Kur'an ,Meal ve Tefsir Okuma Alanı. Seslendirmek istediğiniz ayetin üzerine çift tıklayınız.

Âl-i İmrân Suresi

54
3 . Cüz
30
Ayet
يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَراًۚۛ وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُٓوءٍۚۛ تَوَدُّ لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُٓ اَمَداً بَعٖيداًؕ وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُؕ وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِࣖ
٣٠
Meal
Herkesin yaptığı iyiliği ve yaptığı kötülüğü hazır bulacağı günde kişi, kötülükleri ile kendi arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Yine Allah sizi kendisine karşı dikkatli olmanız hakkında uyarmaktadır. Allah kullarını çok esirgeyicidir. 30﴿

Tefsir

Burada “tergîb” (özendirme) ve “terhîb” (caydırma) bir arada yer almış, bu dünyadaki hiçbir davranışın karşılıksız kalmayacağı belirtildikten sonra, bütün hakikatlerin ortaya çıkacağı o günde kişinin yaptığı kötülüklerden duyacağı pişmanlık ve mahcubiyet tasvir edilmiştir. Kişinin önünde hazır bulacağı şey, davranışlarının karşılığı ya da amel defteri şeklinde yorumlanmıştır. Başka âyetlerde, dünya hayatında kulların yaptıkları bütün işlerin görevli melekler tarafından kayda geçirildiği (Enbiyâ 21/94; Kaf 50/18; Zuhruf 43/80) ve kıyamet gününde bu amellerin insana açılmış bir kitapta gösterileceği (İsrâ 17/13-14) bildirilmiştir.

31
Ayet
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖي يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْؕ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَحٖيمٌ
٣١
Meal
De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir." 31﴿

Tefsir

Birçok âyette genel olarak peygamberlerin, özel olarak da son dinin tebliğcisi Hz. Muhammed’in bildirdiklerine teslimiyet gösterip uymanın önemi vurgulanmıştır (Kur’an’da Resûlullah’a uymanın gerçek imanı belirlemede temel bir kriter kabul edildiği hakkında bk. Bakara 2/143).

Burada da Peygamber’e ittibâ (uyma) Allah sevgisinin ayrılmaz bir parçası olarak nitelenmiş, Peygamber’in gösterdiği yolu gönülden benimsemeyen kişinin Allah’ı sevdiğini iddia edemeyeceği belirtilmiştir. Ayrıca Resûlullah’a uyma iradesinin ortaya konması, Allah’ın sevgisine ve mağfiretine mazhar olmanın ön şartı sayılmıştır. Sadece “elçi” sıfatını taşıyan temsilciyi dahi tanımamanın onu yollayan makamı tanımama anlamına geleceği mâlûmdur. Hz. Muhammed ise, dar anlamıyla bir elçi olmaktan öteye şâri‘ (din sahibi, yüce Allah) tarafından Kur’an’ı açıklama ve bu çerçevede Kur’an’da özel düzenlemeye tâbi tutulmamış hususlarda bağlayıcı bildirimlerde bulunma yetkisiyle donatılmıştır (bk. Nahl 16/44).

Bu sûrenin, Ehl-i kitabın ve özellikle hıristiyanların bazı inanç ve tutumlarının yanlışlığını ortaya koyma konusuna ağırlık verdiği göz önüne alınırsa, bu âyette Allah inancı ve peygamberlik müessesesinin mahiyeti hakkında önemli hususlara dikkat çekildiği farkedilir. Şöyle ki: Allah sevgisi ve Allah’a itaatle O’nun peygamberine uyma ve getirdiklerine teslim olma arasında sıkı bir bağ vardır. Fakat bu konudaki önemli bir incelik, “Allah gibi sevmek”le “Allah için sevmek” arasında büyük fark bulunduğudur. Bu fark göz ardı edilirse söz konusu bağın anlamı tersine çevrilmiş olur. Nitekim yahudiler Hz. Mûsâ’nın, hıristiyanlar da Hz. Îsâ’nın peygamberlik sıfatından ziyade şahsında ısrar ederek bu büyük hataya düşmüşlerdir. Böylece hıristiyanlar Hz. Muhammed’i, yahudiler hem Hz. Îsâ’yı hem de Hz. Muhammed’i inkâr yolunu tutmuşlar; esasen tahrife uğramamış haliyle bütün ilâhî dinlerin ortak noktalarından olan ve Kur’an-ı Kerîm’de “Allah’ın elçilerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız” (Bakara 2/285) şeklinde ifade edilen ilkeyi ihlâl etmişlerdir. Öte yandan hıristiyanlar Hz. Îsâ’ya olan sevgilerini onun peygamberlik sıfatı üzerine kurmadıkları için, başka bir anlatımla bu sevgi ve saygının Allah’ın ona elçilik görevi vermiş olmasından kaynaklanması gerektiği halde onun şahsını esas aldıklarından, Allah’a şirk koşmaya kadar varan sapkın bir inanca kaymışlardır. Bu durum tevhid inancını zedelememek için peygamberlik görevinin mahiyetini iyi kavramak gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim kelime-i tevhidde ve kelime-i şehâdette sadece Allah’tan başka tanrı bulunmadığının ifade edilmesiyle yetinilmemiş, Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğu da belirgin bir biçimde ortaya konmuştur (Elmalılı, II, 1076-1079).

