Kur'an ,Meal ve Tefsir Okuma Alanı. Seslendirmek istediğiniz ayetin üzerine çift tıklayınız.
Âl-i İmrân Suresi
65
4 . Cüz
116

Meal

İnkar edenlerin ne malları ne evlatları, onlara Allah'a karşı bir yarar sağlar. İşte onlar cehennemliktirler. Onlar orada ebedi kalacaklardır. 116﴿

Tefsir

Müfessirler bu âyette kastedilen inkârcıların, “Ehl-i kitap’tan olup da Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e iman etmeyenler” olduğunu söylemişlerse de âyetleri tahsis edecek bir delil bulunmadığı takdirde genel anlamlarıyla değerlendirmek daha uygundur. Buna göre burada, mal ve evlâtlarının çokluğu sebebiyle şımarmış olan dolayısıyla kendilerine azap edilmeyeceğini iddia eden (bk. Sebe’ 34/35), asıl iman edilmesi gerekenleri inkâr ederek dinden uzaklaşan herkes uyarılmakta; mal ve evlât çokluğu gibi maddî ve geçici güçlerin insanları Allah’a yaklaştırıcı ve onun katında değerli kılıcı sebepler olmadığı, bu tür zenginliklerin Allah’tan gelecek olan cezaları önleyemeyeceği bildirilmektedir.

Bununla birlikte âyet öncekilerin devamı olarak değerlendirildiği takdirde, burada inkâr edenlerden maksadın “Allah’a ve âhirete şeksiz ve şirksiz iman etmeyen Ehl-i kitap” olduğunu söylemek de mümkündür.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 656
117

Meal

Onların bu dünya hayatında harcadıkları malların durumu, kendilerine zulmeden bir topluluğun ekinlerini vurup mahveden kavurucu ve soğuk bir rüzgarın durumu gibidir. Allah onlara zulmetmedi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlar. 117﴿

Tefsir

“Kavurucu” diye tercüme ettiğimiz “sırr” kelimesi “şiddetli soğuk, sıcak zehir ve alevli ateş” anlamlarına gelmektedir. Âyette sahip oldukları nimetlerden dolayı şımaran ve Allah’a isyan eden kâfirlerin gösteriş yapmak, insanlar tarafından övülmek veya müslümanları mağlûp etmek için harcadıkları mallar, zalim bir topluluğun dondurucu rüzgârın kasıp kavurarak faydasız hale getirdiği ekinine benzetilmiştir. Müfessirler bu benzetmeyi farklı biçimlerde açıklamışlardır:

a) Kâfirlerin gösteriş yapmak ve övülmek için harcadıkları malların durumu, dondurucu bir kasırganın kasıp kavurduğu ve kupkuru sap haline getirdiği ekinin durumuna benzetilmiştir. Bu ekinden bir fayda sağlanamadığı gibi inkârcıların yaptıkları harcamalardan da herhangi bir fayda sağlanamaz (Şevkânî, I, 416-417).

b) İnkârcıların dünya hayatında insanlar tarafından övülmek ve şöhret kazanmak için yaptıkları harcamaların iyi amellerini yok etmesi, dondurucu kasırganın henüz yeşermekte olan ekini kasıp kavurarak yok etmesine benzer. Onların harcadıkları bu mallar, kendilerine bir iyilik getirmek şöyle dursun, aksine diğer iyi amellerini de yok eder ve âhiret hayatlarının mahvına sebep olur (Şevkânî, I, 416-417). Bu olay, gıda maddelerine karışan zehirin onları zehirleyip zararlı hale getirmesi gibidir.

c) Bu misalde ekin insan hayatını sembolize etmektedir. Çünkü insan hayatta iyi ve kötü işler yapar, âhirette de bunların karşılığını alır, yani dünyada ne ekerse âhirette onu biçer. Buna göre yüce Allah bu misalle şöyle bir ders vermektedir: Hava ekinlerin yetişmesi için yararlıdır. Ancak aşırı sıcak veya soğuk hava zararlı da olabilir hatta ekinleri yok edebilir. Bunun gibi sadaka verip yardım etmek de âhiretteki sevabın çoğalmasına yardımcı olabilir. Fakat bu sadaka inkârla zehirlenmişse o sevabı mahvedebilir de. Allah insanın ve onun etkinlikte bulunduğu alanların mutlak hâkimi olduğu gibi, sahip olduğu servetin de gerçek sahibidir. Eğer Allah’ın kulu, O’nun iradesinin üstünlüğünü kabul etmez veya O’nun nimetlerini kullanırken, O’nun kanunlarını çiğnerse suçlu duruma düşer, hatta bu harcamalarından dolayı cezalandırılır (Mevdûdî, I, 253).

