Kur'an ,Meal ve Tefsir Okuma Alanı. Seslendirmek istediğiniz ayetin üzerine çift tıklayınız.
A'râf Suresi
162
9 . Cüz
88-89

Meal

Kavminden büyüklük taslayan önderler kesimi şöyle dediler: “Ey Şuayb! Ya seni ve seninle beraber inananları kesinlikle şehrimizden çıkaracağız veya mutlaka dinimize döneceksiniz!” Şuayb dedi ki: “İstemesek de mi?” 88﴿ “Doğrusu Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek Allah hakkında yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah dilemedikçe sizin dininize dönmemiz bizim için olacak şey değildir! Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a dayanırız. Ey rabbimiz! Kavmimizle bizim aramızda adaletli hükmünü ver. Sen hüküm verenlerin en hayırlısısın.” 89﴿

Tefsir

Millet kelimesi “din” anlamına gelir. Müşrikler Şuayb ve ona inananları, kendi dinlerine dönmemeleri halinde ülkelerinden süreceklerini kesin bir dille açıklayarak tehdit ettiler. Hz. Şuayb’ın “Biz istemesek de mi?” şeklindeki ifadesi, hiç kimsenin inancını değiştirmeye zorlanamayacağını, inancında ısrar ettiği için yurdundan da sürülemeyeceğini göstermesi bakımından özellikle ilgi çekicidir.

İnkârcı zorbaların “... dinimize döneceksiniz!” şeklindeki tehditkâr sözleriyle Hz. Şuayb’ın, “Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek...” şeklindeki ifadesi, ilk bakışta Şuayb’ın daha önce onların dinine bağlı olduğu gibi bir kanaat doğuruyorsa da; bütün müfessirler âyetten böyle anlamın çıkarılmaması gerektiğini ısrarla vurgulamışlardır. Zira İslâm inancına göre peygamberlerin hepsi, peygamber olmadan önce de şirk ve küfürden korunmuşlardı. Buna göre Şuayb, kendi adına değil, ihtida etmiş olan arkadaşları adına böyle konuşmuş olabilir. Söz konusu ifadeler yukarıdaki temel inanç çerçevesinde, daha başka şekillerde de açıklanmıştır (bk. Zemahşerî, II, 129-130; Râzî, XIV, 177; Şevkânî, II, 257). 89. âyetin son cümleleri, zorbalıklarını insanların vicdanları üzerinde baskı kurmaya kadar götüren zalimler karşısında iyilerin Allah’a güven ve bağlılıklarını, sebatkâr ve yürekli tavırlarını sergilemesi bakımından anlamlı ve yol gösterici ifadelerdir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 556-557
90-93

Meal

Kavminin inkârcı ileri gelenleri, “Eğer Şuayb’a uyarsanız o takdirde siz mutlaka hüsrana uğrarsınız!” dediler. 90﴿ Nihayet o şiddetli deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında yere serilip kaldılar. 91﴿ Şuayb’ı yalanlayanlar sanki orada hiç yurt tutmamış gibi oldular. Böylece asıl hüsrana uğrayanlar, Şuayb’ı yalanlayanlar oldu. 92﴿ Şuayb onlardan ayrıldı ve (bu arada) “Ey kavmim!” dedi, “Ben size rabbimizin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!” 93﴿

Tefsir

Medyen’in inkârcı ve baskıcı eşraf takımı, halkı Şuayb’a inanmamaları hususunda uyarıp tehdit ederken, asıl kendileri hak ettikleri büyük felâkete uğramışlar; bu dünyada öyle bir topluluk yaşamamış gibi yok olup gitmişlerdir. Şuayb, daha önce onları dalâletten kurtarmak ve böyle bir âkıbete mâruz kalmalarını önlemek için elinden gelen her şeyi yaptığından, artık onlara acımanın da yersiz olduğunu düşünmüştür.

