Kur'an ,Meal ve Tefsir Okuma Alanı. Seslendirmek istediğiniz ayetin üzerine çift tıklayınız.
Âl-i İmrân Suresi
61
3 . Cüz
84

Meal

De ki: "Allah'a, bize indirilene (Kur'an'a) İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve Yakuboğullarına indirilene, Mûsâ'ya, İsa'ya ve peygamberlere Rablerinden verilene inandık. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz ona teslim olanlarız." 84﴿

Tefsir

Bir taraftan Hz. Muhammed’den kendinden önceki peygamberlerin getirdiklerinin doğruluğunu beyan etmesi, bir taraftan da müslümanlardan ona ve onun onayladıklarına iman etmeleri istenmektedir. Bunun yanı sıra 81. âyetle bu âyet arasında bağ kurularak geçmiş peygamberlere uyanların da Hz. Muhammed’e ve onun getirdiklerine iman etmelerinin istendiği düşünülebilir. Şöyle ki: 81. âyette “nezdinizdekini tasdik eden bir elçi geldiğinde ona mutlaka inanacak ve yardım edeceksiniz, diyerek söz alındığı” belirtilmişti. Bu âyete “de ki” hitabıyla başlanarak önce Resûlullah’tan, geçmiş peygamberlerin getirdiklerini tasdik etmesi istenmekte, böylece alınan sözün kendisine bağlandığı şart gerçekleşmektedir. Bu durumda geçmiş peygamberlere uyanların da Hz. Muhammed’e iman edip ona destek vermeleri gerekmektedir. Bu yorum âyette Allah’a imandan hemen sonra “bize indirilene” buyurularak Hz. Muhammed’e indirilen vahyin temel sayıldığı ve diğer ilâhî kitaplar tahrife uğradığından ona öncelik verildiği yorumuyla (bk. Râzî, VIII, 124) çelişmez. Zira ona iman edip destek verenler de artık İslâm dairesi içine, dolayısıyla anılan ifadenin kapsamına girmiş olacaklardır.

85

Meal

Kim İslam'dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır. 85﴿

Tefsir

İslâm’dan başka din arama çabası içine girmenin hüsranla sonuçlanacak beyhude bir gayret olduğu belirtilmektedir. 83. âyette kullanılan “begā” fiili normal sınırın üstüne çıkan bir isteği, bu âyette kullanılan “ibtegā” fiili ise arayış çabası içine girmeyi ifade ettiğinden (bk. Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “bğy” md.), burada âyetin baş kısmına “kim İslâm’dan başka bir din arama çabası içine girerse” şeklinde mâna verilmiştir.

Râzî iman ve islâmın kapsamı konusunda bu âyetten çıkan anlamla Hucurât sûresinin 14. âyetinden anlaşılan mâna arasındaki farklılığa işaret eder ve bunların uzlaştırılması için birini dinî terim diğerini sözlük anlamına göre yorumlamayı önerir. M. Reşîd Rızâ bu yaklaşımı eleştirir ve onun bu konudaki açıklamalarını kapalı ve birbiri ile uyumsuz bulur (krş. Râzî, VIII, 126; Reşîd Rızâ, III, 358-361; bu konuda ayrıca bk. Hucurât 49/14, 17).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 624
86

Meal

İman ettikten, Peygamberin hak olduğuna şahitlik ettikten ve kendilerine açık deliller geldikten sonra inkar eden bir toplumu Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah zalim toplumu doğru yola iletmez. 86﴿

Tefsir

Bu âyette Allah’ın hidayetine lâyık olma vasfını bütünüyle yitiren inkârcılar hakkında şu üç özellik bir arada zikredilmiştir: a) İman ettikten sonra, b) bu resulün hak olduğuna şahit olduktan sonra, c) kendilerine apaçık kanıtlar geldikten sonra inkâr yolunu seçme. Bu tür inkârcılık tam anlamıyla bir inatlaşma ve hakikatlere karşı bile bile direnme demek olduğundan, müteakip âyetlerde bu davranışın karşılığının da pek ağır olacağı bildirilmiştir. Nitekim bu tür inkârcılardan âyetin sonunda “zalimler” diye söz edilmiştir ki, bu, bilerek kendilerine yazık ettiklerine ve göz göre göre kendilerini uçurumdan aşağıya attıklarına işarettir. Bu âyete şu şekilde de mâna verilmiştir: “Bu resulün hak olduğunu bizzat görerek iman ettikten ve kendilerine apaçık kanıtlar geldikten sonra inkârcılığa sapan bir kavme Allah nasıl hidayet nasip eder? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez” (Râzî, VIII, 128). Öte yandan âyetin başı sonu dikkate alınarak ve mârife (belirli) olmasına binaen meâlinde “er-resûl” kelimesine “bu resûl” şeklinde mâna verilmiş olmakla beraber, bunu Hz. Muhammed’le sınırlandırmaksızın genel olarak “resul” (elçi) şeklinde anlamak da mümkündür.

Âyetin “bu resulün hak olduğunu gördükten sonra” meâlindeki kıs­mında geçen “şehidû” fiilinden hareketle bazı müfessirler burada “şehâdet”in imana atfedildiğini, dolayısıyla bunların farklı şeyler olduğunu belirtip, imanın kalple tasdik, şehadetin ise dille ikrar olduğu anlayışına destek sağlamaya çalışırlar (meselâ Râzî, VIII, 128).

Tefsirlerde âyetin nüzûl sebebiyle ilgili olaylar da zikredilir (meselâ bk. İbn Atıyye, I, 468; Zemahşerî, I, 200; Râzî, VIII, 126-127). Bunları rivayet edenlerin olayla âyetin ana fikri arasında uygun bir bağ bulunduğu kanaatinden hareketle âyetin iniş sebebi olarak aktarmış olmaları da muhtemeldir (Reşîd Rızâ, III, 362). Âyetten tereddüde yer bırakmayacak ve bütün zamanları kapsayacak şekilde anlaşılan mâna ise şudur: İman etme şerefine eriştikten sonra, kendi incelemeleriyle Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini kavradığı ve elçilerinin bildirdiklerinin gerçek olduğunu ayan beyan gördüğü halde inkâr yolunu tercih eden kişi, hidayet yolunu kendi eliyle kendisine kapatmış demektir. Fakat bu bilinçli tercihi yapanlar, bunun acı âkıbetini de iyi bilmelidirler. İşte 87 ve 88. âyetlerde bunun iyice bilinmesini sağlayan bir tasvir yapılmakta, 89. âyette de bu konudaki muhasebesini sağlıklı biçimde yapabilenler için bu kapıyı tekrar aralamanın yine kendi ellerinde olduğu gösterilmekte, 90-91. âyetlerde ise bu tür bir muhasebeye yanaşmayıp inkârı kendileri için bir amaç, bir ideoloji haline getirenler ve bu hal üzere dünya hayatını tamamlayanlar için kurtuluş çarelerinin tükenmiş olacağı haber verilmektedir (“hidayet” hakkında bk. Bakara 2/2; “irtidâd” ve “mürted” hakkında bk. Bakara 2/217).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 624-625
87

