Kur'an ,Meal ve Tefsir Okuma Alanı. Seslendirmek istediğiniz ayetin üzerine çift tıklayınız.
A'râf Suresi
163
9 . Cüz
96

Meal

Eğer, o memleketlerin halkları iman etseler ve Allah'a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereketler (in kapılarını) açardık. Fakat onlar yalanladılar, biz de kendilerini işledikleri günahlarından dolayı yakalayıverdik. 96﴿

Tefsir

O eski kavimler, peygamberlerinin davetini ve Allah’ın türlü ikazlarını yeterince değerlendirip iman etseler ve kötülüklerden sakınsalardı yüce Allah “elbette onların üzerine gökten ve yerden nice bereket kapıları” açacaktı. Şu halde iman ve takvânın sonu berekettir, bolluktur; mutluluk ve esenliktir.

Bazı tefsirlerde “gökten gelen bereketler” yağmur, “yerden gelen bereket” de ziraî mahsuller ve hayvansal ürünlerdeki bolluk diye açıklanmışsa da buradaki “bereketler”in her türlü maddî ve mânevî hayırları kapsadığını düşünmek âyetin maksadına daha uygun düşer (bk. Râzî, XIV, 185; Şevkânî, II, 260).

Zemahşerî âyetteki “açma” anlamına gelen feth kavramının “kolaylaştırma” mânasında da kullanıldığını belirtmektedir. Buna göre söz konusu ifade “... Onlar için bütün iyilik ve güzellikleri elde etme yollarını kolaylaştırırdık” anlamına gelir (II, 77).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 560
97-99

Meal

Memleketlerin halkları geceleyin uyurken kendilerine azabımızın gelmesinden emin mi oldular? 97﴿ Ya da o memleketlerin halkları kuşluk vakti gülüp oynarken kendilerine azabımızın gelmesinden emin mi oldular? 98﴿ Yoksa Allah'ın tuzağından emin mi oldular? Ziyana uğrayan kavimden başkası Allah'ın tuzağından emin olamaz. 99﴿

Tefsir

Müfessirler genellikle ehlü’l-kurâ ifadesini “geçmiş milletler” diye anlamışlarsa da; bunun, başta Mekkeliler olmak üzere bütün yerleşim birimlerinin insanlarını kapsadığını düşünmek Kur’an-ı Kerîm’in maksadına daha uygun düşer (Elmalılı, III, 2220). Hatta göçebe insanları da bunun içinde düşünmek gerekir. Böylece söz konusu âyetler bütün insanlar için bir uyarı anlamı taşımaktadır. Buna göre Allah, inkârcıyı ve isyankârı vaktini haber vererek cezalandırmaz. Nitekim sözlükte “hile, tuzak” anlamına gelen mekr kelimesi, Allah’a nisbet edildiğinde “O’nun günahkârlara mühlet vermesi ve onları farkında olmadan, beklenmedik bir anda cezalandırması” veya bu şekilde “ansızın gelen ceza” mânasında kullanılır. Yukarıdaki âyetlerde bu şekilde cezaya uğrayıp yok olan, yurtları harabeye dönen, tarihe karışan eski toplumlardan birkaç örnek verildi. Bu durum karşısında, fıtratlarındaki akıl, fikir ve ibret alma yeteneklerini kullanmayıp hüsranı hak eden, kendilerine kötülük eden inkârcılar, sadece onlar, böyle bir ceza kaygısı ve beklentisi içinde olmadan, temelsiz bir güvenlik duygusuyla her türlü kötülüğü rahatlıkla işlerler. Bu âyetlerde açıkça belirtilmemekle birlikte, ifadenin gelişinden anlaşıldığına göre, müminler ise, inkârcıların aksine, yüce Allah’ın rahmeti gibi azabının da hak olduğuna inandıkları için, daima O’nun gazabına ve azabına uğrama endişesi içinde yaşarlar. Kur’an-ı Kerîm’deki takvâ, havf, haşyet, rehbet, hazer gibi kelimelerle dile getirilen bu endişe, sarsılmaz imanın ruhlarda meydana getirdiği olumlu, yapıcı, insanı her türlü kötülüklerden alıkoyup iyilikler yapmaya sevkeden kaygı ve korku şeklindeki yüksek dinî ve ahlâkî duyguyu ifade eder. İyi mümin ve iyi insan gibi iyi ümmet ve iyi toplum da ancak bu yüce duygunun vicdanlara hâkim olmasıyla gerçekleşir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 561
100-102