Buraya kadarki âyetlerde beş peygamberin kendi toplumlarıyla ilişkileri, davetlerinin mahiyeti, bu davet karşısında inanan ve inanmayanların tutumları, özellikle inkâr etmekle yetinmeyip inananlar üzerinde baskı kuran ve toplumda türlü kötülüklerin yayılmasına öncülük edenlerin bu yüzden uğradıkları büyük felâketler bir tarihî bilgi vermekten ziyade ders verme üslûbuyla veciz bir şekilde özetlenmiştir. Müteakip âyetlerde ise bütün bu toplumların uğradığı felâketlerin, zorlukların insanları ıslah etmeye yönelik amaçlar taşıdığı bildirilmektedir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 557
94-95

Meal

Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek mutlaka ora halkını, Allah’a yönelip yalvarsın yakarsınlar diye dert ve sıkıntıya uğratmışızdır. 94﴿ Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik getirdik. Nihayet çoğaldılar ve “Atalarımız da böyle sıkıntı ve sevinç yaşamışlardı” dediler. (İnkârda ısrar edince) biz de onları, kendileri farkında olmadan ansızın yakaladık. 95﴿

Tefsir

“Dert” diye çevirdiğimiz be’sâ’ kelimesi tefsirlerde “bedensel hastalıklar”; “sıkıntı” diye çevirdiğimiz darrâ’ ise “geçim sıkıntısı, yoksulluk” şeklinde açıklanır. Kur’an-ı Kerîm’de karye kelimesi çoğunlukla kendilerine peygamber gönderilen bir toplumun yaşadığı küçük veya büyük yerleşim birimini yahut ülkeyi ifade eder ve söz konusu toplumun yerleşik bir hayat yaşadığını gösterir.

Sûrenin 59. âyetten buraya kadar geçen kısmında Nûh, Hûd, Sâlih, Lût ve Şuayb peygamberlerin kavimleriyle ilişkileri, mücadeleleri, tebliğ sırasında karşılaştıkları güçlükler ve peygamberlere karşı koyarak inkâr ve isyanda direnenlerin uğradıkları felâketlerin ibrete şayan kesitleri kısa fakat etkili ifadelerle özetlendikten sonra burada da, bir bakıma bu anlatılanların birer örnek olduğuna işaretle, esasen her devirde, kendilerine peygamberler gönderilen bütün toplumların, inkâr ve isyandan vazgeçerek Allah’a yönelmelerini sağlamak üzere hastalık veya yoksulluk gibi bazı sıkıntılara mâruz bırakıldığı; daha sonra kötülüğün yani hastalık ve yoksulluğun yerine iyilik (sağlık ve bolluk) verildiği, böylece onların Allah’ı tanıyıp O’na şükretmeleri için imkân ve fırsatlar yaratıldığı bildirilmektedir.

Kuşkusuz bu imkân ve fırsatlardan yararlananlar bulunmuşsa da, bu âyetlerin asıl maksadı Hz. Muhammed’in risâletine karşı direnen müşrik ve münkirler olduğu için, özellikle onları alâkadar eden tutum ve davranışlar üzerinde durularak bir bakıma şöyle denilmektedir: Daha önce sizin gibi inkâr edip kötülük işleyenlerin, hastalık ve yoksulluk gibi sıkıntılarla imtihan edildiklerinde, bundan Allah’ın kendilerini cezalandırdığı anlamını çıkararak tövbe etmeleri; yahut sıkıntıdan kurtulup sağlık ve bolluğa kavuştuklarında Allah’ın lutfu sayesinde bu durumdan kurtulduklarını düşünerek O’na şükretmeleri gerekirdi. Halbuki onlar “Hastalık ve yokluk, sağlık ve zenginlik gibi haller, bizim gibi geçmişte atalarımızın da başına gelen, zamana bağlı, zamanın ortaya çıkardığı normal olaylardır” diyerek inkârcılıkta ısrar ettiler; Allah da onları hiç ummadıkları bir zamanda ve ortamda ansızın yakalayıp cezalarını verdi. Eğer sizler aklınızı kullanıp basîretli davranmaz, meşakkatlerin veya nimetlerin temelindeki anlamları ve hikmetleri gerektiği şekilde kavramaz, gerekli dersi alarak iyiliklerin de kötülüklerin de kendisinden geldiği Allah’a yönelmez, sapkınlık ve kötülüklerinizden vazgeçmezseniz o eski inkârcılar gibi sizin de bir şekilde cezalandırılacağınızı unutmayınız. Çünkü inançsızlık ve isyankârlığın sonu hüsrandır, yıkımdır.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 559-560
A'râf Suresi
163
9 . Cüz
96