Meal

İşte onların cezası; Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetinin üzerlerine olmasıdır. 87﴿

Tefsir

“Bütün, hepsi” anlamına gelen ecmaîn kelimesi meâlinde olduğu şekilde “insanlar”a bağlanabileceği gibi “Allah, melekler ve insanlar”a da bağlanabilir. Bu takdirde mâna şöyle olur: “İşte onların cezası hem Allah’ın hem meleklerin hem de insanların lânetine uğramalarıdır.” “Bütün insanların lâneti” şeklindeki mânaya, lânetlenenlerle aynı yolda bulunanları da lânetleyenler arasına kattığı gerekçesiyle itiraz edilmiş ve buna karşı değişik açıklamalar yapılmıştır (meselâ bk. İbn Atıyye, I, 468-469; Râzî, VIII, 129; Reşîd Rızâ, III, 365). Kanaatimizce burada tasvir edilen inkârcılığın “insan olma” sıfatıyla ve insanlığın mâşerî vicdanıyla bağdaşamayacağı vurgulanmaktadır.

Allah’ın lâneti onları rızâsından ve âhiret nimetlerinden yoksun bırakıp ağır cezalara çarptırması, meleklerin ve insanların lâneti ise onları kötülükle anmaları şeklinde açıklanmıştır (Râzî, VIII, 129). Bu ve benzeri âyetlerden bazı Zeydiyye müfessirleri belirli olsun olmasın kâfirlere lânet okunmasının câiz olduğu sonucunu çıkarmış ve Nevevî hadislerin zâhirinden (meselâ Buhârî, “Fezâil”, 12; Tirmizî, “Tefsîr”, 3, 12) bunun haram olmadığı anlamının çıktığını söylemişse de, Gazzalî Allah’ın küfür üzere öldüklerini bildirdikleri dışındaki insanlara kâfir de olsalar insanlara lânet okumanın haram olduğunu belirtir (Kāsımî, IV, 882-883). Bazı hadislerde müminin kimliğini belirleyen özellikler sayılırken, lânetkâr olmanın mümine yaraşmayacağının ifade edilmesi de (Tirmizî, “el-Birr ve’s-sıla”, 48; Buhârî “Edeb”, 44, 45; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 50) bu anlayışı destekler.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 625-626
88

Meal

Onun (lanetin) içinde ebedi kalacaklardır. Onların azabı hafifletilmez, onlara göz açtırılmaz. 88﴿

Tefsir

İlk cümlede (“hâlidîne fîhâ”) geçen “hâ” zamirinin “lânet” kelimesinin yerine kullanıldığı anlayışından hareketle meâlinde bu cümle “Ebedî olarak bu lânetin içine gömülüp gideceklerdir” şeklinde tercüme edilmiştir. Bu zamirin daha önce geçmemiş olmasına rağmen “cehennem”i belirttiği veya “lânet”i belirtmekle beraber onun sonucunun yani yine cehennemin kastedildiği görüşü esas alınırsa bu cümleye “Ebedî olarak cehennemde kalacaklardır” şeklinde mâna vermek gerekir (krş. İbn Atıyye, I, 469; Râzî, VIII, 128-129).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 624
89

Meal

Ancak bundan sonra tövbe edip kendilerini düzeltenler müstesnadır. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. 89﴿

Tefsir

İslâm’da günah işleyenlere bir daha dönüşü olmayan bir yola girmiş ve tamamıyla dışlanmış insanlar olarak bakılmadığı ve yüce Allah’ın –işledikleri günahın ağırlığı ne olursa olsun– kullarına karşı ne kadar bağışlayıcı ve merhametli olduğu bu âyette çok açık bir biçimde ifade edilmiştir. 86-88. âyetlerde tasvir edilen günah ve cezadan sonra “tövbe” kapısının hâlâ açık olduğunun belirtilmesi, müslümanlara insanlar arası ilişkilerde de bağışlama ve hoşgörünün yaygınlaştırılmasında başkalarına örnek olma ödevini yüklemektedir. Şu var ki büyük günahı işleyen kişilere tövbe kapısının açılması zâhiren pişmanlık belirtmelerinin istenmesi demek değildir. Nitekim âyette “Ama bundan sonra tövbe edip kendilerini düzeltenler başka” buyurulmuş ve tövbenin samimi olduğunun iyi davranışlarla ortaya konması istenmiştir. Buna göre beşerî ilişkilerde de kusurlu tarafın bağışlanma ve hoşgörülme beklentisi içine girerken kendisine düşen vecîbeleri ihmal etmemesi, kuru kuruya bir özür dileme ile yetinmeyip duyduğu üzüntü ve pişmanlığı hal ve hareketleriyle ortaya koyması gerekir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 626-627
90

Meal

Şüphesiz iman ettikten sonra inkar eden, sonra da inkarda ileri gidenlerin tövbeleri asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar sapıkların ta kendileridir. 90﴿