Meal

Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne varis olanlara şu gerçek apaçık belli olmadı mı ki, biz dileseydik onları da (öncekiler gibi) günahları yüzünden cezalandırırdık. Biz onların kalplerini mühürleriz de onlar hakkı işitmezler. 100﴿ İşte memleketler! Onların haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz. Andolsun, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişti. Fakat onlar daha önce yalanladıklarına inanacak değillerdi. Allah kafirlerin kalplerini işte böyle mühürler. 101﴿ Biz onların çoğunda, sözünde durma diye bir şey bulmadık. Ama gerçekten onların çoklarını yoldan çıkmış kimseler bulduk. 102﴿

Tefsir

“Arz”dan maksat, yukarıda kıssaları anlatılan kavimlerin yaşadığı topraklar; “yeryüzüne vâris olanlar” ise Kur’an’ın indiği dönemde o topraklarda eski kavimlerin yerlerine yerleşip yurt kuran Arap topluluklarıdır, bunların başında da Kur’an’ın ilk muhatabı olan Mekkeliler geliyordu.

Önceki âyetlerde, geçmişteki beş peygamberin (Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, Şuayb) kavimlerinin kıssalarından örnekler verilerek, bu peygamberlerin getirdikleri açık seçik mesajlara, belgelere veya mûcizelere (beyyinât) rağmen, inkârcılıkta direnen eski toplumların mâruz kaldıkları felâketler anlatılmıştı. Bu âyetlerde ise İslâm davetine muhatap olanların, bu olup bitenlerden ders almaları istenmektedir. 100. âyette Hz. Peygamber’in muhatapları iki tehlike karşısında uyarılmaktadır: Onlar eğer iman etmezlerse ya herhangi bir yıkımla yok olup gidecekler veya –hayatta kalsalar bile– küfürde ısrar ve inat etmeleri yüzünden Allah onların kalplerini mühürleyecektir (Râzî, XIV, 187). Burada iki defa geçen “kalplerin mühürlenmesi” Kur’an üslûbunda genellikle, inkâr ve kötülükte direnen insanların, zamanla akıllarını kullanma ve sağlıklı düşünme yeteneklerini kaybetmeleri, giderek artan bir taassupla sapık inanç ve yaşayışa şartlanmaları şeklindeki zihin ve ruh halini ifade eder. Genel planda evrendeki bütün oluşlar Allah’ın kuşatıcı iradesiyle gerçekleştiği için bu şartlanma “Allah’ın kalpleri mühürlemesi” şeklinde ifade edilmiştir. Nitekim 101. âyetteki “Fakat onlar önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi” şeklinde çevrilen bölüm de insanın daha önce inkâr ettiği şeyleri kabul etmesinin veya inanıp benimsediği şeyleri terk ve reddetmesinin güçlüğüne işaret etmektedir.

Müfessirler, 102. âyetteki ahd kelimesini çoğunlukla “Allah’ın Hz. Âdem’in sulbüne, soyuna ve dolayısıyla bütün insanların fıtratına bahşettiği hakkı ve hakikati bulma, kabul etme meyli, her insanın yaratılışının en başında potansiyel olarak sahip kılındığı iman ve iyilik istidadı” anlamında açıklamışlardır. Kur’an’da, insanın böyle bir olumlu eğilim ve istidadı varlığının özünde saklayarak dünyaya gelmesi, onun Allah’a karşı olan bir tür ahdi ve borcu, buna karşılık mükellef bir insan haline geldikten sonra fıtrat dinini tanımayarak bâtıl inançlara, çirkin davranışlara sapması da “Allah’ın ahdini bozma” şeklinde dile getirilir.

