Kur'an ,Meal ve Tefsir Okuma Alanı. Seslendirmek istediğiniz ayetin üzerine çift tıklayınız.
Âl-i İmrân Suresi
58
3 . Cüz
62

Meal

Şüphesiz bu (İsa hakkında söylenenler), doğru haberlerdir. Allah'tan başka ilâh yoktur. Muhakkak ki Allah, evet O, mutlak güç ve hikmet sahibidir. 62﴿

Tefsir

Yüce Allah’ın “mutlak güç ve hikmet sahibi” (azîz ve hakîm) olduğu belirtilerek Hz. Îsâ’nın ilâh olabileceği fikri tamamıyla çürütülmektedir. Çünkü hıristiyan inancına göre Hz. Îsâ yahudiler tarafından öldürüleceğinden endişe etmişti ve öldürülmüştü. O halde böyle bir varlığın tanrı olarak düşünülmesi imkânsızdır; gerçek Tanrı mutlak güç ve hikmet sahibi olan yüce Allah’tır.

63

Meal

Eğer yine yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah, bozguncuları hakkıyla bilendir. 63﴿

Tefsir

Eğer yine yüz çevirirlerse, kuşkusuz Allah bozguncuları çok iyi bilmektedir.
64

Meal

(Resûlüm!) de ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım; O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şahit olun ki biz müslümanlarız! deyiniz. 64﴿

Tefsir

Yukarıdaki âyetlerde Hıristiyanlık’taki yanlış yönelişlerin odak noktasını oluşturan “Hz. Îsâ’nın konumu” hakkında aydınlatıcı açıklamalar yapılıp bu konudaki tartışmalara 62. âyette belirtilen “mübâhele”ye davet ile son verildikten sonra burada asıl amaca geçilmektedir.

Âyetten anlaşıldığına göre daha önce geçen açıklamalar, taraflar arasında çekişmenin derinleştirilmesi ve kuru bir münazara yapılması gibi bir amaç taşımamakta, aksine diyalog engellerini kaldırıp yahut azaltıp ortak bir alanda buluşmayı hedeflemektedir.

Âyet-i kerîmede geçen “ehlü’l-kitap” tamlaması ile: a) Necran hıristiyanlarının, b) Medine yahudilerinin, c) hem yahudi hem hıristiyanların birlikte kastedildiğine dair görüşler vardır. Âyetin nüzûl sebebine göre tercih belirten müfessirler bulunmakla beraber, Hz. Peygamber’in Bizans İmparatoru Heraklius’a yolladığı ve bu âyete de yer verdiği İslâm’a davet mektubundaki üslûptan (bk. Şevkânî, I, 443; Muhammed Hamîdullah, s. 109, vesika nr. 26), bu âyette aslî şekliyle tevhid inancına dayalı din mensuplarına genel bir çağrının bulunduğu anlaşılmaktadır (Ehl-i kitap tabiri hakkında bk. Bakara 2/105).

Taraflar arasında mevcut ortak noktaların belirginleştirilmesinden hareketle kurulacak diyalogun sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi için, karşılıklı saygı esasına riayet edilmesi, sübjektif üslûp ve tavırlardan kaçınılması gerekir. İşte âyet-i kerîme bu konuda müminler için çok güzel bir örnek ortaya koymakta, muhatapları Allah’ın kitabına ehil sayan gönül alıcı ve nazik bir hitapla söze başlanarak onlara değer verilmesi gerektiğine işaret etmektedir (Râzî, VIII, 85-86). Kur’an-ı Kerîm’in başka bir âyetinde de Ehl-i kitap’la yapılacak tartışmada ve onların yanlış tutumlarına karşı verilecek mücadelede –kural olarak– en güzel yolun izlenmesi istenmiş (Ankebût 29/46), yine bazı âyetlerde onların içinde Kur’an’ın tasvip ettiği imana sahip insanlar bulunduğuna dikkat çekilmiştir (Âl-i İmrân 3/110, 113, 199). Öte yandan Rûm sûresinde hıristiyanların ateşperestlere karşı zafer kazanacakları haber verildikten sonra müslümanların bundan sevinç duyacakları ifadesi kullanılmıştır (Rûm 30/3-4). Âyetin sonunda, müteakip âyetlerde ve Kur’an-ı Kerîm’in başka sûrelerindeki birçok âyette Ehl-i kitabı mahkûm eden ifadeler bulunmakla beraber bunların sübjektif bir tavrı yansıtmadığı, bilâkis fikirlerin billûrlaştırılmasına ve muhatabın kendi kendini sorgulamasını sağlamaya yönelik olduğu görülmektedir. Bu sûrenin 119. âyetindeki sert ifade ise, müslümanların bütün iyi niyetlerine ve onların hayrını arzulamalarına rağmen insaf ölçülerini tamamen bir yana bırakıp onlara karşı için için kin besleyen Ehl-i kitap’la ilgilidir.

“Müşterek olan bir söz” diye tercüme ettiğimiz “kelimetin sevâin” tamlaması tefsirlerde, “âdilâne, dosdoğru, orta yolun ifadesi olan bir söz, adalet ve insaf ölçülerine uygun bir söz” şeklinde açıklanmaktadır. Âyetin bu tamlamaya bağlı olarak yer alan “sizinle bizim aramızda” anlamındaki “beynenâ ve beyneküm” kısmı âyetin devamında bu sözün ne olduğuna dair yapılan açıklama dikkate alındığında, burada müslümanlar ile aslî hüviyeti itibariyle tek Tanrı inancının savunucusu olan din mensupları arasındaki ortak ilkelerin özünün kastedildiği açıkça anlaşılır. Âyette bu ilkelerin en temel noktası “yalnız Allah’a kulluk etme” şeklinde belirtilmiştir. Fakat bu ilkenin zedelenmeden varlığını koruyabilmesi iki ön şarta bağlı sayılmıştır: a) Hiçbir şeyi Allah’a ortak saymamak, b) Allah’ın dışında hiçbir merci, kişi veya gücü rab kabul etmemek. Böylece bir taraftan Ehl-i kitap, peygamberlerin tebliğ faaliyetinin ortak çizgisine çağrılmakta, bir taraftan da onların anılan iki şarta riayet etmemeleri sebebiyle tevhid inancının safiyetini ihlâl ettikleri hatırlatılmış olmaktadır.

