Kur'an ,Meal ve Tefsir Okuma Alanı. Seslendirmek istediğiniz ayetin üzerine çift tıklayınız.

Haşr Suresi

548
28 . Cüz
17
Ayet
فَكَانَ عَاقِبَتَهُمَٓا اَنَّهُمَا فِي النَّارِ خَالِدَيْنِ فٖيهَاؕ وَذٰلِكَ جَزٰٓؤُا الظَّالِمٖينَࣖ
١٧
Meal
Nihayet ikisinin de (azdıranın da azanın da) akıbeti, ebediyen ateşte kalmaları olmuştur. İşte zalimlerin cezası budur. 17﴿

Tefsir

Nadîroğulları’yla gizli gizli haberleşip Hz. Peygamber ve ashabına karşı direnmeleri için onlara yardım vaadinde bulunan münafıkların sonuçsuz kalan girişimlerine ve bu iki grubun zaaflarına değinilerek Hz. Peygamber’in ve müslümanların mâneviyatı yükseltilmekte; aynı zamanda dolaylı bir üslûpla müminler, karakter bozukluğuna yol açan bu tür davranışlardan sakındırılmaktadır. Sûrenin başından bu kümenin sonuna kadarki kısmının Benî Nadîr’in sürgün edilmesi olayının bitiminden sonra nâzil olduğu anlaşılmaktadır. Burada şimdiki veya geniş zaman kullanılmış olması Kur’an’da benzerlerine rastlanan bir üslûp olup bu âyetlerin olaydan önce inmiş olduğunu göstermez (İbn Âşûr, XXVIII, 98-99; Derveze, VIII, 220-221). Bununla birlikte bu kısmın münafıkların gizli muhaberelerini Resûlullah’a bildirmek üzere olay sırasında inmiş olması da ihtimal dışı değildir. Elmalılı –özellikle şimdiki zaman kullanılmasından hareketle– bu ihtimali tercih etmektedir (VII, 4855-4856). Öte yandan, özellikle 11 ve 12. âyetlerde yer alan şart cümleleri dolayısıyla hatıra gelebilecek sorulara cevap olmak üzere birçok müfessirin belirttiği üzere, burada bire bir muayyen bir olayın tasvirinden çok münafıkların ve sözlerine sadakat göstermeyen yahudilerin karakter yapılarıyla ilgili genel bir anlatımın söz konusu olduğu da göz ardı edilmemelidir. “Yandaşlar” diye çevirdiğimiz 11. âyetteki ihvân (kardeşler) kelimesinin “inkâr eden” sıfatıyla birlikte kullanılmış olması, münafıklarla yahudilerin bazı inançlarda kesiştiklerini göstermektedir. Buna göre “Ehl-i kitap’tan inkârcı yandaşları” diye çevrilen ifade, bu iki kesimin, Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr hususunda birleştiklerini belirtmektedir (İbn Âşûr, XXVIII, 99). 12. âyetin son cümlesinden 15. âyetin sonuna kadar özne ve tümleç olarak yer alan “onlar” zamirleriyle yahudilerin ve bunlarla iş birliği yapmaya kalkışan münafıkların birlikte kastedilmiş olması muhtemeldir; fakat bu kısımdaki tasvir yahudilerin durumuna daha uygun düşmektedir. 13. âyette onların Allah’tan çok müslümanlardan korktuğu belirtilirken “yüreklerinde” kaydının konması, bazı müfessirlerce, bu konuda da iki yüzlü davrandıklarına delâlet bulunduğu şeklinde yorumlanmıştır. Buna göre anlam şöyle olmaktadır: Onlar derin bir Allah korkusu taşıdıkları izlenimi verirler, halbuki gerçekte sizden korkmaktadırlar. Fakat bu cümleyi “Onlar kendilerine cesur görüntüsü veren kimseler oldukları için size karşı taşıdıkları korkuları gizlerler; ama yüreklerinde size karşı büyük bir korku taşımaktadırlar” şeklinde yorumlamak da mümkündür (Zemahşerî, IV, 83). Âyetin sonunda “anlayışı kıt bir topluluk oldukları”nın ifade edildiği göz önüne alınırsa, asıl maksadın söz konusu kimselerin Allah’tan çok insanlardan korktuklarını hatırlatıp müminlerden kısa vadede gelebilecek zararı hesap ettikleri halde ileride Allah’ın kendilerine vereceği cezayı göz ardı etme basiretsizliklerini eleştirmek olduğu söylenebilir (İbn Atıyye, V, 289). 