Kur'an ,Meal ve Tefsir Okuma Alanı. Seslendirmek istediğiniz ayetin üzerine çift tıklayınız.

Hicr Suresi

264
14 . Cüz
32
Ayet
قَالَ يَٓا اِبْلٖيسُ مَا لَكَ اَلَّا تَكُونَ مَعَ السَّاجِدٖينَ
٣٢
قَالَ لَمْ اَكُنْ لِاَسْجُدَ لِبَشَرٍ خَلَقْتَهُ مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَأٍ۬ مَسْنُونٍ
٣٣
قَالَ فَاخْرُجْ مِنْهَا فَاِنَّكَ رَجٖيمٌ
٣٤
وَاِنَّ عَلَيْكَ اللَّعْنَةَ اِلٰى يَوْمِ الدّٖينِ
٣٥
Meal
Allah, “Ey İblîs! Secde edenlerle birlikte hareket etmeyişinin sebebi nedir?” diye sordu. 32﴿ Dedi ki: “Ben, şekillenebilir özlü balçıktan, (şekil verilip) kurutulmuş çamurdan yarattığın bir insana asla secde etmem!” 33﴿ Allah, “O halde çık oradan, dedi; artık kovuldun!” 34﴿ Kıyamet gününe kadar lânetlenmiş bulunmaktasın!” 35﴿