Bu âyetin, a) sûrenin başında sözü edilen Necran heyetindekilerin “Bizim Îsâ’yı ululayan ifadelerimiz onu sevdiğimizi belirtmek içindir” demeleri, b) bazı müslümanların, “Ya Resûlallah! Gerçekten biz rabbimizi seviyoruz” demeleri, c) yahudilerin “Allah’ın evlâtları ve asıl sevdiği kişiler bizleriz” demeleri, d) müşriklerin putlara secde etme gerekçelerini açıklarken “Biz bunlara sırf Allah’a olan sevgimizden ötürü ve bizi Allah’a daha çok yakınlaştırsınlar diye tapıyoruz” demeleri üzerine nâzil olduğuna dair rivayetler vardır (Allah sevgisi hakkında bk. Bakara 2/165; “Allah’ın kullarını sevmesi”nin anlamı için bk. Mâide 5/54).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 542-543
32
Ayet
قُلْ اَطٖيعُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَۚ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِرٖينَ
٣٢
Meal
De ki: "Allah'a ve Peygamber'e itaat edin." Eğer yüz çevirirlerse şüphe yok ki Allah kafirleri sevmez. 32﴿

Tefsir

Tefsirlerde âyetin nüzûl sebebi hakkında şöyle bir rivayet yer alır: Önceki âyette Hz. Peygamber’e uyulması istenince münafıkların başı Abdullah b. Übey “Gördünüz mü? Muhammed kendine itaat edilmesini Allah’a itaat gibi görüyor; bizim de hıristiyanların Îsâ’yı sevdikleri gibi kendisini sevmemizi istiyor!” şeklinde bir ithamda bulunmuştu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi ve Hz. Peygamber’e Allah’ın elçisi sıfatıyla ve yine O’nun buyruğunun bir gereği olarak itaat edilmesinin istendiği bildirildi (Râzî, VIII, 19).

33-34
Ayet
اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰٓى اٰدَمَ وَنُوحاً وَاٰلَ اِبْرٰهٖيمَ وَاٰلَ عِمْرٰنَ عَلَى الْعَالَمٖينَۙ
٣٣
ذُرِّيَّةً بَعْضُهَا مِنْ بَعْضٍؕ وَاللّٰهُ سَمٖيعٌ عَلٖيمٌۚ
٣٤
Meal
Şüphesiz, Allah, Adem'i, Nûh'u, İbrahim ailesini (soyunu) ve İmran ailesini (soyunu) birbirinden gelmiş birer nesil olarak seçip âlemlere üstün kıldı.Allah her şeyi hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. 33-34﴿

Tefsir

Kur’an-ı Kerîm’in birçok âyetinde peygamberlerin Allah’ın seçkin kulları olduğunu belirten ifadeler vardır. Bu hususu özellikle belirten “ıstafâ” fiili için: a) Onların bütün yaratılmışların özü kılındığı,

b) onların kötü sıfatlardan arındırılıp övgüye lâyık hasletlerle bezendiği şeklinde yorumlar yapılmıştır (Râzî, VIII, 20-22).

Tefsirlerde ve genel olarak İslâm düşüncesine dair eserlerde, bu gibi âyetlerde geçen “ıstafâ” fiili, varlıkların oluşum ve gelişim süreci ile ilgili “ıstıfâ” kanunu arasında bağ kurularak peygamberlerin üstünlüğü konusunda geniş açıklamalar yapılmıştır (meselâ bk. Elmalılı, II, 1081 vd.).