Meal

O ülkelerin halkı inansalar ve günahtan sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık. Fakat yalanladılar; biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik. 96﴿

Tefsir

O eski kavimler, peygamberlerinin davetini ve Allah’ın türlü ikazlarını yeterince değerlendirip iman etseler ve kötülüklerden sakınsalardı yüce Allah “elbette onların üzerine gökten ve yerden nice bereket kapıları” açacaktı. Şu halde iman ve takvânın sonu berekettir, bolluktur; mutluluk ve esenliktir.

Bazı tefsirlerde “gökten gelen bereketler” yağmur, “yerden gelen bereket” de ziraî mahsuller ve hayvansal ürünlerdeki bolluk diye açıklanmışsa da buradaki “bereketler”in her türlü maddî ve mânevî hayırları kapsadığını düşünmek âyetin maksadına daha uygun düşer (bk. Râzî, XIV, 185; Şevkânî, II, 260).

Zemahşerî âyetteki “açma” anlamına gelen feth kavramının “kolaylaştırma” mânasında da kullanıldığını belirtmektedir. Buna göre söz konusu ifade “... Onlar için bütün iyilik ve güzellikleri elde etme yollarını kolaylaştırırdık” anlamına gelir (II, 77).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 560
97-99

Meal

Yoksa o ülkenin halkı geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi idiler? 97﴿ Veya o ülkenin halkının güpegündüz eğlenirlerken kendilerine azabımızın gelmeyeceği konusunda güvenceleri mi vardı? 98﴿ Allah’ın ansızın gelen azabından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası Allah’ın azabından emin olamaz. 99﴿

Tefsir

Müfessirler genellikle ehlü’l-kurâ ifadesini “geçmiş milletler” diye anlamışlarsa da; bunun, başta Mekkeliler olmak üzere bütün yerleşim birimlerinin insanlarını kapsadığını düşünmek Kur’an-ı Kerîm’in maksadına daha uygun düşer (Elmalılı, III, 2220). Hatta göçebe insanları da bunun içinde düşünmek gerekir. Böylece söz konusu âyetler bütün insanlar için bir uyarı anlamı taşımaktadır. Buna göre Allah, inkârcıyı ve isyankârı vaktini haber vererek cezalandırmaz. Nitekim sözlükte “hile, tuzak” anlamına gelen mekr kelimesi, Allah’a nisbet edildiğinde “O’nun günahkârlara mühlet vermesi ve onları farkında olmadan, beklenmedik bir anda cezalandırması” veya bu şekilde “ansızın gelen ceza” mânasında kullanılır. Yukarıdaki âyetlerde bu şekilde cezaya uğrayıp yok olan, yurtları harabeye dönen, tarihe karışan eski toplumlardan birkaç örnek verildi. Bu durum karşısında, fıtratlarındaki akıl, fikir ve ibret alma yeteneklerini kullanmayıp hüsranı hak eden, kendilerine kötülük eden inkârcılar, sadece onlar, böyle bir ceza kaygısı ve beklentisi içinde olmadan, temelsiz bir güvenlik duygusuyla her türlü kötülüğü rahatlıkla işlerler. Bu âyetlerde açıkça belirtilmemekle birlikte, ifadenin gelişinden anlaşıldığına göre, müminler ise, inkârcıların aksine, yüce Allah’ın rahmeti gibi azabının da hak olduğuna inandıkları için, daima O’nun gazabına ve azabına uğrama endişesi içinde yaşarlar. Kur’an-ı Kerîm’deki takvâ, havf, haşyet, rehbet, hazer gibi kelimelerle dile getirilen bu endişe, sarsılmaz imanın ruhlarda meydana getirdiği olumlu, yapıcı, insanı her türlü kötülüklerden alıkoyup iyilikler yapmaya sevkeden kaygı ve korku şeklindeki yüksek dinî ve ahlâkî duyguyu ifade eder. İyi mümin ve iyi insan gibi iyi ümmet ve iyi toplum da ancak bu yüce duygunun vicdanlara hâkim olmasıyla gerçekleşir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 561
100-102