14. âyetin “Onların topu birden sizinle, ancak müstahkem yerlerde ve siperler ardında olduklarında savaşırlar” diye çevrilen kısmını, ilgili yorumlar ışığında şu iki şekilde açıklamak mümkündür: a) “Onlar toplu haldeyken bile sizinle, müstahkem yerlerde ve siperler ardında olmaksızın savaşa girmezler”; b) “Onlar ittifak edip sizinle birlikte savaşmazlar, her bir grup kendi kalesinde, güvenli bölgesinde savaşabilir.” Burada geçen ve “topu birden” diye tercüme edilen cemîan kelimesi ve cümle içindeki rolü hakkında yapılan farklı yorumlardan çıkan ortak sonuç şudur: Müslümanlar münafıkların ve ahidlerini bozan yahudilerin blöflerine aldırış etmemelidir; zira onlar bütün şartlarda savaşı göze alacak cesaret ve özveri duygusuna ve müşterek bir gaye uğruna canlarını feda edebilecek imana ve ruha sahip değildirler; böyle bir birlik ruhu içinde değil, sadece kendilerini sağlama alabildikleri durumlarda veya bulundukları mevzide kendilerini korumak üzere savaşırlar (Râzî, XXIX, 289-290; İbn Âşûr, XXVIII, 104-105). Yine bu âyette geçen be’s kelimesi “güç, azap, sıkıntı, kuvvetli muharebe ve çekişme” gibi mânalara gelmektedir ve âyetin, “Kendi aralarındaki gerginlik ve çatışma şiddetlidir” diye çevrilen kısmı için buradaki bağlama göre değişik açıklamalar yapılmıştır, bunların başlıcaları şunlardır: a) Aralarında gönül bağı yoktur, birlik beraberlik ruhundan yoksundurlar, gerçekte birbirlerine düşmandırlar. Âyetin devamı bu mânayı destekler niteliktedir. b) Onların güç ve cesaretleri birbirlerine karşıdır; müminlere karşı savaşacak olsalar aynı kuvvet ve cesareti koruyamazlar. c) Onlar kendi aralarında savaş konusunu hararetli biçimde tartışırlar, güçlü olduklarından söz ederler ama bu, sözden öteye geçmez; iş ciddiye binince siperlerin arkasına siner kalırlar (Râzî, XXIX, 290). Bu âyette, bir toplumun birlik ve beraberlik ruhu içinde olmaması durumunun “aklını iyi kullanmamaları” gerekçesiyle açıklanması, toplumsal dayanışmanın sırf duygu bağları temeline değil aynı zamanda rasyonel esaslar üzerine dayalı olabileceğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Nitekim Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiğinde oradaki muhtelif sosyal gruplarla karşılıklı hak ve vecîbeleri düzenleyen bir hukukî metin hazırlayıp ilgililere imzalatmış, bu taahhütlere uyulduğu sürece –farklı inanç gruplarından oluşmasına rağmen– Medine toplumu huzur ve güven içinde olabilmişti (bk. Mehmet Akif Aydın, “Anayasa”, DİA, III, 153-154). Bazı müfessirler 15. âyette geçen “kendilerinden az öncekiler” anlamındaki ifadeyle, Bedir Savaşı’nda