Tefsir

“İnkârcılığa sapıp sonra inkârlarını daha da arttıranlar” diye söz edilen kişilerin kimler olduğu hususunda farklı yorumlar yapılmıştır. Bir anlayışa göre maksat, genel olarak iman ettikten sonra küfre dönenlerdir (mürtedler), çünkü mürtedin bu hal üzere kalması, küfürde ısrar etmesi yani inkârcılığa inkârcılık eklemesi demektir. Diğer anlayışa göre burada kastedilenler, küfrüne yeni bir çeşit küfür ekleyenlerdir. Bu anlayıştan hareketle âyetin iniş sebebi hakkında şu açıklamalar getirilmiştir: a) Ehl-i kitap Hz. Muhammed’in peygamber olarak geleceğine inanıyorlardı, fakat o Allah’ın elçisi olduğunu açıklayınca onu inkâr ettiler; daha sonra da her fırsatta ona saygısızlıkta bulunarak, getirdiği mûcizeleri inkâr ederek verdikleri sözü bozarak ve müminlere tuzak kurarak küfürlerine küfür kattılar. b) Yahudiler Hz. Mûsâ’ya iman ediyorlardı, fakat Hz. Îsâ’yı ve İncil’i inkâr ederek küfre düştüler; daha sonra da Hz. Muhammed’i ve Kur’an’ı inkâr ederek küfürlerine küfür eklediler. c) İman edenlerden bazıları dinden dönüp Mekke’ye gittiler; sonra orada kalıp Hz. Muhammed’in hezimetini bekleyeceklerini açıklayarak küfürlerini daha da arttırdılar. d) Bir grup irtidad etti, sonra samimi olmadıkları halde İslâm’a dönme isteğinde olduklarını açıkladılar, yüce Allah onların bu ikiyüzlülüğünü küfür olarak niteledi (Zemahşerî, I, 200; Râzî, VIII, 130-131). Taberî’ye göre âyetin başı ve sonu dikkate alındığında, burada kastedilenlerin yahudiler olduğu yorumunun daha kuvvetli olduğu anlaşılmaktadır (III, 342).

Önceki âyette imandan sonra küfre dönenlerin tövbe edip yola gelmeleri halinde tövbelerinin kabul edileceğinin bildirilmesine ve İslâm âlimleri arasında defalarca küfre dönülmüş olsa da şartlarına uygun tövbenin kabul edileceği görüşünün hâkim olmasına karşılık, bu âyette küfürlerini arttıranların tövbelerinin asla kabul edilmeyeceğinin ifade edilmiş olması müfessirleri değişik yorumlara yöneltmiştir: a) Bu âyette ve 86. âyette İslâm dinine düşmanlıkta aşırı gitmeleri sebebiyle kalplerine küfür mührü vurulmuş muayyen bir mürtedler topluluğu kastedilmiş olup, bunlara tövbe nasip olmayacağı anlaşılmaktadır. b) İnkârda ileri gidenler zaman zaman hakikate karşı direnmelerinden ötürü bir rahatsızlık duyarlar ve bu his onları bazı günahlardan ve kötülüklerden kaçınmaya sevkeder. İşte âyet Allah’a içtenlikle inanıp hak yola girmedikleri sürece, ruhu inkârdan arındırmayan bu tür pişmanlıklarının onları kurtaran bir tövbe yerine geçmeyeceğini haber vermektedir. c) İnkâr bataklığında ısrarla ilerleyen bazı insanların yanlış tutum ve davranışları ruhlarını öylesine kuşatır ki, Kur’an’ın kalbin mühürlenmesi diye ifade ettiği noktaya varırlar; işte bu durumda tövbeye yönelmek isteseler de psikolojik engeller sebebiyle hakkı kabule yanaşmazlar ve kabule lâyık bir tövbede bulunamazlar.

d) Burada maksat yürekten değil sadece sözle tövbe edenlerdir. e) Burada kastedilenler önceki âyetin kapsamına girdikten, yani inkâra dönüşünden ötürü tövbe ettikten sonra tekrar küfre dönenler, kabul edilmeyecek olan tövbe de önceki aşamada yapılan tövbedir. Bir başka anlatımla tekrar inkârcılığa dönüş daha evvel yapılan tövbeyi iptal etmektedir.

f) Burada “küfür” kelimesi “ölüm”den kinayedir, dolayısıyla tövbelerinin kabul edilmeyeceği bildirilenlerden maksat kâfir olarak ölenlerdir. g) Bu âyette kendilerinden söz edilenler küfürlerinde ısrar edip ancak ölümle yüz yüze gelince tövbeye kalkışanlardır, ki bu tür tövbenin kabul edilmeyeceği başka bir âyette de açıkça belirtilmiştir (bk. Nisâ 4/18). h) Burada daha önce zikri geçen Ehl-i kitap’tan söz edilmektedir; “tövbe”den maksat günahlardan tövbedir; âyet onların Resûlullah’ın peygamber olduğunu inkârda ısrar ettikleri sürece günahlardan tövbe etmelerinin bir yarar sağlamayacağını bildirmektedir (İbn Atıyye, I, 469-471; Zemahşerî, I, 201; Râzî, VIII, 131-132; Kurtubî, IV, 130-131; Reşîd Rızâ, III, 366-369; tövbe konusunda bk. Nisâ 4/17-18; Furkān 25/70-71). Bize göre bu yorumların ilk ikisi daha makul görünmektedir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 627-628
91

Meal

Şüphesiz inkar edip kafir olarak ölenler var ya, dünya dolusu altını fidye verseler bile bu, hiçbirisinden asla kabul edilmeyecektir. Onlar için elem dolu bir azap vardır. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur. 91﴿

Tefsir

İnkâr edip kâfir olarak ölenlerin, fidye olarak (kendilerini kurtarmak için) dünya dolusu altın verecek olsalar dahi böyle bir talebin kabul edilmeyeceği bildirilmektedir. Âhirette dünya malı kalmamış olacağını, ayrıca altına ve harcanmasına da ihtiyaç duyulmayacağını dikkate alan müfessirler âyeti daha çok şu iki yaklaşımdan birine göre açıklamışlardır: a) Bu kimseler dünyada iken çok büyük hayırlar yapmış olsalar ve onların sevabını karşılık göstererek kendilerini kurtarmak isteseler bile bunun yararı olmayacaktır, çünkü inkâr üzere ölmeleri onların sevaplarını iptal etmiştir. b) Bu bir temsildir, burada kurtuluş için verebilecekleri ve bilfiil sahip oldukları bir karşılıktan söz edilmemekte, böyle bir imkânları olsaydı dahi şeklinde bir var sayıma göre âkıbetlerinin ne kadar kötü olacağı ve hiçbir kurtuluş çaresi bulamayacakları anlatılmaktadır (İbn Atıyye, I, 470-471; Râzî, VIII, 131-133; Âlûsî, III 351-356; Reşîd Rızâ, III, 370). Bu anlayıştan hareketle âyete şöyle mâna verilebilir: “… yeryüzünün bütün altınları bile onların fidyelerini karşılayamaz” (Muhammed Esed, I, 107).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 628
Âl-i İmrân Suresi
62
4 . Cüz
92