Hakkın inkâr edilmesi ve kabul edeceklerin engellenmesi için yapılan harcamalar, bunu yapanların güzel vasıflarını da yok etmiştir. Bu harcamalarının karşılığı olarak âhirette hiçbir şey alamayacakları gibi dünyada da ziyana uğramışlardır. Nitekim bu sûrenin 22. âyetiyle Bakara sûresinin 217. âyetinde kâfirlerin amellerinin dünyada da âhirette de ziyan olduğu bildirilmektedir. Râzî, konumuz olan âyetle ilgili çeşitli yorumları verdikten sonra şöyle der: “Biz bu âyeti kâfirlerin âhiretteki kayıplarıyla yorumladık ama, aynı zamanda onların dünyadaki kayıplarıyla yorumlamak da uzak bir ihtimal değildir (VIII, 195). Âyeti şöyle anlamak da mümkündür: Dünya hayatını devam ettirebilmek için yaptıkları harcamalar boşa gitmiştir. Çünkü bu değerli ömür sermayesiyle ebedî saadeti kazanamamışlardır.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 656-657
118-120

Meal

Ey iman edenler! Sizden olmayanlardan hiçbir sırdaş edinmeyin. Onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar. Hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların kinleri konuşmalarından apaçık ortaya çıkmıştır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz size âyetleri açıkladık. 118﴿ İşte siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz, onlar ise, bütün kitaplara iman ettiğiniz halde sizi sevmezler. Onlar sizinle karşılaştıkları zaman "inandık" derler. Ama kendi başlarına kaldıklarında, size karşı kinlerinden dolayı parmaklarını ısırırlar. De ki: "Öfkenizden ölün!" Şüphesiz Allah, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) bilir. 119﴿ Size bir iyilik dokunursa, bu onları üzer. Başınıza bir kötülük gelse, ona sevinirler. Eğer siz sabırlı olur, Allah'a karşı gelmekten sakınırsanız onların hileleri size hiçbir zarar vermez. Çünkü Allah onların işlediklerini kuşatmıştır. 120﴿

Tefsir

İslâm’dan önce Medine’de Araplar’la yahudiler arasında dostluk anlaşmaları vardı. Müminler İslâm’dan sonra da yahudilerle bu dostluğu devam ettirmek istediler. Fakat yahudiler ve münafıklar görünüşte dost gibi davransalar da her fırsatta müminlerin aleyhine çaba harcıyorlar, özellikle Hz. Peygamber’in askerî planları hakkında müslüman dostlarından edindikleri bilgileri müşriklere ulaştırıyorlardı. Bu sebeple yüce Allah kâfirlerle münafıklara karşı müminleri uyararak onlardan sırlarını söyleyecek kadar samimi dostlar edinmemelerini, onlara karşı ihtiyatlı davranmalarını, gerçekte düşman oldukları halde dost görünenlere sırlarını açmamalarını emretti (Şevkânî, I, 418).

Kur’an-ı Kerîm, birçok âyette müminlerin birbirlerinin dostu ve kardeşi olduklarını (Hucurât 49/10), bunların dışındakilerin, ister dinsiz isterse yahudiler ve hıristiyanlar gibi Ehl-i kitap olsun, müslümanların hayatî önem taşıyan sırlarını öğrenecek derecede dostları olamayacaklarını ifade buyurmuştur (Nisâ 4/144; Mâide 5/51). Çünkü genellikle onlar birbirlerinin dostu, müminlerin düşmanıdırlar. Kur’an’ın bu emrinde yadırganacak bir durum yoktur. Nitekim âyetin akışında her iki tarafın birbirlerine karşı takındıkları psikolojik ve toplumsal tutum ve davranışları anlatılarak müslüman olmayanları sırdaş edinmeme buyruğunun gerekçeleri açıklanmıştır: a) Müslümanlardan olmayanların sürekli olarak müminler aleyhinde çalışmaları, onlara zarar vermeleri ve içlerinde fesat çıkarmaya gayret etmeleri; b) müminlerin sıkıntıya düşmelerinden memnun olmaları; c) müminlerin aleyhinde sürekli olarak propaganda yapmaları ve onlara karşı içlerinde kin beslemeleri; d) inançları gereği müminler, herkesin –bu arada kâfirlerin ve münafıkların dahi– iyiliğini istedikleri, onların hukukunu gözettikleri ve onlara sevgiyle yaklaştıkları halde onların müminleri sevmemeleri ve haklarında iyi davranmamaları; e) müminler ilâhî kitapların tamamına inandıkları ve bu kitapların mensuplarına saygılı davrandıkları halde kâfirlerin Kur’an’a inanmamaları, münafıkların da müslümanlara karşı ikiyüzlü davranmaları, görünüşte müslüman olduklarını söyleyip gerçekte inanmamış olmaları ve inananlara karşı kin gütmeleri; f) kâfirlerin ve münafıkların, müminlerin birlik ve beraberliklerine, başarılarına, zaferlerine ve refahlarına üzülmeleri; başarısızlıklarına, yenilgi, hastalık ve benzeri sıkıntılarına sevinmeleri.