Elmalılı Muhammed Hamdi âyetteki çağrının dayandırıldığı düşünceyi şöyle açıklar: Burada muhtelif vicdanların, milletlerin, dinlerin, kitapların temel bir vicdanda, bir hak sözde nasıl birleştirilebilecekleri, İslâm’ın insanlık âlemine ne kadar geniş, açık ve tutarlı bir hidayet yolu, özgürlük kanunu öğrettiği ve artık bunun Araplar’a veya başka belirli bir millete özgü olmadığı tam anlamıyla gösterilmiştir. “Yalnız Allah’a tapalım, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da içimizden bazıları diğer bazılarını rab edinmesin” sözünde toplanan vicdan birliğinden daha geniş, daha hâkim hiçbir vicdan bulmak mümkün değildir ki onun arkasına düşülsün. Din alanındaki ilerleme ve gelişmeler, vicdanların birbirinden ayrı düşen özelliklerinde değil, bütüncüllüğünde ve genişliğindedir. Bütün özgürlük ve eşitlik çağrılarının temeli şu “bir sözde, bir vicdanda toplanır: Allah’ı bırakıp da içimizden bazıları diğer bazılarını rab edinmesin.” İşte özgürlük ve eşitlik meselesinin çözümünü sağlayacak yegâne anahtar budur: Birbirimizi rab, mevlâ, hâkim-i mutlak tanımayalım, bütün davranışlarımızı bir hakkın buyruğuyla ve Allah’ın hoşnutluğuyla ölçelim. Allah’ı bırakıp da O’nun hükümranlığı altındaki varlıklara hakka aykırı bir bağlılık mîsâkımız olmasın, hepimiz Allah’a kul olalım ve kendimizi ancak O’nun hükmü altında bilelim, birbirimize de ancak bu açıdan tâbi ve bağlı olalım, birbirimizin hakkına tecavüz etmeyelim, başkalarına ancak Allah’ın buyruğuna itaat kastıyla itaat edelim (II, 1131-1132).

Âyette hem “ulûhiyyet birliği” hem de “rubûbiyyet birliği”, yani tanrı ve rab olarak tek bir varlığa inanıp bağlanmanın kaçınılmazlığı üzerinde durulmaktadır ki bunlardan birincisi Allah’a fizik ötesi âlemle ilgili yegâne gücün kendisine ait olduğu inancıyla tapmayı, ikincisi de hayata sadece Allah’ın iradesini hâkim kılmayı, yalnız O’nun istediği biçimde kulluk etmeyi ifade eder.

Gerek Yahudilik gerekse Hıristiyanlık “tapılacak, ibadet edilecek, kulluk edilecek” varlığın yüce Allah olduğunu kabul noktasında İslâm inancıyla kesiştiği halde, zamanla bu dinlerin mesuplarınca benimsenen bazı inanç ve davranışlar, Tanrı’nın tek olduğu ve Allah’tan başka hiçbir varlığın rab sayılamayacağı telakkisini, dolayısıyla “yalnız Allah’a kulluk etme” ilkesini temelden sarsmış bulunuyordu. Birçok âyette belirtildiği üzere bütün peygamberlerin ısrarla Allah’a ortak koşulmaması uyarısında bulunmalarına rağmen, yahudiler Üzeyir’i, hıristiyanlar da Îsâ aleyhisselâmı Allah’ın oğlu olarak nitelendirmişler (bk. Tevbe 9/30), hıristiyanlar Allah “üçün üçüncüsüdür” demişler (bk. Mâide 5/73), yahudiler Tanrı’yı millîleştirerek Allah’ın sadece bir kavmin, hatta sadece insanların değil bütün evrenin yaratıcısı ve Tanrısı olduğu hakikatini perdelemeye çalışmışlar ve âdeta bütün insanların aynı mâbuda kulluk etmelerine rızâ göstermemişlerdir. Oysa tahrif edilmiş şekliyle bile bugün mevcut Tevrat ve İnciller’deki ifadeler Tanrı’nın “bir” olduğunu ve Hz. Îsâ’nın İsrâiloğulları’na “gönderildiği”ni belirtmektedir: “Dinle, ey İsrâil: Allahımız rab bir olan rabdir; ve Allah’ın rabbi bütün yüreğinle ve bütün canınla ve bütün kuvvetinle seveceksin” (Tesniye, 6/4-5). “Ve Allah bütün bu sözleri söyleyip dedi: (…) Karşımda başka ilâhların olmayacaktır” (Çıkış, 20/1-3). “…Hep emirlerin birincisi hangisidir, diye ona sordu. Îsâ cevap verdi: Birincisi, ‘Dinle, ey İsrâil; Allahımız rab bir olan rabdir. Ve Rab Allah’ını bütün yüreğinle, bütün canınla, bütün fikrinle ve bütün kuvvetinle seveceksin’” (Markos, 12/29-30). “Fakat Îsâ cevap verdi: Ben İsrâil evinin kaybolmuş koyunlarından başkasına gönderilmedim” (Matta, 15/24).

Yine evrendeki bütün varlıkların sahibi ve onları terbiye eden, onlara dilediği kıvamı veren yüce Allah olduğuna göre (Fâtiha 1/3), O’na kullukta yine O’nun iradesine yürekten teslimiyet gerektiği halde hıristiyanlar Hz. Îsâ’yı, yahudiler ve hıristiyanlar din adamlarına (ahbâr ve ruhbân) Tanrı benzeri bir otorite tanıyarak yalnız Allah’a kul olma çizgisinin dışına çıkmışlardı (bk. Tevbe 9/31). Nitekim Tevbe sûresindeki bu âyetin lafzını esas alan Adî b. Hâtim ile Hz. Peygamber arasında geçen şu konuşma, burada yer alan “Allah’ı bırakıp da içimizden bazıları diğer bazılarını rab edinmesin” ifadesinin anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır:

– “Yâ Resûlallah! Biz onlara kulluk etmiyorduk ki!”

– “Peki, onlar size istediklerini helâl istediklerini haram kılıyorlar ve siz de onlara uyuyor değil miydiniz?”

– “Evet.”

– “İşte burada söylenen de odur” (Zemahşerî, I, 194; Âlûsî, III, 308-309).