Meal

Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir. 92﴿

Tefsir

“İyilik” diye çevirdiğimiz birr kelimesi ayrıca “erdemlilik, ihsan, çok iyi ve hayırlı” gibi anlamlara gelir. Kur’an terimi olarak birr, “kişiyi Allah’a yaklaştıran iman, ibadet ve ahlâk ile en doğru ve en güzel hayatı yaşamak” mânasına geldiği gibi (bk. Bakara 2/177) “Allah’ın rızâsı, rahmeti ve cenneti” şeklinde de yorumlanmıştır. Râzî bunu, “saygı ifade eden bütün davranışları, itaatleri ve insanı Allah’a yaklaştıran hayırlı işleri içine alan bir kelime” olarak değerlendirmiştir (V, 37). Kur’an-ı Kerîm’in en geniş kapsamlı kavramlarından olan birr, “Allah’a karşı saygılı olma” anlamına gelen takvâ kelimesiyle paralel ve ona yakın bir mâna ifade etmekte, günah anlamına gelen ism ve kötülük anlamına gelen fücûrun karşıtı olarak kullanılmaktadır (krş. Bakara 2/177; Mâide 5/2; İnfitâr 82/13-14). Birr ile takvâ arasındaki bu yakınlık Kur’an’da çeşitli vesilelerle ifade edilmiştir. Nitekim Bakara sûresinin 189. âyetinde birrin takvâ sahibi insana özgü bir fazilet olduğu bildirilerek, Mâide sûresinin 2. âyetinde de “Birr ve takvâ hususunda yardımlaşınız” buyurularak bu iki fazilet arasındaki yakınlık vurgulanmaktadır. Ancak bazı âlimler birri “bütün hayırların en tam şekli” takvâyı ise “bütün şerlerin terkedilmesi ve bir daha yapılmaması” şeklinde tanımlayarak bu iki terim arasındaki farka dikkat çekerken, bazıları bunları birbirini tamamlayan ahlâkî faziletler olarak değerlendirmişlerdir (bk. Ali Toksarı, “Birr”, DİA, VI, 205). Allah’ın rızâsına, cennetine lutuf ve inâyetine ulaşabilmenin şartlarından biri de kişinin sahip olduğu ve sevip bağlandığı nimetleri Allah yolunda kullanmasıdır. Kişi ancak bu takdirde iyiliğe, yani erdemliliğe, ihsan ve sevaba erer, cennete girmeye hak kazanır. Bu sebeple “iman dinin başlangıcı, iyilik (birr) de gayesi” olarak nitelendirilmiştir. Yine bazı âlimler bu konuda şöyle bir açıklama yapmışlardır: “Din iki esastan ibarettir: Allah’ı birlemek ve hayra ulaşma” (Elmalılı, II, 1146; birr hakkında bilgi için ayrıca bk. Bakara 2/177).

Müfessirler kişinin sevdiği şeyleri “servet, mevki, ilim ve beden kuvveti gibi maddî ve mânevî imkânlar” şeklinde yorumlamışlardır. Âyet-i kerîme, sadaka veya Allah yolunda yapılan diğer harcamaların işe yarar, kıymetli şeylerden yapılmasının gereğine işaret etmekte, aksi takdirde yapılan harcamada hedeflenen gayeye ulaşılamayacağını bildirmektedir. Bu tür sosyal harcamalarda verilen şey, bireyin veya toplumun bir ihtiyacını karşılayacak ve onu sıkıntıdan kurtaracak mahiyette olmalıdır. Âyetten, insanın tiksinerek alabileceği şeyleri sadaka veya zekât olarak vermenin insanların hoşuna gitmediği gibi Allah’ın da hoşuna gitmeyeceği ve böyle bir harcamaya sevap verilmeyeceği anlaşılmaktadır. Nitekim bu durum Bakara sûresinin 177 ve 267. âyetlerinde açıkça ifade buyurulmuştur.

Bu tür sosyal harcamalar, kişiyi cimrilik hastalığından kurtarır ve ona kendisini Allah ve insanlar katında yüceltecek cömertlik vasfını kazandırır. Sahâbîler buna çok önem vermiş ve en çok sevdikleri mallarını Allah yolunda harcamaktan geri durmamışlardır. Meselâ bu âyet indiği zaman ensarın en zengini olan Ebû Talha, Mescid-i Nebevî’nin karşısında bulunan en çok sevdiği Beyruhâ adındaki bahçesini Allah yolunda infak etmek istemiş, Hz. Peygamber bu davranışından dolayı onu överek “gerçekte kazandıran malın bu mal olduğu”nu belirttikten sonra ona bahçesini akrabaları arasında taksim etmesi tavsiyesinde bulunmuş; o da bu tavsiyeyi yerine getirmiştir (Buhârî, “Zekât”, 44). Hz. Ömer de en iyi malının Hayber’deki hissesi olduğunu söyleyerek onu Allah yolunda harcamak için ne yapması gerektiğini Hz. Peygamber’e sormuş, o da “Aslını tut, meyvesini sadaka ver” buyurmuştur. Bunun üzerine Hz. Ömer, geliri gereken yerlere harcanmak üzere o bağı vakfetmiştir (Buhârî, “Şürût”, 19). Bu tür davranışlar sahâbe döneminde çokça yaşanmıştır.