119. âyetin ilk cümlesi bazı müfessirlerce şöyle de yorumlanmıştır: Siz onları seversiniz, yani onların müslüman olmalarını istersiniz. Çünkü İslâm her şeyden hayırlıdır. Oysa onlar sizi sevmezler, yani sizin kâfir olmanızı isterler, kâfir olmak ise her şeyden kötüdür (Âlûsî, IV, 39). “Yalnız kaldıklarında ise size karşı öfkelerinden parmaklarını ısırıyorlar” cümlesi münafıkların müminlere karşı besledikleri kin ve nefretin şiddetini ifade eder. Bu sebeple onların görünüşte “inandık” demelerine ve sahte dostluk göstermelerine aldanmamak gerekir.

Şüphesiz ki mümin olmayanları sırdaş edinme yasağı, onlarla iyi geçinmemek anlamına gelmez. Toplum ve devletin emniyet ve selâmeti bakımından devlet sırlarını onlara verecek derecede kendileriyle samimi olmak veya devletin sırlarını ya da menfaatlerini alâkadar eden önemli görevleri onlara teslim etmek sakıncalı olmakla birlikte, onlarla beşerî münasebetlerin iyi yürütülmesinde bir sakınca yoktur. Kur’an müslümanlara karşı düşmanca tavır almayan gayri müslimlerle beşerî ilişkilerin iyi yürütülmesini, gerektiğinde onlara iyilik edilmesini, haklarında adaletli davranılmasını tavsiye etmekte ve böyle yapanları yüce Allah’ın sevdiğini bildirmektedir (Mümtehine 60/8). Samimi dost edinilmeleri yasaklananlar ancak İslâm’a ve müslümanlara karşı düşmanca tavır alanlar, onlarla savaşmak ve onları yurtlarından çıkarmak için birbirlerine destek verenlerdir. Bu tür gayri müslimlerle dostluk bağları kuranları yüce Allah zalimler olarak nitelemiştir (bk. Mümtehine 60/9).

İslâm, dinin temel ilke ve amaçlarına ters düşmeyecek ölçüler içinde gayri müslimlerle ilim, teknik ve sanat alışverişinde bulunmayı yasaklamaz. Çünkü ilmin vatanı ve milliyeti yoktur. Hadiste de buyurulduğu gibi (Tirmizî, “İlim”, 19) yararlı bilgi ve fikir müslümanın yitiğidir, onu nerede bulursa alır. Bu konularda müslümanlar din ayırımı yapmaksızın herkesten istifade edebilirler ve kendi birikimlerinden başkalarını yararlandırırlar. Nitekim tarihte de böyle yapmışlardır (gayri müslimlerin dost edinilmemesi hususunda bilgi için ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/28).

120. âyette, kâfirlerin ve münafıkların müslümanların en küçük başarılarına, birlik, beraberlik ve refahlarına tahammül edemedikleri; müminlerin başına gelecek kötülük ve sıkıntılara sevindikleri bildirilmiş; onların bu menfi tutumlarına rağmen müslümanlara sabırlı olmaları, onlarla samimi dost olmaktan kaçınmaları, ancak onların hukukunu çiğnemekten de sakınmaları tavsiye edilmiştir. Zira bu davranış düşmanlıkların ortadan kalkmasına, dostlukların gelişmesine sebep olur. Nitekim Fussılet sûresinin 34. âyetinde, “Sen (kötülüğü) en güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş!” buyurulmuştur. Âyette, bu tedbirler alındığı takdirde onların tuzaklarının müminlere hiçbir zarar vermeyeceğine dikkat çekilmiştir. Allah’ın onların yaptıklarını hem bilgisiyle hem de kudretiyle kuşatmış olduğunun belirtilmesi, onların, Allah’ın bilgisi dışında ve izni olmadan hiçbir şey yapamayacaklarını ifade eder.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 659-661
121-122

Meal

Hani sen mü'minleri (Uhud'da) savaş mevzilerine yerleştirmek için, sabah erken ailenden (evinden) ayrılmıştın. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. 121﴿

Tefsir

121, 122 nolu ayetlerin tefsiri bir sonraki sayfada verilmiştir.
Âl-i İmrân Suresi
66
4 . Cüz
122