Bu yaklaşımın dünya hayatının düzenlenmesinde pek acı meyveler vermesi karşısında Batı dünyasının yakın zamanlarda aldığı önlemler ve birçok düşünce akımınca bu konuda ciddi tepkilerin ortaya konulmuş olması Kur’an’ın bu konudaki çağrısına uyma açısından olumlu bir gelişme sayılabilirse de, bu tedbirlerin dinin egemenlik ve sömürü aracı olarak kullanılmasını engelleme hedefiyle sınırlı kaldığı inkâr edilemez. Nitekim hâlâ bu iki dinin mensuplarınca din adamları, mürşid, yol gösteren, uyaran kişiler olmanın ötesinde tanrıya nasıl kulluk edileceğine karar verebilen ve hıristiyanlarca tanrı adına affedebilen merciler olarak görülmekte, yine hıristiyanlar tarafından Hz. Îsâ koruyan, gözeten insan üstü bir varlık olarak telakki edilmektedir. Dolayısıyla inanç esasları bakımından Ehl-i kitabın bu çağrı üzerinde dikkatle durması ihtiyacının devam ettiği kuşkusuzdur. Öte yandan yukarıda işaret edilen tepkilerin “din”e ve “inanma”ya karşı bir tavır haline dönüşen biçimlerini de kaş yaparken göz çıkarmaya varan ayrı bir olumsuz sonuç olarak hatırlamak gerekir.

Kurtubî bu âyeti yorumlarken İslâm’da dinî hükümlerin çıkarılmasında kişisel eğilimlerin ve keyfî takdirlerin hâkim kılınmasına müsaade edilmediği anlamı üzerinde durur. Bu cümleden olmak üzere âyette, şer‘î delile dayandırılmayan “istihsan”ın geçersiz olduğuna delâlet bulunduğunu, yine şer‘î dayanağını göstermeden imamın sözünün bağlayıcılığını iddia eden Râfizîler’in bu yaklaşımının reddedildiğini belirtir (Kurtubî, IV, 106-107). Tabii ki burada geçerli bir dayanaktan yoksun keyfî istidlâllere yöneltilmiş bir eleştiri söz konusudur. Hakkında daha güçlü özel bir delil bulunması sebebiyle mûtat çözümü terketme; yarar ilkesi, hakkaniyet kuralı, dürüstlük kuralı gibi ilke ve kurallara dayanarak bir olayın benzerlerinde uygulanan hükümden vazgeçme anlamındaki istihsan delili –isimlendirme ihtilâfları bir yana– içerik olarak hemen bütün İslâm âlimlerince kabul edilmiş ve uygulanmıştır (bilgi için bk. Ali Bardakoğlu, “İstihsan”, DİA, XXIII, 339-347).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 592-597
65-68

Meal

Ey ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin çekişirsiniz? Halbuki Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz? 65﴿ İşte siz böyle kimselersiniz! Hadi hakkında bilgi sahibi olduğunuz konuda tartıştınız; fakat bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz! Oysa ki Allah, her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz. 66﴿ İbrahim, ne yahudi, ne de hıristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idi; müşriklerden de değildi. 67﴿ İnsanların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber (Muhammed) ve (ona) iman edenlerdir. Allah müminlerin dostudur. 68﴿

Tefsir

Burada, 64. âyetteki çağrıyı destekleyen bir konuya geçilmektedir. 64. âyette Ehl-i kitap “tanrı” telakkisiyle ilgili ortak ilkeden hareketle diyaloga çağrıldıktan sonra, burada üç büyük ilâhî dinin mensuplarınca saygıyla anılan ve kendisine yüce bir mevki tanınan büyük bir peygamberin, yani Hz. İbrâhim’in durumuna açıklık getirilmekte, böylece bu dinlerin mensuplarının “peygamberlik” kurumu etrafındaki telakkilerde de buluşmalarının sağlanması hedeflenmektedir (Hz. İbrâhim hakkında bilgi için bk. Bakara 2/124).

Sûrenin nüzûl sebebi açıklanırken değinilen hıristiyan Necran heyeti Medine’ye geldiğinde, yahudi hahamları da ilâhiyat meselelerinin konuşulduğu toplantılara katılmışlar ve hıristiyanlarla yahudiler Resûlullah’ın huzurunda tartışmışlardı. Yahudiler Hz. İbrâhim’in yahudi olduğunu, hıristiyanlar ise onun hıristiyan olduğunu iddia ediyorlardı (İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, II, 197, 201, 202). Özellikle hıristiyanlar, Mekke müşriklerinin kendilerini İbrâhim’in dininin vârisleri ve onun inşa ettiği Kâbe’nin hizmetçileri olarak gördüklerini dikkate alarak Araplar arasında Hıristiyanlığı yayabilmek için “İşte bu da İbrâhim’in dini!” diye propaganda yapıyorlar ve bu sebeple bazı Arap kabileleri arasında Hıristiyanlık yayılıyordu. Ehl-i kitabı böyle bir iddia ile ortaya çıkmada cesaretlendiren mantıkî istidlâl muhtemelen şuydu: İbrâhim’in dinine ilâveler yapılması onun dininden çıkma anlamına gelmezse, biz de bu çerçeve dışında sayılmayız; onun dininden çıkma anlamına geldiği takdirde ise müslümanlar da onun dinine tâbi addedilemezler. Fakat onlar kendilerini de Hz. İbrâhim’e nisbet etmeye kalkarlarken iki büyük hata yapıyorlardı: Biri Hz. İbrâhim’in “yahudi” veya “hıristiyan” olduğunu söyleyebilecek kadar ileri gitmeleri, diğeri kendi kutsal kitaplarını dahi göz önüne almadan kendi dinleriyle ilgili bir iddia ileri sürmeleri. Zira müslümanların Hz. İbrâhim’e mensubiyet iddialarıyla yahudilerin ve hıristiyanların bu konudaki iddiaları arasında köklü bir fark vardı: Kur’an-ı Kerîm’de Hz. İbrâhim’in öğretilerine (Hanîflik) açık bir gönderme yapılmış ve Hz. Muhammed’in de onun dini üzere olduğu belirtilmiş olmasına karşılık, Tevrat ve İncil’de bu yönde bir atıf yer almıyordu (Râzî, VIII, 87-88; İbn Âşûr, III, 271-274).