103. Bu sûrenin 59. âyetinden 102. âyetine kadar olan bölümünde, daha önce yaşamış ve risâleti sona ermiş bulunan bazı eski peygamberler ve onların tebliğlerinde yer alan başlıca esaslar hakkında bilgiler verildikten sonra 103. âyetle, Kur’an-ı Kerîm’in inzâli sırasında varlığını sürdüren İsrâiloğulları’nın dinî tarihine dair bilgilere geçilmektedir. 156. âyete kadar devam eden bu bilgilerden sonra Hz. Muhammed’in risâletinin kesinliğini vurgulayan iki âyetin ardından İsrâiloğulları hakkındaki açıklamalar sürdürülecektir.

Eski Mısır dilinde “büyük ev” anlamındaki per’ao (veya per’aâ) kelimesinden gelen fir‘avn (firavun) kelimesinin İbrânîce veya Süryânîce’den Arapça’ya geçtiği sanılmaktadır. Kelime, milâttan önce 1370’lerde “kral” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Eski Mısır inancında firavun hem kral hem de tanrının oğlu ve dolayısıyla tanrı sayılıyordu.

Eski Ahid’de firavun kelimesi otuz dokuz yerde yalın bir unvan olarak, iki yerde de Kral Neko ve Kral Hofra’nın isimleriyle birlikte geçmektedir. Kur’an-ı Kerîm’de yetmiş dört defa tekrarlanan firavun kelimesi sadece Hz. Mûsâ dönemindeki Mısır kralını ifade etmekle birlikte, asıl ismi verilmemektedir. Yahudi kaynaklarında, İsrâiloğulları’na zulmeden firavunlar olarak I. Seti, onun oğlu II. Ramses ve II. Ramses’in oğlu Menephtah’ın isimleri anılır. İslâmî kaynaklara göre ise firavun Amâlika krallarının unvanıdır. Bunlardan Reyyân b. Velîd, Hz. Yûsuf’un dinini kabul etmiş; fakat onun yerine geçen Kābûs b. Mus‘ab ve daha sonra gelen Ebü’l-Abbas b. Velîd inkârcılığa sapmışlardır. Özellikle sonuncusu Hz. Mûsâ’nın mücadele ettiği kral olup firavunların en zalimi idi (ayrıntılı bilgi için bk. Ömer Faruk Harman, “Firavun”, DİA, XIII, 118-121; İsrâiloğulları için bk. Bakara 2/83 vd.; Mûsâ için bk. Kasas 28/ 7 vd.).

Âyette, yukarıda kıssaları anlatılan peygamberlerden sonra, onların temel öğretilerini ihya etmek üzere, mûcizelerle desteklenmiş olarak Hz. Mûsâ’nın gönderildiği; fakat Firavun ve çevresindeki vezirler, kâhinler, kumandanlar, danışmanlar vb. ileri gelenlerin, eski dönemlerdeki benzerleri gibi küfürde direndikleri bildirilmektedir. Buradaki “zalemû” (zulmettiler) kelimesi çoğunlukla “Mûsâ’nın gösterdiği mûcizeleri inkâr ettiler” mânasında açıklanmaktadır. Nitekim Lokmân sûresinin 13. âyetinde “Çünkü O’na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir haksızlıktır” buyurulmuş; diğer birçok âyette zulüm kelimesi küfür veya şirk mânasında kullanılmıştır. Bununla birlikte âyet, “Firavun ve önde gelen adamları, halkın Mûsâ’ya ve onun peygamberliğini kanıtlayan delillere inanmalarını engelleyerek onlara kötülük ettiler” anlamında da yorumlanmıştır (bk. Zemahşerî, II, 136; İbn Âşûr, IX, 35-36). Âyetin sonunda Firavun ve adamlarının “fesatçılar” şeklinde nitelenmesi de bu yorumu destekler mahiyettedir. Ancak âyette inkârcılığın, hem bireylerin ruhlarını ve amelî hayatlarını hem de toplumsal düzeni ve değerler dünyasını fesada uğratan en büyük bozgunculuk olduğuna işaret edildiği de düşünülebilir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 561-562
103

Meal

Sonra onların ardından Mûsâ'yı, apaçık mucizelerimizle Firavun'a ve onun ileri gelen adamlarına peygamber olarak gönderdik de onları (mucizeleri) inkar ettiler. Bak, bozguncuların sonu nasıl oldu. 103﴿

Tefsir

Bu sûrenin 59. âyetinden 102. âyetine kadar olan bölümünde, daha önce yaşamış ve risâleti sona ermiş bulunan bazı eski peygamberler ve onların tebliğlerinde yer alan başlıca esaslar hakkında bilgiler verildikten sonra 103. âyetle, Kur’ân-ı Kerîm’in inzâli sırasında varlığını sürdüren İsrâiloğulları’nın dinî tarihine dair bilgilere geçilmektedir. 156. âyete kadar devam eden bu bilgilerden sonra Hz. Muhammed’in risâletinin kesinliğini vurgulayan iki âyetin ardından İsrâiloğulları hakkındaki açıklamalar sürdürülecektir.