Meal

Hani sizden iki takım (paniğe kapılarak) çözülmeye yüz tutmuştu. Halbuki Allah onların yardımcısı idi. Mü'minler, yalnız Allah'a tevekkül etsinler. 122﴿

Tefsir

Bu âyetler, Uhud Savaşı’yla ilgili olup 120. âyette yer alan sabretme ve disiplinli davranma tavsiyelerine uyulmadığı takdirde neler olabileceğini müslümanlara göstermek ve bundan ders almalarını sağlamak için savaş günlerinde cereyan eden bazı önemli olayları hatırlatmaktadır. Uhud, Medine’nin yaklaşık 7,5 km. kuzeyindeki meşhur dağın ismi olup savaş bu dağın eteklerinde meydana geldiği için bu adı almıştır. Uhud Savaşı, hicretin 3. yılında (625) ve Bedir Savaşı’ndan yaklaşık on beş ay sonra şevval ayının ortalarında cumartesi günü meydana gelmiştir. Kureyşliler Bedir Savaşı’ndaki (624) yenilginin ve kaybettikleri yakınlarının intikamını almak maksadıyla Ebû Süfyân’ın kumandasında, çeşitli Arap kabilelerinden oluşan 3000 kişilik bir orduyla Medine üzerine yürüyerek şehrin kuzeyindeki Uhud dağı yakınlarında bir yerde mevzilendiler. Durumu haber alan Hz. Peygamber arkadaşlarını toplayıp şehrin içinde kalarak savunma savaşı veya dışarı çıkarak meydan muharebesi yapma konusunda onlarla istişare etti. Hz. Peygamber ve tecrübeli sahâbîler Medine içinde kalıp savunma savaşı yapma taraftarıydılar. Münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl de aynı kanaatte idi. Bu görüşü benimseyenler, Medine’nin tabii durumunun savunmaya elverişli olduğunu, şehir içerisinde düşmanı kuşatmanın daha kolay olacağını ve böyle bir savaşta kadın ve çocukların da yardım edebileceklerini söyleyerek tezlerini savundular. Fakat özellikle Bedir Savaşı’na katılmamış olan genç sahâbîler düşmanı Medine dışında karşılamak ve meydan savaşı yapmak istediler. Bunların ısrarlı istekleri üzerine Hz. Peygamber şehrin dışına çıkmaya karar verdi, 1000 kişilik bir ordu hazırladı, zırhını giyerek ordusunun başına geçti. Durumun ciddiyetini sonradan kavramış olan gençler Hz. Peygamber’in ictihadına aykırı bir görüşte ısrar edip onu istemediği bir işe razı ettikleri için pişman oldular, bu durumu Hz. Peygamber’e arzettilerse de Resûlullah, “Bir peygamber zırhını giydikten sonra, Allah (onunla düşmanı arasında) hükmünü verinceye kadar savaşmadan onu çıkarması doğru değildir” buyurdu (Buhârî, “İ‘tisâm”, 28; Müsned, III, 351). Hz. Peygamber ordusuyla düşmanı karşılamak üzere Medine dışına çıktı, Şavt denilen yere geldiklerinde münafıkların reisi Abdullah b. Übey “Muhammed bizi dinlemedi, çoluk çocuğu dinledi, bizim görüşümüz bu değildi” diyerek 300 kişilik taraftarıyla birlikte ordu saflarından çekildi. Bu durum müslümanlar üzerinde olumsuz etkisini gösterdi, karışıklıklara sebep oldu. Nerede ise Harîseoğulları ile Selemeoğulları da bunların etkisinde kalıp ordu saflarını terkedeceklerdi. Ancak Allah’ın yardımı ve sahâbenin kararlılığı sayesinde bu düşünceden vazgeçtiler (122. âyette bozulup çekilmeye yüz tuttuğu bildirilen iki bölük bunlardır). Hz. Peygamber kalan 700 kişi ile yoluna devam etti. Uhud’a vardığında dağı arkalarına, düşmanı karşılarına alacak şekilde ordusunu düzenledi. Ancak burada düşmanın sızabileceği bir geçit daha vardı, oraya da Abdullah b. Cübeyr komutasında elli kişilik bir okçu birliğini yerleştirdi ve onlara şu tâlimatı verdi: “Oklarınızla bizi savunun, sakın arkamızdan gelmelerine izin vermeyiniz, yensek de yenilsek de hiçbir şekilde yerinizden