Bu âyetlerde şu hususlara dikkat çekilerek bir taraftan “münazara” esaslarıyla ilgili uyarılarda bulunulmakta, bir taraftan da karşı tarafı bağlayan açıklamalar yapmak suretiyle diyalogun sürdürülebileceği bir zemin oluşturulmaktadır:

a) Hz. İbrâhim’in Yahudilik veya Hıristiyanlığa nisbet edilerek tartışmanın içine çekilmesi tarihî gerçeklerle bağdaşmaz; çünkü Tevrat’ın da İncil’in de ondan sonra indirildiği ortadadır (Âlûsî, burada tarih bilgisinin önemine de bir gönderme bulunduğu kanaatindedir, bk. III, 310-311; “Tevrat” ve “İncil” hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/3).

b) Kişinin, görüş ve yorumlarında yanlışlıklar bulunsa bile, sahip olduğu bilgiler etrafında tartışmaya girmesi kabul edilebilir; fakat hakkında bilgisi olmadığı konularda iddia ortaya atması onaylanamaz. Şu halde Ehl-i kitabın ellerinde mevcut Tevrat ve İnciller’de yer alan bilgilerden hareketle bazı ilâhiyat konularında ileri sürdükleri görüşler enine boyuna ele alınıp tahlil edilebilir ve karşı görüş bu yolla ortaya konabilir (nitekim yukarıdaki âyetlerde bu yol tutulmuştur). Fakat onların Hz. İbrâhim hakkındaki Kitâb-ı Mukaddes metinlerine ve tarihî verilere dayanmayan iddialarını çürütmek için, bunların dayanaktan yoksun ve sübjektif bir yaklaşım olduğunu hatırlatmak yeterlidir (Kurtubî, bu âyetten, bilgisiz kişiyle tartışmaya girmekten sakınmak gerektiği hükmünü çıkarır, bk. IV, 108).

c) Ehl-i kitabın bu konudaki iddiaları sağlam bir bilgiye dayalı olmadığına göre, vahyin sağladığı bilgiye kulak verilmelidir: Hz. İbrâhim ne yahudi ne hıristiyan ne de müşrik idi; o tevhid inancına yürekten bağlı biriydi. Onun inancıyla ilgili bir niteleme yapılacaksa, söylenecek şey onun “hanîf” ve “müslüman” olduğudur (“hanîf” hakkında bilgi için bk. Bakara 2/135). Eğer yahudiler ve hıristiyanlar kendileriyle Hz. İbrâhim arasında bir bağ kurmak isterlerse bunun yegâne yolu, kendi peygamberlerinin de tevhid inancına çağrıda bulunduğu gerçeğini itiraf etmeleri ve Hz. İbrâhim’i, dolayısıyla Hz. Muhammed’i kendilerine tâbi kılma gayreti içine girme yerine, bütün ilâhî dinlerin geniş anlamıyla “İslâm” dairesi içinde buluştuğunu görmeleridir.

d) Eğer İbrâhim’e yakınlık tesbiti yapılacaksa, kuşkusuz ona en yakın olanlar onun getirdiği mesaja uyanlarla Hz. Muhammed ve müminlerdir. Çünkü ona yakınlığın ölçütü onun öğretilerine canı gönülden bağlanmış olmaktır. Ona uyanların yanı sıra Hz. Muhammed ve onun ümmeti tevhid inancına sımsıkı sarılarak bu bağlılığı ispat etmişlerdir. Bütün evrenin yaratıcısı olan Allah’ı millî bir tanrı şeklinde takdim etme gayreti içine giren yahudilerle Hz. Îsâ’yı O’nun oğlu sayarak Allah’a ortak koşan hıristiyanlar ise Hz. İbrâhim’in öğretilerinden çok uzaklaşmış bulunmaktadır.

Öte yandan, Hz. İbrâhim tarafından inşa edilen Kâbe’yi tavaf etmenin İslâm’ın şartlarından biri olan haccın önemli bir unsuru olmasına karşılık, Yahudilik’te ve Hıristiyanlık’ta –bu anlamda– “hac farîzası”nın bulunmayışı da, yahudiler ve hıristiyanlara nazaran Hz. Muhammed ve ona uyanların Hz. İbrâhim’in tebliğ ettiği dinî esaslara daha yakın olduklarının açık bir göstergesi sayılır (İbn Âşûr, III, 274). Kur’an-ı Kerîm’de “Hac” ismini taşıyan bir sûre ve haccın hükümlerini açıklayan, makam-ı İbrâhim’den söz eden başka âyetler (özellikle Bakara 2/125, 196) bulunmakla beraber, bu amaçla bina edilen ilk evin Mekke’de (Kâbe) olduğunu, orada İbrâhim makamı bulunduğunu ve İslâm’da haccın farziyetini bildiren âyetlerin bu sûrede yer almış olması (bk. Âl-i İmrân 3/96-97) bu yorumu destekleyici niteliktedir.

e) Allah’a yakınlık ancak O’nun varlığına ve birliğine yürekten inanmakla ve yalnız O’na kulluk etmekle sağlanabilir; zira Allah “müminler”in dostudur.

68. âyette yahudilerin ve hıristiyanların iddialarının çürütülmesiy­le ilgili ifadeleri müşrik Araplar’ın istismar edip kendilerine pay çıkar­malarına imkân bırakılmamış ve Hz. İbrâhim hakkında ayrıca “müşriklerden de değildi” buyurulmuştur (krş. Bakara 2/135).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 597-600
69

Meal

Ehl-i kitaptan bir kısmı istediler ki, ne yapıp edip sizi saptırabilsinler. Oysa onlar sadece kendilerini saptırırlar da farkına bile varmazlar. 69﴿

Tefsir

Önceki âyetlerde Ehl-i kitap’la diyalog için gerekli fikrî temeller oluşturulduktan sonra bu âyet ve devamında bu kesimin diyalogu engelleyen davranışlarına değinilmektedir. Önce 69. âyette bazı Ehl-i kitap mensuplarının müslümanları hak yoldan saptırma arzularına ve bunu gerçekleştirme gayreti içinde olduklarına, 72. âyette de onlardan bir grubun bu amaca ulaşmak için hazırlayıp uygulamaya koyduğu bir komploya işaret edilmiştir.

Bu âyetlerin her ikisinde dikkat çeken bir husus, yerilen bu niyet ve uygulamaların Ehl-i kitap’tan bir gruba nisbet edilmesi, bütün Ehl-i kitabın müslümanları saptırma arzusu içinde oldukları ve bu uğurda komplolar düzenledikleri şeklinde bir ithamın yer almamasıdır. Ancak 69. âyetteki tesbiti takiben 70 ve 71. âyetlerde “Ey Ehl-i kitap!” tarzında genel bir hitap yer almış olup, bunu iki şekilde açıklamak mümkündür:

a) Onların bütün bu olumsuz düşüncelerine rağmen, diyalogun sürdürülmesi için 64. âyetteki hitap tarzı korunmuş ve “kitap ehli” denerek karşı tarafa değer verilmiştir. Nitekim muhataplar çok ağır bir kusur işledikleri halde, onları dışlayan bir ifade kullanılmamakta, gerçekler üzerinde düşünmeye davet eden soru cümleleriyle yanlış yolda oldukları hatırlatılmaktadır. b) Anılan arzu ve yöneliş onlardan bir gruba ait olmakla beraber, diğer Ehl-i kitap mensupları bu tavrın yanında yer almış olduklarından soyut biçimdeki kınama ve eleştiri ifadesi bütün Ehl-i kitaba yöneltilmiştir.