 Eski Mısır dilinde “büyük ev” anlamındaki per’ao (veya per’aâ) kelimesinden gelen fir‘avn (firavun) kelimesinin İbrânîce veya Süryânîce’den Arapça’ya geçtiği sanılmaktadır. Kelime, milâttan önce 1370’lerde “kral” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Eski Mısır inancında firavun hem kral hem de tanrının oğlu ve dolayısıyla tanrı sayılıyordu.

 Eski Ahid’de firavun kelimesi otuz dokuz yerde yalın bir unvan olarak, iki yerde de Kral Neko ve Kral Hofra’nın isimleriyle birlikte geçmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de yetmiş dört defa tekrarlanan firavun kelimesi sadece Hz. Mûsâ dönemindeki Mısır kralını ifade etmekle birlikte, asıl ismi verilmemektedir. Yahudi kaynaklarında, İsrâiloğulları’na zulmeden firavunlar olarak I. Seti, onun oğlu II. Ramses ve II. Ramses’in oğlu Menephtah’ın isimleri anılır. İslâmî kaynaklara göre ise firavun Amâlika krallarının unvanıdır. Bunlardan Reyyân b. Velîd, Hz. Yûsuf’un dinini kabul etmiş; fakat onun yerine geçen Kåbûs b. Mus‘ab ve daha sonra gelen Ebü’l-Abbas b. Velîd inkârcılığa sapmışlardır. Özellikle sonuncusu Hz. Mûsâ’nın mücadele ettiği kral olup firavunların en zalimi idi (ayrıntılı bilgi için bk. Ömer Faruk Harman, “Firavun”, DİA, XIII, 118-121; İsrâiloğulları için bk. Bakara 2/83 vd.; Mûsâ için bk. Kasas 28/ 7 vd.).

 Âyette, yukarıda kıssaları anlatılan peygamberlerden sonra, onların temel öğretilerini ihya etmek üzere, mûcizelerle desteklenmiş olarak Hz. Mûsâ’nın gönderildiği; fakat Firavun ve çevresindeki vezirler, kâhinler, kumandanlar, danışmanlar vb. ileri gelenlerin, eski dönemlerdeki benzerleri gibi küfürde direndikleri bildirilmektedir. Buradaki “zalemû” (zulmettiler) kelimesi çoğunlukla “Mûsâ’nın gösterdiği mûcizeleri inkâr ettiler” mânasında açıklanmaktadır. Nitekim Lokmân sûresinin 13. âyetinde “Çünkü O’na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir haksızlıktır” buyurulmuş; diğer birçok âyette zulüm kelimesi küfür veya şirk mânasında kullanılmıştır. Bununla birlikte âyet, “Firavun ve önde gelen adamları, halkın Mûsâ’ya ve onun peygamberliğini kanıtlayan delillere inanmalarını engelleyerek onlara kötülük ettiler” anlamında da yorumlanmıştır (bk. Zemahşerî, II, 136; İbn Âşûr, IX, 35-36). Âyetin sonunda Firavun ve adamlarının “fesatçılar” şeklinde nitelenmesi de bu yorumu destekler mahiyettedir. Ancak âyette inkârcılığın, hem bireylerin ruhlarını ve amelî hayatlarını hem de toplumsal düzeni ve değerler dünyasını fesada uğratan en büyük bozgunculuk olduğuna işaret edildiği de düşünülebilir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 564-565
104-105

Meal

Mûsâ dedi ki: "Ey Firavun! Şüphesiz ki ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim." 104﴿

Tefsir

104, 105 nolu ayetlerin tefsiri bir sonraki sayfada verilmiştir.
A'râf Suresi
164
9 . Cüz
105

