiyle kastedilen anlam, Hz. Îsâ’ya “yazı yazma”nın öğretilecek olmasıdır (Râzî, VIII, 54). Bazı müfessirler bunu genel olarak “ilâhî kitaplar” şeklinde açıklamışlardır (Kāsımî, IV, 846). Burada Allah tarafından indirilen fakat belirli olmayan bir kitaba işaret bulunduğu yorumuna değinen İbn Atıyye bunun dayanaktan yoksun bir iddia olduğunu kaydeder (I, 438; “Tevrat” ve “İncil” hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/3-4; “hikmet” hakkında bilgi için bk. Bakara 2/269).

Hz. Îsâ tarafından gösterilmekte olduğu bildirilen mûcizelerin Hz. Îsâ’nın muhatapları açısından önem taşımasının yanı sıra, daha sonra Hıristiyanlık’ta bunlara bağlanan sonuçlar bu dinin mensuplarını ona tanrılık izâfe etmek gibi tehlikeli bir mecraya sevketmiş olduğundan gerek burada gerekse Âl-i İmrân sûresinde, bunların yüce Allah’ın iznine bağlı olduğuna sık sık dikkat çekilmiştir (bu konuda bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/49).

Hz. Îsâ’nın ilâhî vahyi tebliğ etmesi karşısında İsrâiloğulları ona saygı duyup destek vermek şöyle dursun, tuzak kurup hayatına kastetmek istemişlerdi. Bunu farkeden Hz. Îsâ kendisine sadakatle bağlanıp destek verecek bir çekirdek kadro ile (havâriler) tebliğ faaliyetini sürdürmeye çalıştı (yahudilerin tutumu ve Hz. Îsâ’nın havârileri hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/45, 52-54).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 360-361
112-115

Meal

Havâriler “Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” diye sormuşlardı. O şöyle cevap verdi: “Eğer iman etmiş kimseler iseniz Allah’a saygılı olun.” 112﴿ Onlar “İstiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz güvenle dolsun, bize doğru söylediğini bilelim ve buna tanık olalım” dediler. 113﴿

Tefsir

112, 113, 114, 115 nolu ayetlerin tefsiri bir sonraki sayfada verilmiştir.