Âyetin “Ehl-i kitap’tan bir kısmı” diye çevrilen bölümünde yer alan “min” edatının, “onlardan bir kesim”i yani “ileri gelenleri” ve “din adamları kesimi”ni ifade ettiğini veya cins belirtmek üzere “bütün Ehl-i kitap” anlamına açık olduğunu düşünmek –dil bilgisi açısından– mümkünse de (bk. İbn Atıyye, I, 452), âyetlerin önü ve sonu, üçüncü mânaya göre yorum yapmaya elverişli görünmemektedir.

69. âyette “keşke” anlamına gelen “lev” kelimesi kullanılarak onların bu arzularının sonuç vermeyen bir yöneliş düzeyinde kaldığı belirtilmiştir. Bu sebeple âyete “… istediler ki sizi saptırsınlar şeklinde” mâna verilmiştir. Onların gerçekte kendilerini saptırmış olmaları değişik şekillerde açıklanmış olup bu yorumlardan bazıları şöyledir: a) Başkalarını saptırma niyet ve çabalarından dolayı ağır bir azabı hak etmiş olmakta ve kendilerine yazık etmektedirler. Nitekim bir âyette (Nahl 16/25) başkalarını saptırmaya çalışanların kendi kötü fiillerinin günahının yanı sıra başkalarına verdikleri zarar sebebiyle katlanmış cezaya çarptırılacakları bildirilmiştir. b) Kendilerini hidayet ve hakikat yolundan uzaklaştırarak dalâlet içinde kalmaktadırlar. c) Müminleri saptırma çabaları sonuç vermeyince hüsrana ve hayal kırıklığına uğramaktadırlar (Râzî, VIII, 90-91). M. Reşîd Rızâ bunlardan sonuncu yorumun âyetteki “farkına varmıyorlar” açıklaması ile bağdaşmadığına dikkat çeker (III, 332).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 601-602
70-71

Meal

Ey ehl-i kitap! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah'ın âyetlerini inkâr edersiniz? 70﴿

Tefsir

70, 71 nolu ayetlerin tefsiri bir sonraki sayfada verilmiştir.
Âl-i İmrân Suresi
59
3 . Cüz
71

Meal

Ey ehl-i kitap! Neden doğruyu eğriye karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz? 71﴿

Tefsir

İlk âyette Ehl-i kitap bilginlerinin gerçeği bile bile inkâr edip dalâlet içinde kalmaları eleştirilirken, ikinci âyette de başkalarını yanıltıcı bir çaba içine girmeleri kınanmaktadır. Âyetten başkalarını yanıltma çabasının iki yönde yürütüldüğü anlaşılmaktadır: Hakkı bâtıla karıştırma ve gerçeği gizleme. Hakkı bâtılla örtmenin nasıl gerçekleştirildiği hususunda sahâbe ve tâbiîn ile sonraki bazı müfessirlerden şu yorumlar nakledilmiştir: a) Tevrat’ı tahrif ediyorlar ve ilâhî kelâmla kendi uydurduklarını birbirine karıştırıyorlardı. b) Müminlerin içine kuşku düşürmek amacıyla sabahleyin İslâm’a girdiklerini, akşamleyin de İslâm’dan çıktıklarını açıklıyorlardı. c) Tevrat’ta yer alan Hz. Muhammed ile alâkalı açık (muhkem) ve kapalı (müteşâbih) âyetleri birbirine karıştırıp fikir karmaşası meydana getiriyorlardı. d) “Muhammed, Mûsâ’nın hak peygamber olduğunu itiraf ediyor; Tevrat da Mûsâ şeriatının nesh edilemeyeceğini bildiriyor” şeklinde istidlâllerle zihinleri karıştırıyorlardı. Gerçeği gizlemeleri de şöyle açıklanmıştır: Tevrat’ta Hz. Muhammed’in peygamberliğine delâlet eden âyetler ancak üzerinde düşünülerek anlaşılabilecek nitelikteydi; din adamları sokaktaki adamdan bu hakikati gizlemek için bunların bir bütün olarak ele alınıp anlaşılmasını önleyecek biçimde davranıyorlardı (Taberî, III, 310; İbn Atıyye, I, 452-453; Râzî, VIII, 92-93). Râzî, onların bu tutumuyla kendi zamanında İslâm muhitindeki bidatçıların bilim ve araştırma ehlince ortaya konan sonuçların halka ulaşmasını önlemeye çalışmaları arasında benzerlik kurar (VIII, 93). M. Reşîd Rızâ da âyetin, müslümanlar arasındaki taklitçi zihniyetin vahiyle insanların kişisel görüşlerini karıştırıp onlara ilâhî bir din hüviyeti kazandırmaya çalışmalarını mahkûm eden bir delil teşkil ettiğini belirtir (III, 333). 70. âyette geçen ve “Allah’ın âyetleri” diye çevrilen tamlama değişik şekillerde anlaşılmıştır: a) Kur’an âyetleri, b) Hz. Muhammed’in mûcizeleri, c) Tevrat ve İncil’de yer alan âyetler. Son yorum, anılan kitapların Hz. Muhammed’i müjdeleyen veya Hz. İbrâhim’in hanîf ve müslüman olduğunu ya da Allah katında geçerli dinin İslâm olduğunu bildiren âyetler içerdiği halde Ehl-i kitabın bu hakikatleri inkâr ettiğini belirtmeye yöneliktir. Râzî bu yorumun, yahudilerin Tevrat âyetlerini değil bunların delâlet ettiği anlamları veya Tevrat’ı tahrif etmek suretiyle bizâtihî bu içerikteki âyetlerin varlığını inkâr ettikleri şeklinde iki ihtimale açık olduğunu kaydeder (VIII, 91-92). Günümüz Kitâb-ı Mukaddes araştırmaları da, –tahrif edilmiş şekliyle bile– Tevrat’ın Hz. Muhammed’in geleceğini müjdeleyen ifadeler içerdiğini ortaya koymaktadır. Nitekim Muhammad in the Bible isimli bir kitap yazan ve daha sonra müslüman olup Abdülahad Dâvûd adını alan Roma Katolik kilisesi papazlarından Prof. David Benjamin Keldânî Ârâmîce, İbrânîce ve eski Süryânîce’ye olan vukufu ile Tevrat’taki birçok peygamber sözünün ancak Hz. Muhammed’e uygun düştüğünü tesbit etmiştir (Abdülhamîd Mahmûd Tahmâz, et-Tevrât ve’l-İncîl ve’l-Kur’ân fî sûreti Âl-i İmrân, s. 76-77).
72