Meal

Bana, Allah'a karşı sadece gerçeği söylemem yaraşır. Ben size Rabbinizden açık bir delil (mucize) getirdim. Artık İsrailoğullarını benimle gönder. 105﴿

Tefsir

Hz. Mûsâ, “Ben âlemlerin rabbi tarafından görevlendirilmiş bir elçiyim” demekle hem risâletle görevlendirilmiş olduğunu ilân etmiş hem de –yüce Allah âlemlerin rabbi olduğuna göre– Firavun’un tanrılık iddiasının geçersiz sayılması gerektiğini ima etmiş oluyordu. Ayrıca o, bütün peygamberler gibi kendisinin de ilk görevinin Allah hakkında gerçeği söylemek olduğunu; bildireceklerinin kuru birer iddia olmayıp bu hususta açık bir “hüccet”e yani aklî kanıtlara veya mûcizelere dayandığını açıkladı (İbn Âşûr, IX, 39). Hz. Yûsuf’un Mısır’da bir üst düzey görevde bulunduğu sırada İsrâil adıyla da bilinen Hz. Ya‘kb ve on bir oğlu da Mısır’a göçmüşler; uzun süre itibarlı bir topluluk olarak yaşamışlardı. Ancak Mısır’da yönetimin el değiştirmesi üzerine, İsrâiloğulları, giderek çoğalmaları yanında, geniş topraklara sahip olmaları ve savaşlar sırasında Mısırlılar’ı arkadan vurmaları ihtimalinin bulunması gibi siyasî ve ekonomik sebeplerle tehlikeli görülmeye başlayıp itibar kaybına uğradılar ve zamanla parya konumuna düşürülerek geri ve ağır işlerde istihdam edilir oldular. Erkek çocuklarının öldürülmesi kararı da nüfus artışının önlenmesi amacına yönelikti (bk. Çıkış, 1/8-17, 22). İşte aynı soydan bir peygamber olan Hz. Mûsâ, Tevrat’ta bildirildiğine göre (bk. Çıkış, 12/40) 400 yılı aşkın bir zamandır Mısır’da yaşayan kavmini bu alçaltıcı durumlardan kurtarmak için, Allah’ın buyruğu uyarınca (bk. Tâhâ 20/47), Firavun’dan, kavmini serbest bırakıp kendisiyle birlikte Mısır’dan Sînâ’ya dönmelerine izin vermesini istedi.
106-108

Meal

Firavun, "Eğer açık bir delil getirdiysen haydi göster onu bakalım, şayet doğru söyleyenlerden isen" dedi. 106﴿ Bunun üzerine Mûsâ asasını yere attı. Bir de ne görsünler, apaçık bir ejderha. 107﴿ Elini (koynundan) çıkardı. Bir de ne görsünler o, bakanlar için, bembeyaz olmuş. 108﴿

Tefsir

Firavun, Hz. Mûsâ’nın tebliğinde gerçeği söylediği ve sağlam kanıtlara dayandığı şeklindeki açıklamalarını yeterli bulmayıp kendisinden doğruluğunu kanıtlayacak bir mûcize göstermesini isteyince Hz. Mûsâ iki mûcize sergiledi: Asânın bir anda yılana dönüşmesi ve –esmer tenli olduğu halde– elini cebinden çıkarınca renginin, olayı takip edenlerin gözleri önünde ve onları hayrete düşürecek şekilde bembeyaz hale gelmesi. Aynı mûcizeler Tevrat’ta da zikredilmektedir (Çıkış, 4/2-8).

Her ne kadar bu mûcizeleri bildiren âyetler, kelâm âlimlerince “mülhidler” diye nitelenen bir grup tarafından çeşitli şekillerde (meselâ elin beyazlanması mûcizesi, Mûsâ’nın güçlü ve açık seçik kanıtlar göstermesi tarzında) te’vil edilerek mûcizenin inkârı yoluna gidilmişse de, Sünnî müfessirler bu tür te’villeri, konuyla ilgili mütevâtir bilgilerin kabul edilmemesi ve peygamberin yalanlanması anlamına geldiğini savunarak reddetmişlerdir (bk. Râzî, XIV, 196).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 566
109-110