ayrılmayınız, kuşların etlerimizi gagaladığını görseniz bile sakın yerinizi terketmeyiniz!” (Buhârî, “Cihâd”, 164; İbn Kesîr, II, 91). Müslümanlar, gerek savaşçı sayısı gerekse silâh gücü bakımından kendilerinden kat kat üstün olan düşman ordusuyla savaşa tutuştular. Başlangıçta İslâm ordusu üstün duruma geçti ve düşmanı bozguna uğrattı. Ancak bu başarıyı kesin zafere ulaşıncaya kadar devam ettirmeleri gerekirken askerler savaş sonuçlanmadan ganimet toplamaya başladılar. Hz. Peygamber’in geçidi korumakla görevlendirdiği okçular da arkadaşlarının kaçan düşmanın bıraktığı ganimeti topladıklarını görünce, kumandanları Abdullah b. Cübeyr’in ısrarlı uyarılarına ve Hz. Peygamber’in kesin emrini hatırlatmasına rağmen, ganimet toplayanlara katılmak üzere yerlerini terkettiler. Kumandanın yanında sadece birkaç kişi kalmıştı. Böyle bir fırsatı yakalamak için pusuda bekleyen düşman süvarilerinin kumandanı Hâlid b. Velîd, derhal harekete geçip dağın çevresini dolaşarak bu geçitten saldırıya başladı, kendisine karşı geçidi savunmakta olan Abdullah b. Cübeyr’i yanındaki birkaç okçu ile birlikte kılıçtan geçirerek İslâm ordusuna arkadan saldırdı. İki kuvvet arasında kalan İslâm ordusu şaşırıp neye uğradığını bilemedi, müminler Hz. Peygamber’in çevresinden dağılıp kaçmaya başladılar. Bu arada dağılmış olan Mekke ordusu toparlandı ve geri dönerek saldırıya geçti. Hz. Peygamber’in yanında düşmana karşı cesaretle savaşan çok az müslüman kalmıştı. Bu durum savaşın müslümanların aleyhine dönmesine sebep oldu. Hz. Peygamber’in yanındaki müslümanlar, onun hayatını korumak için her şeyi göze alıp ölüm kalım savaşı vermelerine rağmen Hz. Peygamber alnından ve yanağından yaralanmış, daha önce düşman tarafından kazılmış olan bir çukura düşmüş, bu arada dişi de kırılmıştı. Resûlullah yüzünden akan kanları silmeye çalışırken şöyle diyordu: “Peygamberlerini yaralayan bir kavim nasıl iflâh olur?” (Buhârî, “Megåzî”, 21; Müslim, “Cihâd”, 104). Bununla beraber o, düşmanlarını lânetlemiyor, aksine onların hidayete ermeleri için dua ediyordu. Tam bu esnada Resûlullah’ın şehit olduğu söylentisi yayılmaya başladı. Sahâbe bu söylentiden o derece etkilendi ki Hz. Peygamber’i kahramanca savunanlar bile cesaretlerini yitirdiler ve onun yanında sadece birkaç fedakâr müslüman kaldı. Sahâbeden biri Hz. Peygamber’in sağ olduğunu görünce “İşte Allah’ın resulü burada!” diye bağırmaya başladı. Hz. Peygamber’in yaşamakta olduğunu haber alan müslümanlar tekrar onun etrafında toplandılar ve dağın emin bir yerine çekildiler. Ebû Süfyân kumandasındaki Kureyş ordusu Hz. Peygamber’in öldürüldüğü haberine aldanıp işin bittiğini zannettiği için bu fırsatı değerlendirerek müslümanları takip etmeyi düşünememişti. Düşmanın bu durumunu farketmiş olan Hz. Peygamber bunu, düşmanın kendisinden uzaklaştırılması için Allah Teâlâ tarafından verilmiş bir fırsat olarak değerlendirmiş ve kendisinin sağ olduğunu müslümanlara duyurmak isteyen Kâ‘b b. Mâlik’i susturmuş, böylece düşmanın yeni bir saldırıya geçmesini önlemişti. Gerçekten müslümanlar perişan bir şekilde dağılmışlar, Kureyşliler’in önlerine çıkacak hiçbir engel kalmamıştı; kazandıkları zaferi sonuna kadar götürebilirlerdi. Fakat Allah peygamberini ve müslümanları korumuştu (Uhud Savaşı hakkında bilgi için bk. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, III, 64 vd.; İbn Kesîr, II, 90-91).
123