Tefsir

Allah Teâlâ, Hz. Âdem’in bedenini yaratıp “ona ruhundan üfledikten” sonra yani ilk insanın biyolojik gelişimini tamamlayıp ruhbeden birliğini sağlayarak bu suretle adına “insan” denilen en gelişmiş canlı türünü yarattıktan sonra meleklere, Âdem’in önünde secdeye kapanmalarını emretti; meleklerin hepsi de secde ederken İblîs, kendi âciz aklıyla vardığı mantıkî sonucu Allah’ın buyruğundan daha önemli sayarak buyruğa karşı geldi. Bakara ve A‘râf sûrelerinde de görüldüğü gibi Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’inde insan oğluna yaratıcısını ve kendi aslını, atasını tanıtmayı, hatırlatmayı yararlı gördüğü durumlarda ilk insanın yaratılışını ve onu takip eden gelişmeleri, ilgili âyetlerin bağlamına göre az çok farklı ifadelerle tekrar etmiştir (ayrıntılı bilgi için bk. Bakara 2/30-39; A‘râf 7/11-25). Buradaki en önemli ilâve bilgi, ilâhî kudretin, alelâde toprağı balçık ve kurumuş çamur aşamalarından geçirerek “tesviye etmesi” yani insan biçimine sokması ve böylece miktarını bilemediğimiz bir zaman içinde “beşer”in yani Âdem’in bedensel varlığını şekillendirmesi, biyolojik oluşumunu tamamlaması; ardından da ona “ruhundan üflemesi”dir. Böylece Kur’ân-ı Kerîm’de insanın bir ruh-beden varlığı olduğu açıkça ifade edilmiş bulunmaktadır. Beden insanın fizyolojik yönünü, ruh da metafizik yönünü oluşturmaktadır. İsrâ sûresinde (ayrıntı için bk. 17/85) ruhun mahiyeti hakkında insanlara çok az bilgi verildiği belirtilmekle beraber konumuz olan âyette “ona ruhumdan üflediğim vakit...” buyurulmakla ruhun kesinlikle fiziksel bir fonksiyon, bir sözde varlık olmadığı ifade edilmiştir. Şu halde ruh, Allah’ın, bedeniyle bu dünyaya ait, ama mâna boyutuyla ilâhî âlemle ilişkisi bulunan yeni bir varlık türü yaratmak üzere tabiat ötesinden, aşkın âlemden gönderdiği, tabiat üstü gerçek bir varlıktır; hatta Cenâb-ı Hakk’ın “ruhumdan” buyurarak insan ruhunu kendi zâtına yani bizâtihî gerçek olan yegâne varlığa izâfe etmesini dikkate alarak, insanın insan olmasını sağlayan asıl ve hakiki varlığının bedeni değil ruhu olduğunu kabul etmek gerekir. İslâm düşüncesine özgü “felsefî antropoloji”nin tartışmasız en büyük ismi olan Gazzâlî’nin İhyâ’da, insandaki mevki tutkusunun doğal ve metafizik kaynaklarını araştırdığı bölümde (III, 278 vd.) yer alan, İslâm dünyasında hiçbir zaman ulaşılamamış mükemmellikteki ruhla ilgili tahlilinin bir kısmını önemi dolayısıyla kısaltarak alıyoruz: “Ruh, tanrısal bir gerçekliktir (emrun rabbânîyyün). Çünkü yüce Allah, ‘Senden ruh hakkında bilgi istiyorlar. De ki: O rabbimin emrindendir’ (İsrâ 17/85) buyurmuştur... İnsan –açıklanması uzun sürecek– çeşitli asıllardan oluşturulmuştur. Onun özünde tanrısal gerçeklikten de bir pay bulunduğu için doğal olarak rubûbiyyeti sever. Rubûbiyyetin anlamı, bağımsızlık yoluyla varlıkta tekleşmek ve yetkinlikte eşsizleşmektir. Böylece yetkinlik ilâhî niteliklerden olduğu (ve insan da ilâhî gerçeklik olan ruha sahip olduğu) içindir ki, yetkinlik insan tarafından doğal olarak sevilmektedir. Yetkinlik varlıkta eşsizleşmedir, çünkü varlık bakımından başkalarıyla aynı düzeyde olmanın bir eksiklik olduğunda kuşku yoktur... Her insan, tabiatı gereği mükemmellikte eşsiz olmak ister. Bu sebeple sûfîlerin önde gelenlerinden biri “Her insanın içinde, Firavun’un, ‘Ben sizin en büyük tanrınızım’ diyerek seslendirdiği şekilde bir ululuk iddiası vardır, fakat bunu açığa vuramaz” demiştir. “Ruh rabbimin emrindendir” şeklindeki beyanın göstermiş olduğu rubûbiyyet ilişkisinden dolayı kölelik ruha ağır gelir, efendilik ise insanın doğası gereği sevilir. Ruh, yetkinliğin son noktasına ulaşamasa da ondaki yetkinleşme arzusu hiçbir zaman sönmez... Her varlık kendi zatını ve zatının yetkinleşmesini sever, bu sebeple de –ister zatının yokluğu olsun, ister üstün niteliklerinin yokluğu olsun– yokluğa mâruz kalmaktan nefret eder. İnsan, varlıkta eşsizleşmeyi istemesi yanında, diğer bütün varlıklar üzerinde hâkimiyet kurmayı da bir yetkinlik olarak düşünür ve ister... Bu yüzden, bir yetkinlik türü