Âyette aynı zamanda, gösteriş için bazı davranışlarda bulunmak suretiyle kendilerini dindar olarak tanıtmak isteyen yahudiler uyarılmakta, fazilet ve iyilik hakkındaki kanaatlerinin yanlış olduğu vurgulanmakta ve doğru olanın Allah’ı sevip O’nun emir ve yasaklarını her şeyden üstün tutarak yaşamak olduğu bildirilmektedir. Kişi herhangi bir şeyi Allah’tan daha çok seviyor ve onu Allah yolunda feda edemiyorsa onun iyiliğe ve erdemliliğe (birr) ulaşması mümkün değildir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 629-631
93-94

Meal

Tevrat indirilmeden önce, İsrail'in (Yakub'un) kendisine haram kıldığı dışında, yiyeceklerin hepsi İsrailoğullarına helâl idi. De ki: "Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi Tevrat'ı getirip okuyun." 93﴿ Artık bundan sonra Allah'a karşı kim yalan uydurursa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir. 94﴿

Tefsir

Hz. Ya‘kub’un diğer adı İsrâil’dir (İsrâil ve İsrâiloğulları hakkında bilgi için bk. Bakara 2/40). Tefsirlerdeki çeşitli rivayetlerden anlaşıldığına göre Ya‘kub aleyhisselâm ağır bir hastalığa yakalanınca doktorların tavsiyeleriyle veya kendi tecrübesi neticesinde deve etini ve sütünü kendisine yasaklamıştı. Daha sonra gelenler ise bunları büsbütün kendilerine haram saymışlardı. İşte âyette İsrâil’in kendi tercihiyle kendisine haram kıldığı bildirilen yiyecek bu olmalıdır (Elmalılı, II, 1148). İsrâiloğulları, Tevrat ininceye kadar Hz. İbrâhim’in şeriatıyla yaşıyorlardı ve yüce Allah bu şeriatta temiz yiyeceklerin hiçbirini haram kılmamıştı. Daha sonra yahudilerin, insanları Allah yolundan alıkoymaları ve birtakım haksızca ve edepsizce davranışları yüzünden –ceza olarak– birçok temiz yiyecek Tevrat’ta kendilerine haram kılınmıştır. Bu durum Kur’an-ı Kerîm’de anlatılınca (meselâ bk. Nisâ 4/160; En‘âm 6/146) yahudiler bunu reddetmişler ve bu âyetlerde haram kılındığı bildirilen yiyeceklerin, Hz. Mûsâ’dan önceki peygamberler zamanında da haram olduğunu iddia etmişlerdir. Oysa bu yiyecekleri Hz. Mûsâ’ya indirilmiş olan Tevrat haram kılmıştır. Bu âyetler yahudilerin söz konusu iddialarının asılsız olduğunu ortaya koymuştur (Şevkânî, I, 401-402).

Muhammed Abduh âyeti daha farklı açıdan ele almaktadır. Ona göre âyette anlatılan İsrâil’den maksat Hz. Ya‘kub’un kendisi değil İsrâil halkıdır. Nitekim kendileri İsrâil ismini bu anlamda kullanırlar. Halkın bu yiyecekleri kendilerine haram kılmasından maksat da haram kılınmasına sebep olacak kötülükleri işlemiş olmalarıdır. Daha önce bütün yiyecekler İsrâiloğulları’na helâldi. Sonra işledikleri kötülüklerden dolayı yüce Allah İsrâiloğulları’nı cezalandırmak ve terbiye etmek için bazı temiz yiyecekleri Tevrat’ta onlara haram kıldı. Nitekim Nisâ sûresinin 160. âyetinde “Yahudilerin zulmü sebebiyle kendilerine daha önce helâl kılınmış bulunan temiz şeyleri onlara haram kıldık” buyurulmaktadır (Reşîd Rızâ, IV, 3).

Allah geçmişte bazı kavimlerin işledikleri kötülükler sebebiyle ceza olarak veya insanları imtihan etmek maksadıyla daha önce helâl olan bazı şeyleri onlara haram kılmıştır. Bu cümleden olarak yahudilerin yaptıkları haksızlıklar, insanları Allah yolundan alıkoymaları, faiz ve benzeri konulardaki bazı yasakları çiğnemeleri yüzünden, önceden mubah olan bazı yiyecekler konusunda –onlara mahsus olmak üzere– bazı yasaklar konmuştur (bk. En ‘âm 6/146). Hz. Peygamber dönemindeki yahudiler, ilâhî kitaplar arasında neshin söz konusu olmadığını, dolayısıyla yiyeceklerle ilgili bu şekilde yeni bir yasaklamadan söz edilemeyeceğini ileri sürmüşler; böylece Hz. Peygamber’in de yalancı olduğunu ispatlamak istemişlerse de âyet son derece açık olup Tevrat’ı da şahit tutmaktadır. Nitekim bu yasaklarla ilgili Tevrat’taki âyetlerin üslûbundan da söz konusu yasakların Hz. Mûsâ zamanında başlatıldığı anlaşılmaktadır (bk. Levililer, 3/17; Tesniye, 14/7 vd.).

Yahudiler iddialarında ısrar edince yüce Allah, “De ki: Doğru söylüyorsanız Tevrat’ı getirip okuyun!” buyurmuş, böylece onlar da susmak zorunda kalmışlardır. Çünkü Tevrat’ta bu yiyeceklerin önceki peygamberler zamanında haram kılındığına dair herhangi bir delil yoktur. Gerçeğin açıkça ortaya çıkmasına rağmen hâlâ bâtıl ve haksız bir iddiada inat eden yahudileri yüce Allah 94. âyette “Allah’a karşı iftiracılar ve zalimlerin kendileri” olarak nitelemiştir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 632-633
95

Meal

De ki: "Allah doğru söylemiştir. Öyle ise hakka yönelen İbrahim'in dinine uyun. O, Allah'a ortak koşanlardan değildi." 95﴿

Tefsir

“Allah doğruyu söylemiştir” ifadesi, Kur’an’da anlatılanların Hz. Muhammed’in sözü olmayıp Allah kelâmı olduğuna ve yahudilerin yalan söylediklerine işaret eder. Çünkü birbirine zıt iki haberden biri doğru ise diğeri mutlaka yalandır. Dolayısıyla burada Allah’ın doğru söylediği bildirilince yahudilerin yalan söyledikleri kendiliğinden ortaya çıkmış olmaktadır.

“İbrâhim’in dini” diye çevrilen “milletü İbrâhîm” tamlaması, Hz. İbrâhim’e bildirilmiş olan ve bütün peygamberler tarafından benimsenip tebliğ edilmiş bulunan ilâhî ve değişmez ilkeleri, mesajları, topyekün bir inanç sistemini ifade eder. Bu da Hz. Muhammed’in yeni bir din uydurmadığı, aksine ona vahyedilen Kur’an’ın bütün hak dinlerde var olduğu halde unutulmuş veya tahrif edilmiş bulunan evrensel ilkeleri içerdiği ve bu bakımdan onun geçmiş peygamberlerin bir devamı olduğu fikrini vurgular. Nitekim Bakara sûresinin 135. âyetinde müslümanlara hitap edilerek “Biz hanîf olan İbrâhim’in dinine uyarız” demeleri emredildiği gibi burada da “Hanîf olan İbrâhim’in dinine uyunuz” buyurularak, Hz. Muhammed’in getirdiği din ile Hz. İbrâhim’in getirdiği din arasında temelde bir fark bulunmadığı, bunların aynı ilâhî gerçekleri içerdiği belirtilmektedir (hanîf kelimesinin anlamı için bk. Bakara 2/135).