Meal

Andolsun, siz son derece güçsüz iken Allah size Bedir'de yardım etmişti. O halde Allah'a karşı gelmekten sakının ki şükretmiş olasınız. 123﴿

Tefsir

Bedir, Medine’nin 160 km. kadar güneybatısında, Kızıldeniz sahiline 30 km. uzaklıkta, Medine-Mekke ticaret yolunun Suriye kervan yoluyla birleştiği yerde bulunan küçük bir kasaba idi. Müslümanlar hicretin 2. yılının (624) Ramazan ayında burada Mekkeli müşriklerle yaptıkları ilk savaşta yüce Allah’ın yardımıyla kendilerinden sayıca çok daha fazla, silâh bakımından daha üstün olan düşmanlarını yenmişlerdi. İşte bu âyette Allah’ın yardımıyla kazanılan o zafer hatırlatılarak müslümanların Allah’a şükretmeleri, O’nun emrinden çıkmamaları, savaşta korkaklık ve zaaf göstermemeleri gerektiğine işaret edilmiştir (Bedir Savaşı hakkında bilgi için bk. Enfâl 8/5-19).

124-125

Meal

Hani sen mü'minlere, "Rabbinizin, indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi size yetmez mi?" diyordun. 124﴿ Evet, sabrettiğiniz ve Allah'a karşı gelmekten sakındığınız takdirde; onlar ansızın üzerinize gelseler bile Rabbiniz nişanlı beş bin melekle size yardım eder. 125﴿

Tefsir

Rivayete göre müslümanlar Bedir Savaşı’nda Kürz b. Câbir el-Muhâribî adında bir Arap liderinin, yanındaki savaşçılarla birlikte müşriklere yardıma geleceğini haber alınca kaygılanmışlar; bunun üzerine Hz. Peygamber aldığı vahye dayanarak bu âyetlerde belirtildiği şekilde müslümanlara müjde vermiş ve onların morallerini yükseltmiştir. Müşriklerin yenilgiye uğradıklarını haber alan Kürz ise yardıma gelmekten vazgeçmiştir (İbn Kesîr, II, 93).

Yüce Allah Bedir Savaşı’nda müslümanlara yardım etmek üzere önce bin melek göndermiş (bk. Enfâl 8/9), daha sonra bu Kürz haberi üzerine müslümanların morallerini takviye etmek amacıyla 3000 melek daha göndererek müşriklerin yenilgiye uğramalarını hızlandırmıştır. Ayrıca Kürz hemen yardıma gelecek olursa müminlerin sabretmeleri ve Allah’ın emrine aykırı davranmaktan sakınmaları şartıyla özel işaretli ve eğitimli 5000 melekle desteklenecekleri de müminlere haber verilmiştir. Kürz müşriklere yardıma gelmekten vazgeçtiği için bu melekler de gelmemişlerdir (Elmalılı, II, 1171).

Bedir Savaşı’nda müminlerin meleklerle desteklenmesi konusuna Enfâl sûresinin 9 ve 12. âyetlerinde de açık biçimde değinilmiş ve bazı sahâbîler meleklerin bizzat kâfirlerle savaştıklarını ve onları öldürdüklerini ifade etmişlerdir (bk. Müslim, “Cihâd”, 58; İbn Atıyye, I, 503). Melekler gayb âlemine ait varlıklardır, onların savaşa katılmaları da mûcizedir. Gayb âlemi fizik ötesini, mucize de olağanüstülüğü ifade ettiği için, meleklerin gelmesini “moral gücü” olarak te’vil edip aklîleştirmek doğru değildir (melekler hakkında bilgi için bk. Bakara 2/30)

Hz. Peygamber Uhud’da arkadaşlarını savaş düzenine sokarken onlara Bedir Savaşı’ndaki bu durumu hatırlatarak morallerini yüksek tutmaya çalışıyor ve Allah’ın, Bedir’de nasıl meleklerle müminlere destek verdiyse burada da sabır ve sebat ettikleri takdirde yine kendilerine meleklerle yardım edeceğini haber veriyordu.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 666-667
126-127

Meal

Allah, bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Yardım ve zafer ancak mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi Allah katındadır. 126﴿ Bir de Allah bunu, inkar edenlerden bir kısmını helak etsin veya perişan etsin de umutsuz olarak dönüp gitsinler diye yaptı. 127﴿

Tefsir

Yüce Allah bu melekleri sırf müminler için bir zafer işareti olsun ve kalpleri yatışıp moralleri yükselsin diye göndermiştir. Yoksa zafer O’nun kendi elindedir. O dilediği takdirde melek göndermeden de düşmanın kalbine korku salar ve müminlere zafer kazandırırdı. Nitekim “Zafer, yalnızca güçlü ve hikmet sahibi Allah katından gelir” ifadesi bunu vurgulamaktadır. Ama O’nun hikmeti melek göndererek yardım etmeyi gerektirdiği için böyle yapmıştır. 127. âyette “bir kısmı” diye tercüme edilen taraf kelimesi “eşraf, liderler ve kumandanlar” anlamlarına gelmektedir. Yüce Allah kâfirlerin ileri gelenlerinden bir grubun kökünü kesmek, bir grubu da perişan etmek suretiyle hüsrana uğratmak için bu yardımı yapmıştır. Nitekim burada söz konusu edilen Bedir Savaşı’nda başta Ebû Cehil olmak üzere müşriklerin ileri gelenlerinden birçoğu öldürülmüş veya esir edilmiştir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 667
128-129