Meal

Firavun'un kavminden ileri gelenler dediler ki: "Şüphesiz bu adam usta bir sihirbazdır." 109﴿ "Sizi yerinizden çıkarmak istiyor." Firavun ileri gelenlere, "Öyle ise siz ne düşünüyorsunuz?" dedi. 110﴿

Tefsir

Firavun’un erkânı, Hz. Mûsâ’nın belirtilen iki mûcizesini görünce, bunları ancak çok bilgili ve usta bir sihirbazın yapabileceğini söyleyip onun gerçekte Firavun ve çevresindekileri Mısır’dan çıkararak hâkimiyeti ele geçirme planı içinde olduğunu ileri sürdüler. Şuarâ sûresinde (26/34-35) bu fikirler doğrudan doğruya Firavun’a isnat edilir. Şu halde, çevresindekiler gibi Firavun da Mûsâ hakkında aynı asılsız kanaate sahipti. Zemahşerî’ye göre bu kanaate önce Firavun varmış, bunu adamlarına anlatmış, daha sonra onlar da aynı kaygıyı Firavun’un veya halkın huzurunda tekrar etmiş olabilirler (II, 139). Âyetlerin üslûbundan anlaşıldığına göre gerek Firavun gerekse danışmanları, Mûsâ’nın ortaya çıkışını hayli ciddiye almışlardı. Muhtemelen onlar, Mûsâ’da, sıradan bir yabancı olmasının ötesinde, Mısır’da Hz. Yûsuf döneminden sonra itibar kaybedip parya durumuna düşürülen İsrâiloğulları’na kendisini kabul ettirecek, onları bilinçlendirerek Firavun idaresinin siyasetine karşı harekete geçirecek bir kabiliyet sezmişlerdi; hatta Hz. Mûsâ’nın hükümdar sarayında yetiştiğini öğrenmiş ve bu sayede bir liderlik vasfı kazandığını da düşünmüşlerdi. Buna rağmen yine de başlangıçta onu öldürmeyi düşünmemeleri ilgi çekicidir. Müfessirler genellikle bunu, Mûsâ’nın sihirbazlar karşısındaki başarısından korkmalarına bağlarlar (ayrıca bk. 127. âyetin tefsiri).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 566-567
111-112

Meal

Onlar şöyle dediler: "Mûsâ'yı ve kardeşini (bir süre) beklet (haklarında bir işlem yapma) ve şehirlere toplayıcılar yolla." 111﴿ "Bütün usta sihirbazları (toplayıp) sana getirsinler." 112﴿

Tefsir

Başka âyetlerde bildirildiğine göre Firavun’un sarayına Mûsâ ile birlikte –ondan üç yaş büyük olan– kardeşi Hârûn da gitmişti (bk. Yûnus 10/75; Tâhâ 20/42-43). Firavun’un danışmanları, Mûsâ’nın bir sihirbaz olduğu kanıtlanırsa, halkının gözünde itibar kazanmasının önlenebileceğini ve böylece bu meselenin halledilebileceğini düşündükleri için Firavun’a, Mûsâ’yı Hârûn’la birlikte bir süre bekletmesini, kendi usta sihirbazlarını toplayarak onların mârifetiyle Mûsâ’nın bir şarlatandan başka bir şey olmadığını halka kanıtlamasını tavsiye ettiler.

Bu âyetler, o dönemde sihrin yaygın olduğunu ve insanların sihir yarışmalarına alışık bulunduğunu göstermektedir. Kelâm bilginleri, çeşitli devirlerdeki peygamberlerin gösterdikleri mûcizelerin, daha çok o devirlerdeki toplumların değer verip ilgi duydukları konulara ilişkin olduğunu belirtirler. Nitekim Hz. Mûsâ döneminde sihir yaygın olduğu için onun mûcizeleri sihirbazları mağlûp edecek hârikalar şeklinde, Hz. Îsâ’nın döneminde çeşitli hastalıklar yaygın olduğu için onun mûcizeleri iflâh olmaz hastaları iyileştirmesi, Hz. Muhammed döneminde ise fesâhat ve belâgata itibar edildiği için onun ortaya koyduğu en büyük mûcize de Arap şiirinin en seçkin örneklerinin bile yanında sönük kaldığı Kur’an-ı Kerîm şeklinde tezahür etmiştir (Râzî, XIV, 200. Sihir hakkında geniş bilgi için bk. Bakara 2/102).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 567-568
113-114