olması dolayısıyla başka bütün varlıklar üzerinde hâkimiyet kurmak da doğal olarak arzulanmaktadır. Herhangi bir şey üzerinde hâkimiyet kurmak demek, onu etkisi altına alma, istediği şekilde değiştirme ve onu dilediği gibi kullanacağı şekilde kontrolü altına alma gücüne sahip olmak demektir.” Gazzâlî, insanın canlı-cansız varlıklar üzerinde hâkimiyet kurma arzusunu, ruhun tanrısal âlemden gelmesinin bir sonucu olduğunu belirten açıklamalardan sonra insanın, kullanılması mümkün olan varlıkları dilediği gibi kullanarak, kullanılması mümkün olmayan varlıklar hakkında da bilgi edinerek bu hâkimiyet arzusunu gerçekleştirdiğini belirtir. Bu arada sahte yetkinliklerden de söz ettikten sonra, ruhun tanrısal gerçeklik olmasının gerektirdiği hakiki yetkinliğe, aynı zamanda Allah’ın da (hemen hemen bütün ilâhî dinlerde, teolojilerde ve mezheplerde müştereken kabul edilen) temel sıfatları olan ilim, irade ve kudret niteliklerini kazanmakla ulaşılacağı sonucuna varır. Şu halde insanın bütün varlıklar arasındaki değeri ve önemi bedenden değil, “rabbânî bir emir” olan, üzerinde durduğumuz 29. âyetteki ifadesiyle “Allah tarafından bedene üflenmiş” bulunan, dolayısıyla aşkın âlemden gelen ruhtan kaynaklanmaktadır. İnsan bu yönüyle seçkin bir varlık olduğu için varlıkta ve yetkinlikte eşsiz olmak, üstün olmak, başka bütün şeyleri tanımak, bilmek ve onları buyruğu altına almak ister. Buna da Gazzâlî’nin belirttiği gibi ancak bilgi, özgürlük ve güç ile ulaşılabildiği için normal olarak bütün insanlar bilgili, özgür ve güçlü olmak isterler. Fakat insanlar sık sık bu kavramların anlamı, mahiyeti ve amacı konusunda yanılırlar ve böylece hakiki değil, “sahte (vehmî) yetkinlik” peşinde koşarlar. Oysa insan, fizik ve metafizik varlık ve olaylar hakkında doğru bilgiler edinmeli, özgürlüğü geçici istek ve tutkuları yenerek onların karşısında bağımsız olmada aramalı, bilgisini ve özgürlüğünü mükemmelleştirme gücünü kazanmalıdır ki, sahte yetkinlikler arayışına sapmadan, ruhunun kaynağı olan aşkın âlemle bağını sürdürüp geliştirebilsin. İşte yüce Allah’ın, önünde meleklerin secdeye kapanmasını istediği insanın bu mertebesi, ruhun aşkın hüviyetinden gelmektedir. Bakara sûresinde (2/30-33) bildirildiğine göre Allah Teâlâ melekleri insanın bu hüviyeti hakkında bilgilendirmiş, onlar da secde buyruğuna uymuşlardı. Buna karşılık İblîs’in, Âdem’in ruhî cevherinin menşeini ve mükemmelliğini dikkate almadan sadece maddî karşılaştırma yaparak yani Âdem’in bedeninin topraktan, kendi varlığının ateşten yaratıldığına bakarak isyana kalkışması onun ilâhî rahmetten kovulmasına, kıyamete kadar lânetlenmesine sebep olmuştur.
36-44
Ayet
قَالَ رَبِّ فَاَنْظِرْنٖٓي اِلٰى يَوْمِ يُبْعَثُونَ
٣٦
قَالَ فَاِنَّكَ مِنَ الْمُنْظَرٖينَۙ
٣٧
اِلٰى يَوْمِ الْوَقْتِ الْمَعْلُومِ
٣٨
قَالَ رَبِّ بِمَٓا اَغْوَيْتَنٖي لَاُزَيِّنَنَّ لَهُمْ فِي الْاَرْضِ وَلَاُغْوِيَنَّهُمْ اَجْمَعٖينَۙ
٣٩
اِلَّا عِبَادَكَ مِنْهُمُ الْمُخْلَصٖينَ
٤٠
قَالَ هٰذَا صِرَاطٌ عَلَيَّ مُسْتَقٖيمٌ
٤١
اِنَّ عِبَادٖي لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌ اِلَّا مَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْغَاوٖينَ
٤٢
وَاِنَّ جَهَنَّمَ لَمَوْعِدُهُمْ اَجْمَعٖينَۙ
٤٣
لَهَا سَبْعَةُ اَبْوَابٍؕ لِكُلِّ بَابٍ مِنْهُمْ جُزْءٌ مَقْسُومٌࣖ
٤٤
Meal
“Rabbim! Öyleyse insanların yeniden diriltileceği güne kadar bana mühlet ver” dedi. 36﴿ Allah, “Vakti (katımızda) bilinen bir güne kadar mühlet verilmiş olanlardansın” buyurdu. 37-38﴿ İblîs, “Rabbim! Benim sapmama imkân verdiğin için yemin olsun ki ben de yeryüzünde onlara (günahları) şirin göstereceğim ve -aralarından senin samimi kulların hariç- onların topunu kesinlikle yoldan çıkaracağım.” 39-40﴿ Allah da buyurdu ki: “İşte bana varan doğru yol budur (hâlis kulların yolu). 41﴿ Şüphesiz, sapmışlardan sana uyacak isyankârlar dışında kullarım üzerinde senin hâkimiyetin olmayacaktır.” 42﴿ “Kuşkusuz cehennem, o sana uyanların tamamının buluşma yeri olacaktır.” 43﴿ Onun yedi kapısı vardır, her kapıdan girmek üzere de onlardan birer grup belirlenmiştir. 44﴿