Meal

Bu işte senin yapacağın bir şey yoktur. Allah, ya tövbelerini kabul edip onları affeder, ya da zalim olduklarından dolayı onlara azap eder. 128﴿ Göklerdeki her şey ve yerdeki her şey Allah'ındır. O dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. 129﴿

Tefsir

Buhârî’nin rivayetine göre Hz. Peygamber savaşta yaralanınca “Peygamber’ini yaralayan kavim nasıl felâh bulur?” buyurmuş, bunun üzerine 128. âyet inmiştir (“Megāzî”, 21).

Bu âyetlerle kâfirler hakkında dünyada ve âhirette verilecek hükümde Hz. Peygamber’in herhangi bir müdahalesinin söz konusu olmadığı, hükmün tamamen Allah’a mahsus olduğu hatırlatılmaktadır. Nitekim bazı âyetlerde Hz. Peygamber’in görevinin sadece tebliğ etmek olduğu bildirilmiş, hidayetin tamamen Allah’ın iradesine bağlı bulunduğu vurgulanmıştır (bk. Bakara 2/272; Ra‘d 13/40; Kasas 28/56). Bir başka anlatımla, yüce Allah burada Resûl-i Ekrem’e hitaben şöyle buyurmaktadır: Ey Resulüm! Onları helâk veya tövbelerini kabul etmek yahut kâfir olarak öldürüp âhirette cezalarını vermek senin isteğine değil, bizim hikmetimize ve irademize bağlı bir şeydir. Hikmetimiz neyi gerektirirse onu yaparız. Senin bu işte herhangi bir müdahalen söz konusu değildir. Çünkü göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Müşrikler de bu egemenlik alanının dışında değildir. Allah onlardan dilediğini affeder, dilediğini de hak ettikleri ve iradelerini kötüye kullandıkları için cezalandırır. Şüphesiz O’nun bağışlaması çok olduğu gibi azabı da şiddetlidir.

İbn Âşûr’un belirttiği üzere Hz. Peygamber Bedir Savaşı’nda meleklerin müşrikleri yok etmek için indiğini görünce onların hepsinin helâk edileceğini düşünmüş, bunun üzerine yüce Allah onların tamamının kökünü kesmeyi murat etmediğini, bilâkis onlar hakkında farklı takdirlerde bulunduğunu bildirmiş olabilir. Nitekim irade ve tercihlerini olumlu veya olumsuz yönde kullanmalarına bağlı olarak müşriklerden bir grubu helâk ederken, bir grubu kedere boğup bu halde geri çevirmiş, başka bir grubun ise sonra iman edip müslümanların saflarında yer almalarını takdir buyurmuş, nihayet bir grubu da kâfir olarak öldürüp hesabını âhirete bırakmıştır (IV, 80). Bu âyette ayrıca Uhud Savaşı’nda da müşriklerin çoğunun helâk edilmeyeceğine, bunların ileride İslâm’ı kabul edip müslümanların saflarında yer alacaklarına işaret vardır.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 667-668
130-132

Meal

Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak faiz yemeyin. Allah'a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz. 130﴿ Kafirler için hazırlanmış ateşten sakının. 131﴿ Allah'a ve Peygambere itaat edin ki size merhamet edilsin. 132﴿

Tefsir

Yüce Allah’ın, bir taraftan müslümanların Uhud Savaşı’ndaki durumlarını diğer taraftan da Bedir Savaşı’nda melekleri göndererek müslümanlara yardım ettiğini ve bu yardımın sebeplerini hatırlatırken Türkçe’de “tefecilik” deyimiyle de ifade edilen “kat kat faiz yeme” yasağına geçilmesinde bir hikmet olmalıdır. Uhud’daki yenilginin en önemli sebebi, bir kısım müslümanların servet gailesine düşmeleri olmuş ve ganimet toplama hırsları, kazanmak üzere oldukları zaferi yenilgiye çevirmiştir. İşte hikmet sahibi Allah’ın, burada faizcilik ve tefeciliği yasaklamasını bu sebebe bağlı olarak açıklamak uygun olur. Çünkü tefecilik yapanların, hak edilmemiş kârlarını arttırmaktan başka bir şey düşünmeyecek kadar kazanma hırsına kendilerini kaptırdıkları, kamu yararını ve dar gelirlilerin halini düşünmedikleri yaşanan bir gerçektir. Bu durum, haksız kazanç ve servete düşkünlüklerini daha da arttırmaktadır.