Meal

(Eski) sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlara hâlâ şu gerçek belli olmadı mı! Biz dileseydik onları da günahlarından dolayı musibetlere uğratırdık. Biz onların kalplerini mühürleriz de onlar (gerçekleri) işitemezler. 100﴿ İşte o ülkeler! Onların haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz. Andolsun ki peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişti. Fakat onlar önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi. İşte kâfirlerin kalplerini Allah böyle mühürler. 101﴿ Onların çoğunda, sözünde durma diye bir şey bulamadık. Gerçek şu ki, onların çoğunu yoldan çıkmış bulduk. 102﴿

Tefsir

“Arz”dan maksat, yukarıda kıssaları anlatılan kavimlerin yaşadığı topraklar; “yeryüzüne vâris olanlar” ise Kur’an’ın indiği dönemde o topraklarda eski kavimlerin yerlerine yerleşip yurt kuran Arap topluluklarıdır, bunların başında da Kur’an’ın ilk muhatabı olan Mekkeliler geliyordu.

Önceki âyetlerde, geçmişteki beş peygamberin (Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, Şuayb) kavimlerinin kıssalarından örnekler verilerek, bu peygamberlerin getirdikleri açık seçik mesajlara, belgelere veya mûcizelere (beyyinât) rağmen, inkârcılıkta direnen eski toplumların mâruz kaldıkları felâketler anlatılmıştı. Bu âyetlerde ise İslâm davetine muhatap olanların, bu olup bitenlerden ders almaları istenmektedir. 100. âyette Hz. Peygamber’in muhatapları iki tehlike karşısında uyarılmaktadır: Onlar eğer iman etmezlerse ya herhangi bir yıkımla yok olup gidecekler veya –hayatta kalsalar bile– küfürde ısrar ve inat etmeleri yüzünden Allah onların kalplerini mühürleyecektir (Râzî, XIV, 187). Burada iki defa geçen “kalplerin mühürlenmesi” Kur’an üslûbunda genellikle, inkâr ve kötülükte direnen insanların, zamanla akıllarını kullanma ve sağlıklı düşünme yeteneklerini kaybetmeleri, giderek artan bir taassupla sapık inanç ve yaşayışa şartlanmaları şeklindeki zihin ve ruh halini ifade eder. Genel planda evrendeki bütün oluşlar Allah’ın kuşatıcı iradesiyle gerçekleştiği için bu şartlanma “Allah’ın kalpleri mühürlemesi” şeklinde ifade edilmiştir. Nitekim 101. âyetteki “Fakat onlar önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi” şeklinde çevrilen bölüm de insanın daha önce inkâr ettiği şeyleri kabul etmesinin veya inanıp benimsediği şeyleri terk ve reddetmesinin güçlüğüne işaret etmektedir.

Müfessirler, 102. âyetteki ahd kelimesini çoğunlukla “Allah’ın Hz. Âdem’in sulbüne, soyuna ve dolayısıyla bütün insanların fıtratına bahşettiği hakkı ve hakikati bulma, kabul etme meyli, her insanın yaratılışının en başında potansiyel olarak sahip kılındığı iman ve iyilik istidadı” anlamında açıklamışlardır. Kur’an’da, insanın böyle bir olumlu eğilim ve istidadı varlığının özünde saklayarak dünyaya gelmesi, onun Allah’a karşı olan bir tür ahdi ve borcu, buna karşılık mükellef bir insan haline geldikten sonra fıtrat dinini tanımayarak bâtıl inançlara, çirkin davranışlara sapması da “Allah’ın ahdini bozma” şeklinde dile getirilir.

103. Bu sûrenin 59. âyetinden 102. âyetine kadar olan bölümünde, daha önce yaşamış ve risâleti sona ermiş bulunan bazı eski peygamberler ve onların tebliğlerinde yer alan başlıca esaslar hakkında bilgiler verildikten sonra 103. âyetle, Kur’an-ı Kerîm’in inzâli sırasında varlığını sürdüren İsrâiloğulları’nın dinî tarihine dair bilgilere geçilmektedir. 156. âyete kadar devam eden bu bilgilerden sonra Hz. Muhammed’in risâletinin kesinliğini vurgulayan iki âyetin ardından İsrâiloğulları hakkındaki açıklamalar sürdürülecektir.