Meal

Ehl-i kitaptan bir gurup şöyle dedi: «Müminlere indirilmiş olana sabahleyin (görünüşte) inanıp akşamleyin inkâr edin. Belki onlar (böylece dinlerinden) dönerler. 72﴿

Tefsir

“Müminlere indirilmiş olana, gün başlarken iman edip günün sonunda inkâr edin. Belki onlar da dinlerinden dönerler” diyerek müminlere karşı komplo düzenleyenlerin Ehl-i kitap olduğu âyette belirtilmekle beraber, bunlar arasından hangi kesimin kastedildiği ve komplonun biçimi tasrih edilmemiş, bu hususlar konuya ilişkin rivayetler ışığında farklı şekillerde açıklanmıştır (meselâ bk. Taberî, III, 311-312; Kurtubî, IV, 111).

Bu konudaki rivayetlerin ve açıklamaların büyük çoğunluğunun ortak noktası, Ehl-i kitap’tan özellikle dinî konularda bilgili oldukları kabul edilen bir kesiminin kendi aralarında şöyle bir mutabakat sağlamış olduklarıdır: İçlerinden bazıları, Hz. Muhammed’in getirdiği mesaja sırf inatlarından ötürü karşı çıkmadıkları, aksine objektif bir yaklaşım içinde oldukları izlenimini vermek üzere zaman zaman onun bildirdiklerini onaylayan bir tavır takınıp kısa bir süre sonra da bunları inkâr yönüne gidecekler ya da onun bildirdiklerinin bir kısmını tasdik edip bir kısmını inkâr edecekler, böylece Kur’an etrafında bir kuşku çemberi oluşturup hem kendi çevrelerinin bu mesaja iltifat etmesini önlemiş hem de inancı henüz çok kuvvetli olmayan müminlerin hak yoldan dönmelerini sağlamış olacaklardı. Muhammed Esed, Ebû Bekir el-Esamm’ın burada Kur’an’ın bir kısmını tasdik edip bir kısmını inkâr etme şeklinde bir şaşırtma planının söz konusu olduğu görüşünden de destek alarak, “günün başında vahyedilen” ifadesini “Kur’an’ın ilk vahyedilen bölümü” şeklinde yorumlamakta ve “sonundaki” anlamına gelen “âhırahû” ifadesine de “daha sonra gelen (Kur’an’ın sonraki kısımları)” şeklinde mâna vermektedir (I, 103).

Tefsirlerde yaygın olan bilgi, burada “Ehl-i kitap” ile özellikle yahudilerin ve yahudi din adamlarının kastedildiği şeklindedir. Hatta İbn Âşûr bu bilgiyi teyit için, önceki âyetlerde kendileriyle tartışmaya girilenlerden söz edildiği sanılmasın diye “Ehl-i kitap’tan bir kısmı” dendiğini belirtir (III, 278). Süleyman Ateş ise sûrenin nüzûlü hakkında bilgi verilirken değinildiği üzere, bu sûrenin birçok âyetinde yahudilerden söz edildiğini kabul ettiği halde, sûrenin Bedir Savaşı’ndan da önce nâzil olduğu kanaatini savunmuş olmanın (II, 6) etkisiyle yer yer farklı görüşler ileri sürmektedir. Nitekim 69-74. âyetleri tefsir ederken, başlangıçta bunların yahudiler hakkında olduğunu belirten rivayet ve yorumları esas alıp, “Bütün bu rivayetler ve âyetlerin bizzat kendileri, yahudilerin, Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu bildiklerini, ancak haset yüzünden İslâma girmediklerini gösterir” (II, 61) dediği halde, daha sonra bu rivayetleri “tutarsız”, “yanılgı” ve “gelişigüzel yakıştırmalar” olarak nitelendirmekte ve kesin bir dille “Biz o kanaatteyiz ki bu sûrede yahudilerin yeri yoktur” demektedir (II, 62).

Yüce Allah’ın, bu haince girişimi haber vermesi, Resûlullah’ın ilâhî vahye mazhar olmuş hak bir peygamber olduğunu apaçık bir biçimde ortaya koymuş bulunuyordu. Dolayısıyla bu, bir taraftan düşmanların bu tür girişimleri için caydırıcı bir rol oynayan, diğer taraftan müminlerin bunlara karşı daha dikkatli ve bilinçli olmaları gerektiğini hatırlatan bir uyarı niteliğindeydi (Râzî, VIII, 95).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 603-605
73

Meal

Sizin dininize uyanlardan başka hiçbir kimseye inanmayın.» (Resûlüm!) De ki: Doğru yol ancak Allah'ın yoludur. Yine (onlar, kendi aralarında şöyle dediler:) «Size verilenin benzerinin başka herhangi bir kimseye verildiğine, yahut Rabbinizin huzurunda onların size karşı deliller getireceklerine de (inanmayın).» De ki: Lütuf ve ihsan Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah'ın rahmeti geniştir ve O her şeyi hakkıyla bilir. 73﴿

Tefsir

Müfessirler “Kendi dininize uyanlardan başka hiç kimseye inanmayın” sözünün yukarıda değinilen şaşırtma planının sahiplerine ait olduğu hususunda fikir birliği içindedirler (İbn Atıyye, I, 454). “De ki” hitabından sonra gelen ilk cümlenin yüce Allah’ın peygamberinden söylemesini istediği söz olduğu ise açıktır. Buna mukabil, “veriliyor diye” şeklinde tercüme edilen “en yü‘tâ” ifadesinin izahında müfessirler oldukça zorlanmıştır. Bu sebeple Râzî bu âyetin Kur’an’daki en müşkil âyetlerden olduğunu kaydeder (VIII, 96). Bunun Allah Teâlâ’nın peygamberinden söylemesini istediği sözünün devamı olarak düşünülmesi halinde, meâlinde olduğu gibi “Birine (Hz. Muhammed) size verilenin benzeri veriliyor diye mi veya rabbinizin huzurunda aleyhinize deliller getirecekler diye mi (böyle davranıyorsunuz)?” şeklinde çevrilmesi uygun olur. Ehl-i kitap’tan komplo hazırlayanların sözünün devamı sayılması halinde ise bu kısmın anlamı şöyle olur: “Size verilenin benzerinin başka herhangi bir kimseye verildiğine, yahut rabbinizin huzurunda onların size karşı deliller getireceklerine de (inanmayın)”. Râzî, bu ifadeyi Ehl-i kitaba ait sözün devamı sayan yorumu değişik açılardan eleştirir ve zayıf bulur (VIII, 96-97).