perişan olan müşriklerin durumuna atıfta bulunulduğu kanaatindedirler. Fakat bu savaş sonrasında ahidlerini bozmaları sebebiyle Medine’den sürgün edilen Benî Kaynuka‘ yahudilerinin durumunun kastedilmiş olması ihtimali daha kuvvetli görünmektedir. Şöyle ki, Bedir Savaşı sonrasında Benî Kaynuka‘ mensupları müslümanları çekemedikleri için Hz. Peygamber’le aralarındaki antlaşmayı ihlâl edici konuşmalar yapmaya başlamışlar ve bu tavırları sebebiyle Resûlullah tarafından uyarılmışlar, ama onlar Hz. Peygamber’e küstahça bir cevap vermişlerdi (bk. Âl-i İmrân 3/12). Nihayet bir gün Medine çarşısında kuyumculuk yapan bu kabileye mensup bir esnafın müslümanlardan bir hanımın iffetine dokunan ve onu aşağılayan eylemi bardağı taşıran damla oldu. O esnaf oradan geçen bir müslüman tarafından öldürülünce antlaşmayı feshettiklerini açıkça ilân edip kalelerine kapandılar ve savaş haline girdiler. Müslümanlar tarafından yapılan kuşatma sonunda teslim oldular ve sürgün edildiler (ayrıca bk. Enfâl 8/55-57). Burada münafıkların ve geçmiş ümmetlerdeki benzerlerinin kastedildiği yorumu da yapılmıştır. Ancak İbn Atıyye bunun mâkul bir yorum olabilmesi için Hz. Mûsâ dönemi gibi nisbeten yakın bir zaman olarak düşünülmesi veya “az önce”yi “tatma”nın zarfı olarak kabul edip bu cümleye, “Onların durumu kendilerinden az önce cezalarını tadanların durumu gibidir” şeklinde mâna verilmesi gerektiğini belirtir (V, 290). 16. âyette iki yüzlülük ederek insanları kandıran münafıkların bu yöntemi şeytanın insanı doğru yoldan saptırırken uyguladığı taktiğe benzetilmiştir (ayrıca bk. İbrâhim 14/22). Ama –17. âyette belirtildiği üzere– bu ilişkide kendisine uyulan gibi uyanın da sonu ateştir; çünkü kendisine verilen irade gücünü doğru istikamette kullanmamıştır. Şu halde –burada söz konusu edilen olayda– münafıklar yaptıkları tahriklerin karşılığını görmeye, aynı şekilde yahudiler de münafıklara uymanın sonuçlarına katlanmaya mahkûmdurlar; benzer durumlar da buna göre düşünülmelidir (buradaki benzetmeyi muayyen bazı kişilerin yaptıklarıyla açıklama örnekleri için bk. Taberî, XXVIII, 49-50; Elmalılı, VII, 4861-4863).
18-20
Ayet
يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَلْتَنْظُرْ نَفْسٌ مَا قَدَّمَتْ لِغَدٍۚ وَاتَّقُوا اللّٰهَؕ اِنَّ اللّٰهَ خَبٖيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
١٨
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذٖينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْؕ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
١٩
لَا يَسْتَـوٖٓي اَصْحَابُ النَّارِ وَاَصْحَابُ الْجَنَّةِؕ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمُ الْـفَٓائِزُونَ
٢٠
Meal
Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının ve herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. 18﴿ Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fasık kimselerin ta kendileridir. 19﴿ Cehennemliklerle cennetlikler bir olmaz. Cennetlikler kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. 20﴿