Tefsir

İblîs’in, emri yerine getirmediği gibi, yeniden dirilme gününe kadar yaşaması için dilekte bulunarak bu süre içinde insanları yoldan çıkarmaya ahdetmesinin, insanın sahip olduğu ayrıcalığı hazmedememesinden ve onu kıskanmasından, özellikle rahmetten kovulmasına Âdem’in yaratılışının sebep olduğu şeklindeki vehminden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Halbuki aslında böyle bir cezaya çarptırılmasının asıl sebebi, kendi küstahlığı ve isyanı idi. Muhtemelen İblîs, içten içe kendi günahına yine kendisinin kulluktaki samimiyetsizliğinin sebep olduğunu da düşündüğü için, bu tecrübesinden hareketle samimi kullara zarar veremeyeceğini ifade etmektedir. Allah Teâlâ, insanlar hakkında dünya hayatını bir imtihan süreci kılmayı murat ettiği için İblîs’in dileğini kabul etmiş; bu arada kendisine varan doğru yolun, şeytanın tuzaklarına kapılmayacak olan ihlâslı kulların tutacağı yol olduğunu, bunlar üzerinde şeytanın hâkimiyet kuramayacağını, buna karşılık şeytana uyacakların buluşma yerinin cehennem olacağını bildirmek suretiyle dolaylı olarak insanlara da akıllarını başlarına alıp şeytana kapılmamaları, kendisine varan doğru yoldan şaşmamaları, cehennemden korunmaları gerektiği yolunda uyarıda bulunmuştur.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 352-353
45-48
Ayet
اِنَّ الْمُتَّقٖينَ فٖي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍؕ
٤٥
اُدْخُلُوهَا بِسَلَامٍ اٰمِنٖينَ
٤٦
وَنَزَعْنَا مَا فٖي صُدُورِهِمْ مِنْ غِلٍّ اِخْوَاناً عَلٰى سُرُرٍ مُتَقَابِلٖينَ
٤٧
لَا يَمَسُّهُمْ فٖيهَا نَصَبٌ وَمَا هُمْ مِنْهَا بِمُخْرَجٖينَ
٤٨
Meal
Allah’a karşı saygısızlıktan sakınanlar mutlaka cennet bahçelerinde ve pınar başlarında olacaklar. 45﴿ “Esenlikle, güvenle girin oraya!” (denecek). 46﴿ Onların gönüllerini düşmanlık duygularından temizledik; artık bir kardeşler topluluğu olarak sedirler üzerinde karşı karşıya oturacaklar. 47﴿ Orada hiçbir yorgunlukla karşılaşmayacaklar. Oradan çıkarılmaları da söz konusu olmayacaktır. 48﴿

Tefsir

Bundan önceki üç âyette şeytanın kışkırtma ve saptırmasına kapılarak azgınlaşanların, günahlarının derecesine göre yedi grup halinde cehennemin yedi kapısından içeri atılacakları bildirilmişti. Bu âyetlerde ise Allah’a karşı saygısızlıktan sakınan samimi müminlerin, esenlik ve güvenlik içinde cennete girmelerinin müjdeleneceği, cennet bahçelerinde, pınar başlarında her türlü korku, kaygı, yorgunluk gibi fiziksel ve psikolojik problemlerden korunmuş, kezâ kin ve düşmanlık gibi ahlâkî kusurlardan kalpleri arındırılmış olarak dostluk ve kardeşlik içinde bulunacakları bildirilmekte ve böylece bir bakıma, insanların, şeytanın aldatmalarına kapılmaları halinde ebedî hayatlarında neleri kaybedecekleri de hatırlatılmış bulunmaktadır.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 354
49-50
Ayet
نَبِّئْ عِبَادٖٓي اَنّٖٓي اَنَا الْغَفُورُ الرَّحٖيمُۙ
٤٩
وَاَنَّ عَذَابٖي هُوَ الْعَذَابُ الْاَلٖيمُ
٥٠
Meal
Kullarıma benim gerçekten çok bağışlayıcı, çok esirgeyici olduğumu bildir. 49﴿ Ama azabım da çok elem verici bir azaptır! 50﴿