Eski Mısır dilinde “büyük ev” anlamındaki per’ao (veya per’aâ) kelimesinden gelen fir‘avn (firavun) kelimesinin İbrânîce veya Süryânîce’den Arapça’ya geçtiği sanılmaktadır. Kelime, milâttan önce 1370’lerde “kral” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Eski Mısır inancında firavun hem kral hem de tanrının oğlu ve dolayısıyla tanrı sayılıyordu.

Eski Ahid’de firavun kelimesi otuz dokuz yerde yalın bir unvan olarak, iki yerde de Kral Neko ve Kral Hofra’nın isimleriyle birlikte geçmektedir. Kur’an-ı Kerîm’de yetmiş dört defa tekrarlanan firavun kelimesi sadece Hz. Mûsâ dönemindeki Mısır kralını ifade etmekle birlikte, asıl ismi verilmemektedir. Yahudi kaynaklarında, İsrâiloğulları’na zulmeden firavunlar olarak I. Seti, onun oğlu II. Ramses ve II. Ramses’in oğlu Menephtah’ın isimleri anılır. İslâmî kaynaklara göre ise firavun Amâlika krallarının unvanıdır. Bunlardan Reyyân b. Velîd, Hz. Yûsuf’un dinini kabul etmiş; fakat onun yerine geçen Kābûs b. Mus‘ab ve daha sonra gelen Ebü’l-Abbas b. Velîd inkârcılığa sapmışlardır. Özellikle sonuncusu Hz. Mûsâ’nın mücadele ettiği kral olup firavunların en zalimi idi (ayrıntılı bilgi için bk. Ömer Faruk Harman, “Firavun”, DİA, XIII, 118-121; İsrâiloğulları için bk. Bakara 2/83 vd.; Mûsâ için bk. Kasas 28/ 7 vd.).

Âyette, yukarıda kıssaları anlatılan peygamberlerden sonra, onların temel öğretilerini ihya etmek üzere, mûcizelerle desteklenmiş olarak Hz. Mûsâ’nın gönderildiği; fakat Firavun ve çevresindeki vezirler, kâhinler, kumandanlar, danışmanlar vb. ileri gelenlerin, eski dönemlerdeki benzerleri gibi küfürde direndikleri bildirilmektedir. Buradaki “zalemû” (zulmettiler) kelimesi çoğunlukla “Mûsâ’nın gösterdiği mûcizeleri inkâr ettiler” mânasında açıklanmaktadır. Nitekim Lokmân sûresinin 13. âyetinde “Çünkü O’na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir haksızlıktır” buyurulmuş; diğer birçok âyette zulüm kelimesi küfür veya şirk mânasında kullanılmıştır. Bununla birlikte âyet, “Firavun ve önde gelen adamları, halkın Mûsâ’ya ve onun peygamberliğini kanıtlayan delillere inanmalarını engelleyerek onlara kötülük ettiler” anlamında da yorumlanmıştır (bk. Zemahşerî, II, 136; İbn Âşûr, IX, 35-36). Âyetin sonunda Firavun ve adamlarının “fesatçılar” şeklinde nitelenmesi de bu yorumu destekler mahiyettedir. Ancak âyette inkârcılığın, hem bireylerin ruhlarını ve amelî hayatlarını hem de toplumsal düzeni ve değerler dünyasını fesada uğratan en büyük bozgunculuk olduğuna işaret edildiği de düşünülebilir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 561-562
103

Meal

Sonra onların ardından Mûsâ’yı mûcizelerimizle Firavun ve yakın çevresine gönderdik; onlar ise mûcizeleri inkâr ettiler; ama gör işte fesatçıların sonu ne oldu! 103﴿

Tefsir

Bu sûrenin 59. âyetinden 102. âyetine kadar olan bölümünde, daha önce yaşamış ve risâleti sona ermiş bulunan bazı eski peygamberler ve onların tebliğlerinde yer alan başlıca esaslar hakkında bilgiler verildikten sonra 103. âyetle, Kur’ân-ı Kerîm’in inzâli sırasında varlığını sürdüren İsrâiloğulları’nın dinî tarihine dair bilgilere geçilmektedir. 156. âyete kadar devam eden bu bilgilerden sonra Hz. Muhammed’in risâletinin kesinliğini vurgulayan iki âyetin ardından İsrâiloğulları hakkındaki açıklamalar sürdürülecektir.