“O, müşriklerden değildi” meâlindeki cümle ise Hz. İbrâhim’in Allah’tan başka hiçbir şeye tapmadığını, şirk kuşkusu taşıyan her türlü sapkın görüşten uzak, Allah’ın birliğine inanan ve yalnız O’na kulluk eden yüce bir peygamber olduğunu ifade etmekte, dolaylı olarak yahudilerin şirk sayılabilecek inançlar taşıdıklarına işaret etmektedir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 633-634
96

Meal

Şüphesiz, insanlar için kurulan ilk ibadet evi elbette Mekke'de, âlemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak kurulan Kâ'be'dir. 96﴿

Tefsir

Bu âyet Kâbe’nin, mâbed olarak yeryüzünde yapılmış ilk bina olduğunu ve tarih boyunca saygınlığını koruduğunu ifade ettiği gibi önceki âyette geçen “Hanîf olan İbrâhim’in dinine uyunuz” emrinin de gerekçesini açıklar mahiyettedir. Çünkü bu bina insanların hidayeti ve putperestliğin yıkılıp tevhid inancının yerleşmesi için gönderilmiş olan dinin (hanîf olan İbrâhim’in dini) sembolüdür.

“Mekke’deki ev”den maksat Kâbe’dir. Bu ve başka birçok âyette Kâbe hakkında “ev” anlamına gelen beyt kelimesi kullanıldığından bu yapı Beytullah diye de anılır ki Türkçe’de “Allah’ın evi” anlamına gelmektedir (Kâbe hakkında bilgi için ayrıca bk. Bakara 2/125-127).

Bekke, Mekke’nin bir diğer telaffuz şekli olup merkezinde müslümanların kıblesi olan Kâbe’nin yer aldığı kutsal şehrin özel isimlerinden biridir. Bir görüşe göre de Mekke, şehrin adı, Bekke ise Mescid-i Harâm’ın inşa edildiği yerin adıdır. Hac ve umre zamanında insanlar burada Kâbe’yi tavaf ederken kalabalıklar meydana getirdikleri için “izdiham meydana gelen yer” anlamında buraya Bekke denilmiştir (Taberî, IV, 9; Elmalılı, II, 1148). Bekke, aynı zamanda “büyüklük taslayan kimselerin kahrolduğu ve boyun eğdiği yer” anlamına da gelmektedir (Şevkânî, I, 403; Fuat Günel, “Mekke-i Mükerreme”, İFAV Ans., III, 169). İbn Âşûr, Bekke’nin Keldânîce’de “belde” anlamına geldiği, Hz. İbrâhim’in eşi ve oğlu İsmâil’i yerleştirmiş olduğu vadinin belde haline gelmesi için oraya bu ismi verdiği kanaatindedir (IV, 12).

Mekke, Arap yarımadasının Hicaz bölgesinde Kızıldeniz sahilindeki Cidde Limanı’na 60, güneyindeki Tâif şehrine 90, kuzeyindeki Medîne-i Münevvere’ye 420 km. uzaklıkta bulunan bir mevkide yer almakta olup deniz seviyesinden yaklaşık 300 m. yükseklikte bir yerleşim merkezidir (Fuat Günel, a.g.m., a.g.e., III, 172). Kur’an-ı Kerîm’de bu şehirden Bekke’den başka şu isimlerle de söz edilir: Mekke (Feth 48/24), el-beledü’l-emîn (Tîn 95/3), harem âmin (Kasas 28/57; Ankebût 29/67), ümmü’l-kurâ (Şûrâ 42/7) (diğer isimleri için bk. İbn Kesîr, II, 64; Yâkūt, Mu‘cemü’l-büldân, V, 182).

Yüce Allah Mekke’yi dünyanın en kutsal şehri kılmıştır. Mekke şehrinin yer aldığı bölge her şeyden önce “mukaddes, saygınlığı korunan ve içinde kan dökmekten sakınılan yer” anlamına gelen Harem adıyla anılmaktadır. Suriye ile Yemen arasında uzanan kervan yolunun ortasında bulunan Mekke, kuzeyde Filistin, Suriye ve Irak; güneyde Yemen ve Habeşistan gibi bölgeler arasında yer alması sebebiyle tarihte büyük bir önem kazanmış ve küçümsenemeyecek bir ticarî şöhrete sahip olmuştur. Müslümanların kıblesi olan Kâbe’nin ve zemzem suyunun burada bulunması, Hz. Peygamber’in burada doğup büyümüş olması, ilk vahyin buradaki Hira/Nur dağında gelmeye başlaması ve Hz. Peygamber’in Hz. Ebû Bekir’le birlikte hicret ederken sığınmış oldukları Sevr mağarasının Mekke civarında bulunması bu şehrin önemini ve kutsiyetini arttırıcı unsurlardır.