Sözlükte ribâ “herhangi bir şeydeki artış ve fazlalık” anlamına gelir. Terim olarak ribâ borç verilen bir parayı belli bir süre sonunda belirli bir fazlalıkla geri almanın veya herhangi bir borç ilişkisiyle doğan ve süresinde ödenmeyen bir alacak için ek vade tanıyıp vade sonunda bu alacağı fazlalıkla tahsil etmenin yahut bu şekilde alınan fazlalığın adıdır. Türkçe’de daha çok faiz kelimesi yaygınlık kazanmış olup genelde ribâ ile eş anlamlı olarak kullanılır. Bu türden şart ve uygulamaları içeren işlemlere de faizli işlemler denir.

Ribâ (faiz) hakkında Bakara sûresinin 275-281. âyetlerinde geniş bilgi verilmiştir. Aşağıda bu âyetin faiz yasağının hangi aşamasında geldiği ve kapsamı hakkında kısa bir açıklama yapılacaktır.

Kur’an’da ribâ yasağı dört aşamada gerçekleştirilmiştir. Mekke döneminde inen konuya ilişkin ilk âyette, faizin Allah katında bereketsiz bir kazanç olduğu, malı arttırmayıp tersine bereketi giderdiği bildirilmiş; buna karşılık Allah rızâsı için verilen zekâtın malı arttıracağı vurgulanmıştır (Rûm 30/39). Bu ilk aşamada faiz açıkça yasaklanmamakla birlikte Allah katında çirkin görüldüğüne ve bereketsizliğine değinilerek kötülenmiş, Câhiliye döneminde bile çirkin bir kazanç olarak telakki edilen faizin kaldırılması için psikolojik bir zemin hazırlanmıştır.

İkinci aşamada, Medine döneminde inen Nisâ sûresinin 160-161. âyetlerinde, faizin yahudilere haram kılınmış olmasına rağmen onların bunu helâl sayarak alıp vermeye devam etmeleri yüzünden birçok cezaya çarptırıldıkları haber verilmiş, yine dolaylı bir şekilde faiz yasağına temas edilmiştir.

Üçüncü aşamayı oluşturan ve konumuz olan âyetlerde faiz açıkça yasaklanmış ve kurtuluşa ermenin Allah’ın bu yasağına uymaya bağlı olduğu belirtilmiştir. Müfessirler 130. âyette geçen “kat kat” kaydının, faiz yasağının sınır ve şartlarının belirtilmesi amacıyla değil Araplar’ın o günlerde en çok uyguladıkları bir faiz şeklinin açıklanması maksadıyla zikredildiğini kabul ederler (Şevkânî, I, 423-424). Bir başka ifadeyle buradaki üslûp, ilk planda Mekke’de yaygın olan bileşik faizli borç işlemlerini hatıra getirmekle beraber, âyetteki kat kat kaydı tek dereceli faizin helâl olduğu anlamında olmayıp devrin Arap toplumunda yaygın olan ve vadesinde ödenmeyen borçlar hakkında yapılan tefecilik uygulamalarının kötülüğüne yapılmış özel bir vurgu niteliğindedir.

Faizle borçlananların, çoğu zaman ödeme güçlüğüne düşebildikleri, borcu vadesinde ödeyemedikleri için anapara yanında faizin faizini de borçlandıkları, böylece faizin katlandığı da bir gerçektir. “Kat kat” ifadesi bu gerçeğin altını çizmektedir.

Dördüncü aşamada inen Bakara sûresinin 275-281. âyetlerinde artık faiz, bir önceki kaydı da taşımaksızın kesin ve sert bir üslûpla yasaklanmış, faizi bırakanlara geçmişte aldıklarından sorumlu tutulmamak gibi bazı teşvikler getirilirken faizde ısrar edenlerin Allah ve Resûlü’ne savaş açmış olacakları belirtilmiştir. Bu âyetlerde faizin alışverişten farklı olduğu vurgulanmış, faizin dünya ve âhiretteki kötü sonuçlarına işaret edilmiştir.

131. âyette “Kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının!” buyurularak faiz yiyenlerin âhirette kâfirler için özel olarak hazırlanmış olan cehennemde cezalandırılacaklarına işaret edilmekte, 132. âyette ise Allah’ın rahmetine ve bereketine erebilmek için Allah ve Resûlü’nün emir ve yasaklarına itaat etmenin gereği vurgulanmaktadır.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 669-671