Tefsir

Müminler imanlarının gereği konusunda nefis muhasebesi yapmaya çağırılmakta, Allah’ı unuttukları için kötü âkıbete duçâr olanların durumuna düşmeme uyarısı yapılmakta, bu dünyada insanlara diledikleri yolu seçme özgürlüğü verilmiş olmasının onların sınanması amacına bağlı olduğu ve burada yapılıp edilenlerin cennet ve cehennem şeklinde birbirine zıt iki karşılık bulacağı hatırlatılmaktadır.

18. âyette geçen ve “yarın” anlamına gelen gad kelimesinin Kur’an’da zarf olarak kullanımları bulunmakla beraber bu şekilde (“yarın için” mânasında) kullanıldığı tek âyet budur. Bir taraftan mecazi bir anlatımla hesap gününün çok yakın olduğuna dikkat çekilirken, diğer taraftan da kelime nekre (belirsiz) şekilde kullanılarak o günün önemine, dehşetine ve mahiyetinin insanlar tarafından bilinemezliğine îmada bulunulmaktadır. Âyette nefs kelimesinin nekre olarak kullanılması ise, (yükümlü olan) her şahsın tek tek bu muhasebeyi yapma durumunda olduğunu belirtmek içindir; bu sebeple “herkes” şeklinde çevrilmiştir (Zemahşerî, IV, 84). Burada herkesin yarın için ne hazırladığına bakması istenirken öncelikli mânanın âhiret hazırlığı ve nefis muhasebesi yapmak olduğu açıktır. İnsanın ömrünü yaratılış amacına uygun geçirmek üzere dünya hayatıyla ilgili olarak geleceğe dönük plan yapması da son tahlilde bu mânanın dışında değildir. Hatta Allah Teâlâ’nın bağışlayıcılığına ve içtenlikle yapılan tövbeleri kabul ettiğine vurgu yapan âyet ve hadisler ışığında, bu ifadeden, müminin geçmişte ne kadar kusurlu davranmış olursa olsun samimi bir pişmanlık duyarak Allah’a yalvarması ve kalan zamanını doğru yönde değerlendirmesinin, bakışını ileriye yöneltmesinin istendiği anlamı da çıkarılabilir. Gerçek kişiliği bulunmamakla beraber amacı olan varlıklar olduğu için ticarî şirket ve dernek gibi tüzel kişiler de, plan hedeflerine ulaşıp ulaşmadıkları ve bu açıdan hangi noktada bulundukları hususunda belirli zaman aralıklarında bir değerlendirme yapmak; tüzel kişiliğin özelliğine göre meselâ kâr-zarar bilançosu, geçmiş dönemle ilgili faaliyet raporu hazırlamak, bunları ve geleceğe yönelik tasarılarını ilgili organlarında karara bağlamak durumundadır. İnsanların da gerek birey gerekse toplum düzeyinde, hayat yolunda varlık gayelerine uygun bir mesafe alıp almadıklarını, kendilerine verilen imkânları yerli yerince kullanıp kullanmadıklarını, tükettikleri imkânlarla elde ettikleri semereler arasında denge bulunup bulunmadığını sık sık gözden geçirmeleri gerekir. Ömrün ne zaman sona ereceği bilinmemekle beraber her an sona erebileceği ihtimali bulunduğundan bu muhasebenin sabit periyotlara bağlanması da doğru olmaz. Hayatın akışı içinde nefis muhasebesini ihmal edenler için hastalanma, yakın çevresindeki ölümler gibi bazı hatırlatıcı işaretler bulunduğu gibi, yüce dinimizde, zamanın süratle akıp gittiğine daha bir dikkatle bakabilmemiz ve bu görevi hatırlamamız için (cuma günü ve Kadir gecesi gibi) bazı mübarek gün ve geceler de belirlenmiştir.

Bu âyette iki defa geçen “sakınma” (ittikā) ifadesinden ikincisi pekiştirme amacı taşımaktadır. Bağlam dikkate alınarak, bunlardan ilkini Allah’a sevgi ve bağlılık gösterip emirlerini yerine getirme, ikincisini ise Allah’a karşı gelmekten sakınıp yasaklarına uyma konusunda titizlik göstermeye çağrı olarak düşünmek mümkündür (Zemahşerî, IV, 84). İkinciyi, “Belirtilen hali koruyun, takvâda dâim olun” mânasıyla açıklayanlar da vardır (İbn Âşûr, XXVIII, 112).