Mekke şehrinin merkezinde yer alan Kâbe’nin, yüce Allah tarafından müslümanların kıblesi haline getirilmesi sebebiyle yahudilerin Hz. Peygamber’e karşı gösterdikleri direniş büsbütün şiddetlenmişti. Yahudiler kıblenin, önceki peygamberlerin kıblesi olan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dan Mekke’deki Mescid-i Harâm’a çevrilmesini içlerine sindirememişler ve her fırsatta Mescid-i Aksâ’nın daha üstün bir mâbed olduğunu, bu sebeple kıble olmaya daha lâyık bulunduğunu savunmuşlardır. Onların bu itirazlarına daha önce Bakara sûresinin 142-145. âyetlerinde cevap verilmişti. Ancak yahudiler itiraz ve eleştirilerine devam ettikleri için burada mesele yeniden gündeme getirilmiş ve Kâbe’nin yeryüzünde ilk yapılan mâbed olduğu, tevhid inancının ilkelerini yansıttığı ve İsrâiloğulları arasından gelmiş peygamberlerin de atası olan Hz. İbrâhim’in makamının burada bulunduğu vurgulanmış, dolayısıyla kıble olmaya daha lâyık olduğuna işaret edilmiştir. Kâbe’yi inşa eden Hz. İbrâhim Hz. Mûsâ’dan yaklaşık 900 yıl önce yaşamıştır. Mescid-i Aksâ ise –Kitâb-ı Mukaddes’teki bilgiye göre– Hz. Mûsâ’nın İsrâiloğulları’nı Mısır’dan çıkarmasından sonra 480-487 yıllarında Hz. Süleyman tarafından yapılmış (I. Krallar, 6/1, 37) ve onun krallığı zamanında kıble olmuştur (I. Krallar, 8/29-30). Kur’an-ı Kerîm’de, Beytullah’ın Hz. İbrâhim tarafından oğlu İsmâil’le birlikte bina edildiği açıkça belirtilir. Ancak müfessir ve tarihçiler, Hz. İbrâhim’in önceden bulunmayan bir bina mı yaptığı yoksa daha önce var olup yıkılmış olan Kâbe’yi yeniden inşa mı ettiği ihtimalleri üzerinde durmuşlar ve bu hususta farklı görüşler ileri sürmüşlerdir (bk. Bakara 2/127).

Kâbe’nin “âlemler için bir hidayet kaynağı” olmasından maksat, buranın Allah’ın birliği (tevhid) inancına dayanan ilâhî dinin ilkelerini yansıtıcı özelliklere sahip olmasıdır. Nitekim bütün müslümanların kıblesi olması sebebiyle her gün beş vakit namazda dünyanın her tarafından müslümanların buraya yönelmeleri, İslâm’ın beş şartından biri olan hac ibadetinin burası ziyaret (tavaf) edilerek yerine getirilmesi, yılın her mevsiminde yapılan umre ziyaretinin burada gerçekleşmesi, hac ve umre ziyaretlerinde Allah’ın varlık ve birliğinin, ortaksız, benzersiz ve noksan sıfatlardan uzak olduğunun vurgulanması ve kemal sıfatlarıyla anılması, beytin tevhid ve hidayet sembolü olduğunu açıkça göstermektedir.

Kâbe’nin “bereket kaynağı” olması da, yüce Allah’ın bu mâbedi ve yakın çevresini maddî ve mânevî bereketlerle donatmış olmasıyla açıklanmıştır. Burada yapılan ibadetlerin sevabı diğer mâbedlerde yapılanlarınkinden daha fazla olduğu gibi (Buhârî, “Fazlü’s-salât fî Mescidi Mekke”, 1, 6) şartlarına uygun olarak yapılan hac da hacının günahlarının bağışlanmasına (Nesâî, “Hac”, 4; İbn Mâce, “Menâsik”, 3) ve cennete girmesine vesile olmaktadır (Râzî, VIII, 148). Maddî bereketine gelince, Mekke ziraata elverişsiz bir vadide kurulmuş olmasına rağmen çeşitli bölgelerde yetiştirilen her türlü sebze, meyve ve diğer ürünler buraya bolca getirilmekte ve burada yaşayanların rızıkları temin edilmektedir. Bugün Mekke’de yaklaşık 1 milyon nüfus barınmaktadır. Ayrıca her yıl hac mevsiminde 3 milyon dolayında hacı burayı ziyaret ettiği halde yiyecek içecek bakımından hiçbir sıkıntı çekilmemektedir. Burada Halîl İbrâhim’in bereketi ve duası vardır (bk. Bakara 2/126; İbrâhîm 14/37; Kasas 28/57).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 635-637
97

Meal

Onda apaçık deliller, Makam-ı İbrahim vardır. Oraya kim girerse, güven içinde olur. Yolculuğuna gücü yetenlerin haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse (bu hakkı tanınmazsa), şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağnidir. (Kimseye muhtaç değildir, her şey ona muhtaçtır.) 97﴿

Tefsir

“Apaçık deliller” anlamına gelen “âyâtün beyyinât” tamlamasını müfessirler, Hz. İbrâhim’in makamı, buraya girenlerin her türlü tecavüzden korunmuş olmaları, gitmeye gücü yetenlerin o evi ziyaret etmeleri, Hacerülesved, Safâ ile Merve, Zemzem ve diğer alâmetler gibi mânalarla açıklamışlardır (Kurtubî, IV, 139; Reşîd Rızâ, IV, 7 vd.). Bir kısmına âyetin devamında değinilen bu deliller, Kâbe’nin yeryüzünde yapılmış ilk mâbed olduğunu gösteren alâmetlerdir. Nitekim Hz. Peygamber’den binlerce sene önce yaşamış ve peygamberlerin babası olarak bilinen Hz. İbrâhim’in buradaki makamının bilinmesi ve bu bilginin nesilden nesile aktarılmış olması, buraya girenlerin her türlü tecavüzden korunmuş olmaları geleneğinin Hz. İbrâhim’in zamanından beri kesintisiz devam etmiş olması, insanların Kâbe’yi tavaf etmelerinin onun zamanında başlamış olması, buranın ilk mâbed olduğunu gösteren delillerdir (âyetler). Kâbe’de tavafın başlangıç noktasını belirleyen Hacerülesved ile sa‘yin başlangıç ve bitiş yerlerini gösteren Safâ ve Merve tepeleri de Hz. İbrâhim’in zamanından beri bilinen alâmetlerdir. Zemzem ise Hz. İbrâhim’in oğlu İsmâil’in ağlarken ayağını vurduğu yerden çıktığı rivayet edilen ve o günden beri var olan bir sudur.

İbrâhim’in makamı (makam-ı İbrâhim), Hz. İbrâhim’in Kâbe’yi inşa ederken veya insanları hacca çağırırken üstüne bastığına ve üzerine ayak izlerinin çıktığına inanılan taş veya taşın bulunduğu yerdir (Râzî, IV, 48; Elmalılı, I, 493). Bundan maksat, “Mescid-i Harâm’ın tamamıdır” diyenler olduğu gibi, “Hacerülesved’dir” diyenler de vardır (İbn Kesîr, II, 65; bilgi için ayrıca bk. Bakara 2/125).