Meal

Sihirbazlar Firavun'a geldiler. "Galip gelenler biz olursak mutlaka bize bir mükafat vardır, değil mi?" dediler. 113﴿ Firavun, "Evet. Üstelik siz (ücretle de kalmayacaksınız) mutlaka benim en yakınlarımdan olacaksınız" dedi. 114﴿

Tefsir

Danışmanlarının teklifi üzerine Firavun tarafından celbedilen sihirbazların ondan ödül beklediklerini açıklamaları, onların hem yüksek bir itibara sahip bulunduklarını hem de sihirdeki ustalıklarıyla Mûsâ’yı mağlûp edeceklerinden emin olduklarını (İbn Âşûr, IX, 46), Firavun’un onlara beklediklerinden daha fazlasını vaad etmesi de onun her şeye rağmen Hz. Mûsâ’nın başarılı olmasından duyduğu endişeyi gösterir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 568
115-116

Meal

(Sihirbazlar), "Ey Mûsâ!" Ya önce sen at, ya da önce atanlar biz olalım" dediler. 115﴿ (Mûsâ), "Siz atın" dedi. Bunun üzerine onlar (ellerindekini) atınca insanların gözlerini büyülediler ve onlara korku saldılar. Büyük bir sihir yaptılar. 116﴿

Tefsir

Gösteri alanına, sihir aletleri olan sopaları ve ipleriyle gelen sihirbazlar, ustalıklarına güvendikleri ve kazanacaklarından emin olduk­ları için, gösteriye kimin önce başlayacağı hususundaki seçme hakkını, kendileri gibi bir sihirbaz olduğunu düşündükleri Hz. Mûsâ’ya bıraktılar. Buna karşılık Mûsâ’nın “Siz atın” şeklinde kesin bir cevapla mukabele etmesi de onun Allah’ın izniyle başarılı olacağına güvendiğini göstermektedir.

Bazı tefsirlerde ve kısas-ı enbiyâ kitaplarında büyücülerin sayıları hakkında, 72 ile 200 küsur bin arasında değişen rakamlar verilmekteyse de İbn Atıyye’nin de ifade ettiği gibi (VII, 131) bu açıklamaların hepsi dayanaksızdır. Bununla birlikte 112. âyet sihirbazların sayılarının çokluğuna işaret etmektedir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 569-570
117-119

Meal

Biz de Mûsâ'ya, "Elindeki değneğini at" diye vahyettik. Bir de ne görsünler o, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor. 117﴿ Böylece hak yerini buldu ve onların yapmış oldukları şeylerin hepsi boşa çıktı. 118﴿ Artık orada yenilmişler ve küçük düşmüşlerdi. 119﴿

Tefsir

Hz. Mûsâ’ya Allah tarafından “Asânı at!” buyurulması, onun sergilediği hadisenin, bizâtihî kendisinin bir gösterisi veya bir büyüsü olmayıp Allah’ın iradesi uyarınca gerçekleşen bir mûcize olduğuna; ejderha haline dönüşen asânın yuttuğu şeylerden “onların uydurdukları şeyler” diye söz edilmesi de Firavun’un sihirbazlarınca sergilenen sihrin asılsızlığına işaret eder. Nitekim 118. âyette “Böylece gerçek ortaya çıktı...” buyurulmakla da sihirbazların gösterilerinin asılsız, Mûsâ’nın mûcizesinin de gerçekten vuku bulmuş bir hadise olduğu ifade edilmiştir. Âyetteki “batala” fiili de sihirbazların yaptıklarının hem asılsız olduğunu, yani gerçekten vuku bulmuş bir olay değil, aksine bir aldatmaca olduğunu hem de Firavun’un beklediği sonucu vermediğini göstermektedir. 119. âyette bunun bir yenilgi olduğu, Firavun ve adamlarının bu yenilgiyi kabul ederek küçük düşmüş bir vaziyette gösteri alanından çekildikleri bildirilmektedir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 570
120-122

Meal

Sihirbazlar ise secdeye kapandılar. 120﴿

Tefsir

120, 121, 122 nolu ayetlerin tefsiri bir sonraki sayfada verilmiştir.