Bu âyetin meâlinde “lutuf” şeklinde karşılık verilen fadl kelimesi “bol bol iyilik yapma ve yararlı şeylerle donatma” anlamına geldiği gibi, burada “peygamberlik verme”nin kastedildiği görüşü de vardır. Bu görüşün sahipleri, daha sonra gelen “Onu dilediğine verir” cümlesinin ışığında, bu âyet-i kerîmede peygamberlik mertebesine kişisel çaba ve hak edişle değil ancak ilâhî bağışla erişilebileceğine delâlet bulunduğunu belirtirler.

Yine bu âyette geçen vâsi‘, Allah’ın güzel isimlerinden olup “geniş” anlamındadır; genel olarak O’nun sıfatlarının kuşatıcılığını, sınırsızlığını; özellikle ilim, rahmet ve lutfunun genişliğini ifade ettiği şeklinde anlaşılmıştır. Bu sebeple “vallahu vâsiun” cümlesine meâlinde “Allah (zât ve sıfatlarında) sınırsızdır” şeklinde mâna verilmiştir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 605-606
74

Meal

Rahmetini dilediğine ayırır. Allah üstün lütuf sahibidir. 74﴿

Tefsir

Rahmetini dilediğine özgü kılar. Allah büyük lutuf sahibidir.
75

Meal

Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, tepesine dikilip durmazsan onu sana iade etmez. Bu da onların, «Ümmîlere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur» demelerindendir. Allah adına bile bile yalan söylüyorlar. 75﴿

Tefsir

Önceki âyetlerde Ehl-i kitabın müslümanların inanç hayatını sarsmayı hedefleyen, dolayısıyla taraflar arasında diyalog kurulmasına engel teşkil eden davranışlarına değinilmişti. Bu bölümde ise onların beşerî ilişkiler alanındaki bazı olumsuz davranışlarına ve bunları nasıl yanlış bir temele dayandırmaya çalıştıklarına yer verilmektedir.

Âyette Ehl-i kitap arasında emanete riayet hususunda birbirine tamamen zıt iki anlayış ve uygulamanın görüldüğü bildirilirken, önce ahlâkî erdemlere bağlılığını koruyanların davranışına dikkat çekilerek iyilerin davranışı öne çıkarılmaktadır.

Burada genel olarak Ehl-i kitap’tan söz edilmekle beraber, bu âyetle devamındaki âyetler tarihî bilgilerin ve hadîs-i şeriflerin ışığında incelendiğinde, özellikle kutsal kitaplarındaki ifade ve hükümleri çarpıtarak takdim eden yahudilerin kastedildiği anlaşılmaktadır. Bazı yahudi din adamları, yahudilerin kendi dinlerinden olmayanlara karşı yapacakları haksızlıklardan ötürü sorumlu olmayacakları yorumunu yaymışlardı. İşte 75. âyette, bu anlayışın bir uzantısı olarak Ehl-i kitap’tan bir kesimin, kutsal bir kitapları bulunmayan Araplar’a “ümmîler” diyerek onları hafife alıp mallarını haklı bir gerekçe olmaksızın yiyebilecekleri ve bu yüzden de hiçbir veballerinin olmayacağı iddiasında bulunduklarına işaret edilmektedir. Her iki davranış biçiminin hayret anlamı içeren cümle yapısı içinde ifade edilmiş olduğunu belirten İbn Âşûr, bunlardan birincisini “Kendi çevrelerinde emanete hıyaneti meşrû sayan bir anlayış hâkim olmasına rağmen dürüstlükten ayrılmayan insanlar da var!” şeklinde, ikincisini “Allah’ın kitabına tâbi olduklarını iddia ettikleri halde emanete hıyaneti ahlâka uygun sayabilen kişiler de var!” şeklinde açıklar (III, 285).

Bir yoruma göre yahudiler bu sözü mutlak biçimde değil müslüman olan Araplar’ı kastederek söylüyorlardı. Bazı yahudiler Câhiliye döneminde kendileriyle ticaret yaptıkları Araplar’dan bir kısmı İslâmiyet’i kabul edince, bu ifadenin arkasına sığınarak onlara olan borçlarını ödemek istemediler. Râzî, bu yorumu aktardıktan sonra onların anılan tutumu hakkında şöyle bir gerekçe zikreder: Muhtemelen Yahudilik’te bâtıl bir dinden başka bir bâtıl dine geçen mürted sayılıyordu; onların nazarında İslâm da bâtıl olduğundan müslüman Araplar’a mürted gözüyle bakıyorlardı (VIII, 102, “ümmî” kelimesinin anlamı için bk. A‘râf 7/157-158).

Tefsirlerde bu âyetin nüzûl sebebiyle ilgili olarak her iki davranış biçimine örnek teşkil eden olaylar da zikredilir (Taberî, III, 318-319; Nîsâbûrî, III, 230). Bu çerçevedeki rivayetler ve yorumlar ne olursa olsun âyetin şu hususlara dikkat çekip uyarı ve öğütte bulunduğu açıktır: Yüce Allah hiç kimse veya zümreye başkalarının haklarını gasbetme müsaadesi vermemiştir. Bu konuda kendilerinin imtiyaz sahibi olduğunu iddia edenler Allah’a iftira etmiş olurlar. Nitekim bu âyet indiğinde Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Allah’ın düşmanları yalan söylemişler; Câhiliye döneminin (kötü olan) her şeyi ayaklarımın altındadır; emanete gelince, sahibi iyi olsun kötü olsun o yerine verilir” (İbn Mâce, “Menâsik”, 84; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 54; İbn Atıyye, I, 458). Şu halde Ehl-i kitap’tan bir kısım din istismarcılarının başvurduğu bu yöntemin ilâhî dinlerde sağlam bir dayanağının bulunamayacağı asla gözden uzak tutulmamalı, böyle bir anlayışın sosyal barış için ne büyük tehlikelere yol açabileceği üzerinde herkes dikkatle düşünmelidir; hele müslümanlar asla onlara özenerek veya misilleme yaparak birtakım menfaatler uğruna hak gasbına tevessül etmemeli, ahlâkî değerlerin korunmasında titiz davranarak cihana örnek olmalıdırlar. Öte yandan gerek âyetteki tasvirden gerekse anılan hadisten, İslâm’ın insanların eylemleri hakkında topyekün bir yargı ortaya koyma değil, doğruyla yanlışı ayırt etme esasına dayalı bir değerlendirme yapma anlayışını onayladığı sonucu çıkmaktadır.