 Eski Mısır dilinde “büyük ev” anlamındaki per’ao (veya per’aâ) kelimesinden gelen fir‘avn (firavun) kelimesinin İbrânîce veya Süryânîce’den Arapça’ya geçtiği sanılmaktadır. Kelime, milâttan önce 1370’lerde “kral” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Eski Mısır inancında firavun hem kral hem de tanrının oğlu ve dolayısıyla tanrı sayılıyordu.

 Eski Ahid’de firavun kelimesi otuz dokuz yerde yalın bir unvan olarak, iki yerde de Kral Neko ve Kral Hofra’nın isimleriyle birlikte geçmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de yetmiş dört defa tekrarlanan firavun kelimesi sadece Hz. Mûsâ dönemindeki Mısır kralını ifade etmekle birlikte, asıl ismi verilmemektedir. Yahudi kaynaklarında, İsrâiloğulları’na zulmeden firavunlar olarak I. Seti, onun oğlu II. Ramses ve II. Ramses’in oğlu Menephtah’ın isimleri anılır. İslâmî kaynaklara göre ise firavun Amâlika krallarının unvanıdır. Bunlardan Reyyân b. Velîd, Hz. Yûsuf’un dinini kabul etmiş; fakat onun yerine geçen Kåbûs b. Mus‘ab ve daha sonra gelen Ebü’l-Abbas b. Velîd inkârcılığa sapmışlardır. Özellikle sonuncusu Hz. Mûsâ’nın mücadele ettiği kral olup firavunların en zalimi idi (ayrıntılı bilgi için bk. Ömer Faruk Harman, “Firavun”, DİA, XIII, 118-121; İsrâiloğulları için bk. Bakara 2/83 vd.; Mûsâ için bk. Kasas 28/ 7 vd.).

 Âyette, yukarıda kıssaları anlatılan peygamberlerden sonra, onların temel öğretilerini ihya etmek üzere, mûcizelerle desteklenmiş olarak Hz. Mûsâ’nın gönderildiği; fakat Firavun ve çevresindeki vezirler, kâhinler, kumandanlar, danışmanlar vb. ileri gelenlerin, eski dönemlerdeki benzerleri gibi küfürde direndikleri bildirilmektedir. Buradaki “zalemû” (zulmettiler) kelimesi çoğunlukla “Mûsâ’nın gösterdiği mûcizeleri inkâr ettiler” mânasında açıklanmaktadır. Nitekim Lokmân sûresinin 13. âyetinde “Çünkü O’na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir haksızlıktır” buyurulmuş; diğer birçok âyette zulüm kelimesi küfür veya şirk mânasında kullanılmıştır. Bununla birlikte âyet, “Firavun ve önde gelen adamları, halkın Mûsâ’ya ve onun peygamberliğini kanıtlayan delillere inanmalarını engelleyerek onlara kötülük ettiler” anlamında da yorumlanmıştır (bk. Zemahşerî, II, 136; İbn Âşûr, IX, 35-36). Âyetin sonunda Firavun ve adamlarının “fesatçılar” şeklinde nitelenmesi de bu yorumu destekler mahiyettedir. Ancak âyette inkârcılığın, hem bireylerin ruhlarını ve amelî hayatlarını hem de toplumsal düzeni ve değerler dünyasını fesada uğratan en büyük bozgunculuk olduğuna işaret edildiği de düşünülebilir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 564-565
104-105

Meal

Mûsâ dedi ki: “Ey Firavun! Ben âlemlerin rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim.” 104﴿

Tefsir

104, 105 nolu ayetlerin tefsiri bir sonraki sayfada verilmiştir.