İçinde Kâbe’nin yer aldığı haram (yasak) bölgede emniyette olma, genellikle, burada her türlü mal ve can güvenliğinin sağlanmış, bitki örtüsünün korunması dahil –ilke olarak– canlıların öldürülmesinin yasaklanmış olması anlamıyla açıklanmıştır. Kâbe inşa edildiği günden itibaren insanların son derece saygı gösterdikleri bir mâbed olagelmiştir. Mevdûdî’nin ifadesine göre İslâm’dan önce bütün Arabistan’da 2500 yıldan beri süregelen karışıklık ve düzensizliğe rağmen Kâbe ve çevresinde barış ve emniyet hüküm sürmüştür (I, 247). Kâbe’nin kutsiyeti insanlar üzerinde o derece saygı uyandırmıştır ki Câhiliye döneminin en karanlık günlerinde birbirlerinin amansız düşmanı olan insanlar bile onun içerisinde düşmanlarına saldırmamışlardır. Nitekim başka âyetlerde bu hususa özel olarak değinilmiştir (krş. Kasas 28/57; Ankebût 29/67; Kureyş 106/4). Hz. Peygamber de göklerin ve yerin yaratıldığı günden itibaren Mekke’nin harem (korunmuş) belde olduğunu, kıyamete kadar böyle devam edeceğini bildirmiştir. Orada herkes mal emniyetine sahip olduğu gibi, hayvanlar ve bitkiler dahil her canlı güvenlik içindedir (Müslim, “Hac”, 445-448). Ancak akrep ve benzeri zararlı hayvanlar bunun dışındadır. Ayrıca Kâbe’nin varlığı sebebiyle Arabistan’da yılda dört ay (zilkade, zilhicce, muharrem ve receb) barış sağlanmış, bu süre içerisinde kimsenin kimseye saldırmamasına özen gösterilmiştir (Mâide 5/97; Tevbe 9/36; Mekke Haremi ve hükümleri hakkında bilgi için bk. Salim Öğüt, “Harem”, DİA, XVI, 127-132).

“Bir yere gitmeyi veya bir işi yapmayı kastetmek” anlamına gelen hac kelimesi dinî bir terim olarak “belirli bir zamanda Arafat’ta bulunmak (vakfe) ve Kâbe’yi tavaf etmek (usulüne uygun olarak çevresinde dönmek) suretiyle yerine getirilen ibadet”i ifade eder. Bu âyet haccın müslümanlara farz olduğunun delilidir. “Yoluna gücü yetenler, hacca gitme imkânına sahip olanlar” demektir. Bu imkân ise “sağlığın elverişli olması, gidip gelmek için yetecek kadar para ve yol güvenliğinin bulunması” anlamına gelir. Hz. Peygamber de bu imkâna sahip olan kimseye ömründe bir defa Kâbe’yi ziyaret etmenin farz olduğunu bildirmiştir (bk. Müslim, “Hac”, 412).

“Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnidir” cümlesinin ilk kısmını “kim haccı inkâr ederse” şeklinde anlayanlar bulunmakla beraber, müfessirlerin çoğunluğu buradaki kefere fiilini “nankörlük etmek” anlamında alarak bu kısmı “kim gücü yettiği halde nankörlük edip hac ibadetini yerine getirmezse” şeklinde yorumlamıştır. Buna göre âyette imkân sahibi olduğu halde hacca gitmeyen kimsenin çok büyük bir günah işlemiş, Allah’ın buyruğuna karşı isyankârlık etmiş olacağına işaret edilmektedir (Elmalılı, II, 1149). Yüce Allah insanların yardımına muhtaç olmadığı gibi ibadetlerine de muhtaç değildir. Aksine ibadetler insanları ruhen ve mânen yüceltmek, Allah katındaki değerini arttırmak için farz kılınmıştır. Hac ibadetinin de gerek dünyevî gerekse uhrevî faydaları kullara yöneliktir. Allah, kullarından yardım ve menfaat beklemekten yücedir (hac hakkında bilgi için bk. Bakara 2/196-203).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 637-639
98-99

Meal

De ki: "Ey kitab ehli! Allah yaptıklarınızı görüp dururken Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?" 98﴿ De ki: "Ey Kitab ehli! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah'ın yolunu eğri ve çelişkili göstermeğe yeltenerek inananları Allah'ın yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir." 99﴿

Tefsir

İslâm’dan önce Medine’de bulunan Evs ve Hazrec adındaki iki büyük Arap kabilesi 120 sene birbirleriyle savaşmış, Buâs ismi verilen son savaşta Evs kabilesi Hazrec kabilesine galip gelmişti. Ancak İslâm dinini kabul ettikten sonra bu kabileler arasında kardeşlik duyguları gelişmiş ve eski düşmanlıklarından vazgeçmişlerdi. Aralarında kardeşlik, birlik ve beraberlik oluşmuş, İslâm düşmanlarına karşı tek yumruk haline gelmişlerdi. İşte bu durumun kendi aleyhlerine bir sonuç doğuracağını anlayan yahudi ileri gelenlerinden Şemmâs (Şâs) b. Kays bir yahudi gencini göndererek iki müslüman kabilenin gençlerine Buâs Savaşı’nı hatırlatmasını ve aralarında fitne çıkarmasını istemiş, yahudi genci de bu görevi başarıyla yerine getirerek bunlar arasında fitne çıkarmış ve düşmanlık ateşini körüklemiş, sonunda her iki kabile de silâhlara sarılarak birbirleriyle savaş durumu almışlardı. Olayı haber alan Hz. Peygamber onları yatıştırmak üzere hemen yanlarına gelmiş, kendilerine nasihatte bulunmuş ve Şemmâs’ın tutuşturduğu fitne ateşini söndürmüştü. İşte 98-103. âyetler bu olay üzerine inmiştir (Taberî, IV, 23; Elmalılı, II, 1149).

Yahudilerin ve hıristiyanların kitaplarında Hz. Muhammed’in geleceğine, peygamberliğine ve şahsiyetine dair âyetler bulunduğu, onlar da onun peygamber olduğunu bildikleri halde bu gerçeği ve Kur’an’ı inkâr ettikleri, bu konuda insanların kalplerine şüphe düşürmeye ve müminleri İslâmiyet’ten soğutmaya çalıştıkları için yüce Allah bu âyetlerle onları kınamıştır.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 641
100-101

Meal

Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi döndürüp kâfir yaparlar. 100﴿

Tefsir

100, 101 nolu ayetlerin tefsiri bir sonraki sayfada verilmiştir.