Meâlinde “yüklerle mal” şeklinde karşılanan kıntâr kelimesi emanet edilen miktarın çokluğunu, “bir dinar” da azlığını belirtmektedir (İbn Atıyye, I, 458).

Âyette geçen “emanet etme” ve “tediye etme” anlamına gelen fiiller, burada genel olarak güven esasına dayalı “borç” ilişkisinin kastedildiğini göstermektedir. Âyette bunun mutlaka aynî (muayyen bir şeyi verme ile ilgili) olduğunu gösteren bir kayıt yoktur. Satım, ödünç, âriyet ve vedîa gibi akidler çerçevesinde kişinin borçlandığı her türlü edimi kapsar (Râzî, VIII, 101). Bu sebeple meâlinde “öder” fiili kullanılmıştır.

Kurtubî bu âyette –bazılarının iddia ettiğinin aksine– Ehl-i kitabın bir kısmının da olsa şahitlik ehliyetini gösteren bir delil bulunmadığını belirtir; bunu desteklemek üzere, müslümanların fâsıklarından da emanete riayet edenler bulunduğunu fakat şahitliklerinin kabul edilmediğini hatırlatır (IV, 18).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 607-609
76

Meal

Hayır! (Gerçek onların dediği değil.) Her kim sözünü yerine getirir ve kötülükten sakınırsa, bilsin ki Allah sakınanları sever. 76﴿

Tefsir

Bu âyetin “… her kim ahdine vefa gösterirse…” şeklinde çevrilen kısma, sonraki âyetle bağ kurularak “her kim Allah’a verdiği sözü yerine getirirse” şeklinde mâna vermek de mümkündür.

Nîsâbûrî, âyetin sonunda “Allah o sakınanları sever” denmekle yetinilmesini şöyle açıklar: Vefa ve takvâ bütün erdemlerin temelidir. Her müttaki ahde vefalıdır, fakat aksi daima geçerli değildir. Bu sebeple takvâ sahiplerinin Allah’ın sevgisine mazhar olacaklarına değinilmekle yetinilmiştir (Nîsâbûrî, III, 232; “ahid” ve “Allah’a verilen söz”ün anlamları ve önemi hakkında bk. Bakara 2/27, 40; “takvâ” hakkında bk. Bakara 2/197; A‘râf 7/26; “yemin” hakkında bk. Bakara 2/224, 225; Mâide 5/89).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 609
77

Meal

Allah'a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle değiştirenlere gelince, işte bunların ahirette bir payı yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azap vardır. 77﴿

Tefsir

Râzî âyetin yahudiler hakkında olduğunda tereddüt bulunmadığı kanaatindedir. Zira ona göre yahudiler hakkında olduğunda şüphe bulunmayan 78. âyet bu âyete atfedilmiştir (VIII, 106-107).

Tefsir ve hadis kaynaklarında bu âyetin nüzûl sebebi açıklanırken, Ehl-i kitap’tan bazılarının, yeminin kutsallığını hiçe sayarak menfaat elde etmeye çalıştıklarını ortaya koyan olaylara yer verilir (meselâ bk. İbn Atıyye, I, 459-460). Bu olaylar âyetin anlaşılmasında canlı birer örnek teşkil etmekle beraber, esasen burada âhiret inancına sahip olan herkese, Allah’ı kendi sözüne kalkan yaparak hak gasbetmeye çalışmanın ağır sonuçları üzerinde düşünme çağrısı yapılmaktadır. Bu âyette Allah’a verilen sözü ve O’nun yüce adı ortaya konarak yapılan beyanları dünyevî çıkarlar uğruna satma eylemi hakkında yer alan ifadeler dikkatle incelenirse, bunun haram kılınan diğer birçok fiile göre çok daha vahim sonuçları olduğu anlaşılır. Gerçekten, insanoğlu nefsinin tutkularına esir düşerek günah ve cezayı mûcip olduğunu bildiği halde bazı yasak eylemlerden uzak duramasa bile, bu âyetteki ikaza rağmen, âhiret hayatının varlığına inanan hiçbir akıl ve iz’an sahibi geçici bazı dünyevî çıkar ve hazlar uğruna ebedî âhiret nimetlerinden yoksun kalmayı, üstelik Allah’ın kendilerini muhatap kabul etmeyip yüzüne bile bakmayacağı kimselerden olmayı, dolayısıyla O’nun engin af ve mağfiretinin kapılarını kendi eliyle kendi suratına kapatmayı, sonunda da elem verici bir azaba çarptırılmayı göze alma anlamına gelen bu çirkin yola tevessül etmez.

Allah’ın bu kimselerle konuşmaması ve onlara bakmamasından maksat, onların Allah Teâlâ nezdinde hiçbir değerlerinin ve itibarlarının olmaması, O’nun gazabına müstahak olmaları; Allah’ın onları temize çıkarmaması (“tezkiye” etmemesi), onları bağışlamaması ve günahlardan arındırmaması ya da sâlih kullarına lâyık gördüğü övgüden onları yoksun bırakmasıdır ki bunlar kulluk bilincine sahip kişi için gerçekten çok vahim sonuçlardır (İbn Atıyye, I, 460; Zemahşerî, I, 197).

Kurtubî bu âyetten, –bazı hadislerde de açıkça belirtildiği üzere– lehine hüküm verilen kişinin gerçeği bilmesi halinde, hâkimin objektif delillere binaen verdiği kararın haksız kazancı helâl hale getirmeyeceği hükmünün çıktığını belirtir (IV, 120).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 609-610