19. âyetteki “Allah’ı unutmak”tan maksadın, Allah’ın kulu olduğu bilincinden yoksunluk ve O’na karşı kulluk borcunu umursamama olduğu anlaşılmaktadır. Tevbe sûresinin 67. âyetinde aynı fiil kullanılarak münafıkların Allah’ı umursamadıkları, Allah’ın da onları kendi hallerine bıraktığı yani O’nun inâyetine lâyık görülmedikleri ve kendi tercihlerinin sorumluluğuyla baş başa kaldıkları belirtilmiştir. Burada “Allah’ı unutma”nın yaptırımı ve sonucu, “Allah’ın da onlara kendilerini unutturması” şeklinde ifade edilmiştir ki bu, Allah bilincine sahip olmayan kişinin kâmil mânada insan olma şuurunun da zayıflayacağı anlamına gelir. Bir başka anlatımla, etrafını kuşatan bunca kanıta ve kendisine verilen akıl nimetine rağmen Allah’ı unutan, O’na kul olma idraki içinde olmayan kişi gerçek anlamda kendine yabancılaşmaya, dolayısıyla hayatını boşa geçirmeye mahkûmdur. İnsanın ömür nimetini bu şekilde heder etmesi ise karşılıksız kalmayacak, 20. âyette belirtildiği üzere, –bu dünyadakinden farklı olarak– âhirette, sorumluluğunun idraki içinde davrananlardan tam olarak ayırt edilip hak ettiği muameleyi görecektir. Müfessirlerin birçoğu tarafından 19. âyet, Allah’ın, kendisine karşı görevlerini yerine getirmeyenlere, iyilik yapmayı ve kötülüklerden sakınmayı unutturması, onları bu paydan ve mutluluktan mahrum etmesi şeklinde açıklanmıştır (Taberî, XXVIII, 52-53; Şevkânî, V, 237). Bu âyetten, insanın kendini tanıması yani var oluş amacını idrak edip onu unutmaması halinde rabbini de bilmiş ve tanımış olacağı mânası da çıkarılabilir. Hz. Ali’den nakledilen “Sen kendini bil ki rabbini de bilesin” ve “Kendini bilmeyen rabbini de bilmez” anlamındaki vecizeler bu yorumu destekleyici niteliktedir (İbn Atıyye, V, 291).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 301-303
21
Ayet
لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ خَاشِعاً مُتَصَدِّعاً مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِؕ وَتِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
٢١
Meal
Eğer biz, bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, elbette sen onu Allah korkusundan başını eğerek parça parça olmuş görürdün. İşte misaller! Biz onları insanlara düşünsünler diye veriyoruz. 21﴿

Tefsir

Hemen bütün milletlerin edebiyatlarında heybetin, sağlamlığın ve yüksekliğin sembolü olarak yer alan ve yeryüzünde başı göğe değen yegâne coğrafî unsur gibi düşünüldüğünden insanların tasavvurlarını çokça etkilemiş olan dağ motifi üzerine kurulu bir temsile yer verilmektedir. Âyetin sonunda belirtildiği üzere burada herkesin anlatılmak istenen mânayı kolayca kavrayabilmesi için somut bir örnekten yararlanılmıştır; asıl amaç, Kur’an’ın içerdiği mesajın önemini ve ona muhatap olan insanın ne büyük sorumluluk altında bulunduğunu vurgulamaktır. Bu örnekle ilgili açıklamaları şöyle özetlemek mümkündür: Şayet bir dağa insana verildiği gibi şuur verilmiş olsaydı o heybet timsali eğilmez dağ bile Allah’ın sıfatlarını bilmenin ve sorumluluk duygusunun sonucu olarak O’nun azameti, kudreti ve evrendeki mutlak egemenliği karşısında sonsuz bir saygıyla eğilirdi; ama bununla kalmaz, O’na kulluk etmek için kendini parçalardı. İnsanlar ise genellikle omuzlarındaki yükü hissetmemek için direnmekte ve gaflet içinde ömürlerini tüketmektedirler. Burada dikkat çeken bir husus, yine âyetin sonunda ifade edildiği üzere, bu örnekten sonuç çıkarmanın da yine insana, daha doğrusu onun muhakeme yeteneğini kullanmasına bağlı olmasıdır (benzer bir temsil için bk. Ahzâb 33/72; Kur’an’ın âyetleri üzerinde düşünme gereği hakkında bk. Sâd 38/29).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 303
22-24
Ayet
هُوَ اللّٰهُ الَّذٖي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِۚ هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّحٖيمُ
٢٢
هُوَ اللّٰهُ الَّذٖي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزٖيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُؕ سُبْحَانَ اللّٰهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ
٢٣
هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰىؕ يُسَبِّـحُ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ
٢٤
Meal
O, kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah'tır. Gaybı da, görünen âlemi de bilendir. O, Rahmân'dır, Rahîm'dir. 22﴿ O, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah'tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah'tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır. 23﴿ O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah'tır. Güzel isimler O'nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O'nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. 24﴿