Tefsir

İlk âyet tergîb (ümit aşılama ve özendirme), ikinci âyet de terhîb (korkutma ve caydırma) maksadı taşımakta; başka bir deyişle bu iki âyette insanlara, tasavvufî kaynaklarda havf ve recâ denilen bir ahlâkî ve dinî duyarlılık veya tedbirlilik kazandırılması amaçlanmaktadır. Esasen insanın âhiretteki durumuna ilişkin bilgi verilirken Kur’an-ı Kerîm’in bütününde izlenen yöntem burada özetlenmiş bulunmaktadır. İslâm inancına göre Allah, ne acımasız, adaletsiz bir zorba ne de insanların her türlü kötülükleri karşısında duyarsız, ilgisiz veya aciz bir varlıktır. O, kendi kelimesinin (hüküm, yasa) iki temel özelliğini “kusursuz bir doğruluk ve adalet” şeklinde bildirmektedir (En‘âm 6/115). Bu da O’nun bütün doğruluk ve iyilikleri özendirici, yanlışlık ve kötülüklerden caydırıcı mahiyette sıfatlara, tasavvufta celâl ve cemâl sıfatları diye ifade edilen niteliklere sahip olduğunu gösterir. Böylece ulûhiyyetine yakışır mükemmellikteki hikmetiyle Allah, herkesin her türlü yapıp ettiklerini görmekte, bilmekte ve onların hesabına kaydetmektedir. Derin hikmetinin kusursuz ölçülerine göre kimilerine mağfiret ve rahmetiyle, kimilerine de azabıyla muamele edecektir. Allah’ın insanlara mutlaka şöyle veya böyle muamele etmeye mecbur olduğu iddia edilemeyeceği gibi kendi “kelime”sini nitelediği doğruluk ve adalet ilkelerinden sapmayı kendisine lâyık göreceği de asla söylenemez. Böyle olunca da iyilik edenler yahut günahlarından vazgeçmek isteyenler Allah’ın rahmet ve merhametinden ümit kesmemeli, kötülük edenler de O’nun bu yaptıklarına ilgisiz kaldığını düşünmemeli veya kendisini mutlaka bağışlamak zorunda olduğu gibi bir duyguya kapılmamalıdırlar. Genellikle kabul edildiği üzere ahlâk en etkili yaptırım gücünü böyle bir Tanrı inancından alır. Her ne kadar Emile Durkheim gibi bazı pozitivist ve ateist düşünürler bu konuda Tanrı yerine toplumu koyarak, ahlâkı güya Tanrı otoritesine dayanmaktan kurtarıp toplumsal otoriteye dayandırmak istemişlerse de, bilhassa XIX. yüzyıl ile XX. yüzyılın ilk yarısında daha ziyade Batı dünyasında ve Batılılaşma sürecini yaşayan toplumlarda çok etkili olan bu felsefe, günümüzde pek çok uzmanın da kabul ettiği büyük tahribata yol açmıştır. Hatta bu dönemde yaşanan iki büyük dünya savaşında dahi bu felsefenin rolünün olduğu düşünülmektedir. Bu sebeple de Batı dünyasında artık tanrısız ve dinsiz ahlâk sürecinden kurtulma yönünde politikalar oluşturma yoluna girilmiştir.

Râzî, bu iki âyette dört incelik bulunduğunu belirterek bunları şöyle sıra­lamaktadır (XIX, 194-195): ☼a) Allah Teâlâ, “kullarım” tamlamasında kullarını kendi zâtına izâfe ederek onlara çok büyük bir şeref bahşet­miştir. ☼b) Rahmet ve mağfiretinden söz ederken, azabından bahsettiği âyete göre daha çok tekit edatları kullanarak rahmetinin genişliğini özellikle vurgulamıştır. Kezâ azabından bahsettiği âyette sadece onun çok şiddetli olduğunu ifade ettiği halde rahmet ve mağfiretini anlatırken bunları “gafûr ve rahîm” şeklinde doğrudan doğruya kendi isimleri olarak zikretmiştir ki bu da yine onun rahmetini azabından daha önemli tuttuğuna işaret eder. Ayrıca Allah’ın rahmetini gazabından daha geniş gösteren hadisler de vardır (meselâ bk. Buhârî, “Tevhid”, 15, 22, 28; “Edeb”, 19; Müslim, “Tevbe”, 14-16). ☼c) Peygamber’ine hitaben, “Kulla­rıma benim gerçekten çok bağışlayıcı, çok esirgeyici olduğumu bildir” buyurarak bir bakıma rahmet vaadini zamanı geldiğinde yerine getirece­ğine bizzat peygamberini şahit tutmuştur. ☼d) “Kullarıma... bildir” buyurmakla, ibadetleri eksik de olsa, Allah’a inanıp kulluğunu kabul etmiş herkesin, günahkâr bile olsa, rahmetine lâyık olduğunu anlatmak iste­miştir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 354-355
51-56
Ayet
وَنَبِّئْهُمْ عَنْ ضَيْفِ اِبْرٰهٖيمَۘ
٥١
Meal
Onlara İbrâhim’in misafirlerini hatırlat. 51﴿

Tefsir

51, 52, 53, 54, 55, 56 nolu ayetlerin tefsiri bir sonraki sayfada verilmiştir.