Tefsir

Cenâb-ı Hak, “Allah” ismini en başa koyarak kendisinin bazı isim ve sıfatlarını özellikle anmakta, ardından en güzel isimlerin kendisine ait olduğunu hatırlatmaktadır.

Kulluk bilincine erişmiş olanların taşıması gereken Allah korkusuna değinen 21. âyetin açıklaması mahiyetindeki bu âyetlerde bile önce Allah Teâlâ’nın birliğine, sonra ilminin sınırsızlığına, hemen bunların ardından da rahmet ve şefkatinin enginliğine yer verilmesi, Yüce Rabbimizi diğer isim ve sıfatlarını da unutmadan, ama her şeyden önce sevgi, şefkat ve bağışlayıcılık nitelikleriyle düşünmemiz ve bizim de bütün yaratılmışlara karşı bu tavrı öncelememiz gerektiğini gösterme açısından dikkat çekicidir.

“En güzel isimler” diye çevirdiğimiz 24. âyetteki esmâ-i hüsnâ terimi, “Allah Teâlâ’nın en güzel niteliklerine ve en mükemmel anlamlara delâlet eden isimleri” demektir (bilgi için bk. A‘râf 7/180; “Allah” hakkında bk. Bakara 2/255; “Rahmân” ve “rahîm” hakkında bk. Fâtiha 1/1). Genellikle birden fazla mâna ile açıklanan esmâ-i hüsnâdan 23-24. âyetlerde geçenler için verilen başlıca anlamlar şöyledir:

a) Melik: Egemenliğin mutlak sahibi, görünen ve görünmeyen âlemlerin yegâne mâliki, b) Kuddûs: Her türlü eksiklikten uzak, mutlak kemal sahibi, yaratılmışların tasavvur ve tasvirine sığmaz, kutsî, c) Selâm: Esenlik kaynağı, esenlik veren, selâmete çıkaran,

d) Mü’min: Güven sağlayan, kendisine güvenilen, vaadine itimat edilen, gönlünü imana açanlara iman veren, kendisine güvenenleri korkudan emin kılan, e) Müheymin: Görüp gözeten, yöneten ve denetleyen, evrenin mutlak hâkim ve yöneticisi, f) Azîz: Üstün, yenilmeyen, mutlak güç sahibi, yegâne galip, izzet ve şanın asıl sahibi ve kaynağı,

g) Cebbâr: İradesine sınır olmayan, murat ettiğini her durumda icra edebilen, hükmüne ve etkisine karşı direnilemeyen, yaratılmışların halini iyileştiren, yaraları saran, dertlere derman olan, erişilemez, yüceler yücesi, güç ve azamet sahibi, h) Mütekebbir: Büyüklüğü apaçık olan, azametini ortaya koyan, büyüklük ancak kendisine yaraşan, büyüklükte eşi olmayan, ı) Hâlik: Takdir ettiği gibi yaratan, i) Bâri’: Örneği olmadan yaratan, yaratmanın bütün evrelerindeki inceliklerin asıl kaynağı, j) Musavvir: Biçim ve özellik veren, yarattıklarının maddî ve mânevî, duyularla algılanan ve algılanamayan bütün şekil ve hususiyetlerini belirleyen, k) Hakîm: Bütün işleri ve buyrukları yerli yerince olan, hüküm ve hikmet sahibi.

Sûre –ilk âyetinde olduğu gibi– göklerde ve yerde bulunanların hepsinin Allah’ı tesbih ettiği, O’nun azîz ve hakîm olduğu belirtilerek sona ermektedir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 303-304