Âyette geçen “âlemîn” kavramı kendi zamanındaki veya kendi cinsinden olan yaratılmışlar şeklinde yorumlandığı gibi, bütün yaratılmışlar şeklinde de açıklanmıştır (Râzî, VIII, 19-21; ayrıca bk. İsrâ 17/70).

Bu iki âyette peygamberlerin seçilmiş üstün özelliklere sahip kişiler ve hep Hz. Âdem’in soyundan gelmiş oldukları hususuna değinilmesini, Hz. Îsâ’nın yaratılışı konusuna fikrî hazırlık sağlama şeklinde açıklamak mümkündür. Hatırlanacağı üzere, hıristiyanların bazı inanç ve tutumlarının yanlışlığını ortaya koyma bu sûrenin ana hedefleri arasında bulunmaktadır. İşte müteakip âyetlerde, babasız olarak dünyaya gelmiş olması Hıristiyanlık’ta tek tanrı inancından sapmanın hareket noktası haline getirilen Hz. Îsâ’nın ailesine, doğumuna ve hayatına dair bilgiler yer aldığından, burada zihnin sırf tabiat kanunlarının tek düzeliğine saplanıp kalmaması ve tabiat kanunundan önce gelen yaratma fiilinin göz ardı edilmemesi gerektiği, buna göre dilediğini dilediği biçimde yaratmaya kadir olan yüce Allah’ın iradesini kısıtlayabilecek hiçbir güç bulunmadığı hatırlatılmaktadır (Elmalılı, II, 1087).

Bunun yanı sıra –aşağıda açıklanacağı üzere– Hz. Meryem’in babası olan İmrân’ın ailesi peygamberler dizisi içinde anılarak, Hz. Îsâ’nın annesinin de Hz. Âdem ve onu izleyen peygamberler soyundan olduğuna dikkat çekilmektedir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 544-545
35
Ayet
اِذْ قَالَتِ امْرَاَتُ عِمْرٰنَ رَبِّ اِنّٖي نَذَرْتُ لَكَ مَا فٖي بَطْنٖي مُحَرَّراً فَتَقَبَّلْ مِنّٖيۚ اِنَّكَ اَنْتَ السَّمٖيعُ الْعَلٖيمُ
٣٥
Meal
Hani, İmran'ın karısı, "Rabbim! Karnımdaki çocuğu sırf sana hizmet etmek üzere adadım. Benden kabul et. Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin" demişti. 35﴿

Tefsir

Kur’an-ı Kerîm’de İmrân ismi üç âyette geçmektedir. Bu âyette ve Tahrîm sûresinin 12. âyetinde anılan İmrân’ın Hz. Meryem’in babası (Hz. Îsâ’nın dedesi) olduğu açıktır. Bu sûrenin 33. âyetinde geçen İmrân ile kimin kastedildiği hususunda ise iki görüş bulunmaktadır: Bir görüşe göre bu, Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’un babası olan İmrân’dır. Diğer görüşe göre bu iki zatın yaşadıkları zaman dilimleri arasında yaklaşık 1200 yıl fark bulunduğu ve bu sûrede, özellikle 35. âyetten itibaren Hz. Îsâ’nın ailesinden söz edildiği dikkate alınırsa 33. âyette zikri geçen İmrân’ın da Hz. Meryem’in babası olan İmrân olarak anlaşılması uygun olur. Buradaki İmrân Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’un babası olarak düşünülse bile, onların da Meryem adında bir kız kardeşinin bulunduğuna dair rivayet ile Kur’an-ı Kerîm’de yer alan Hz. Meryem’e “Ey Hârûn’un kız kardeşi!” şeklinde hitap edildiği bilgisi (Meryem 19/28) arasında bağ kurulması doğru olmaz. Böyle bir bağ kurulması, anılan âyet-i kerîmedeki maksadın anlaşılmamış olmasından kaynaklanmaktadır. İyi incelendiğinde görülür ki, kendi toplumunda Hz. Meryem’e “Ey Hârûn’un kız kardeşi!” diye hitap edilmesi, “onun din kardeşi ve onun soyundan gelen” anlamını taşımaktadır. Her ne kadar bir kısım Doğu bilimciler bazı müslüman yazarların eserlerindeki bu karışıklığa dayanarak Kur’an-ı Kerîm’e eleştiri yöneltmişlerse de, Kur’an-ı Kerîm’in bu konudaki açıklamalarında herhangi bir çelişki ve tarihî verilerle uyumsuzluk bulunmamaktadır. Genellikle hıristiyan muhitinden gelen bu eleştirilerin objektif olmadığı, kendi kutsal kitaplarında aynı yönde yer alan bilgilere itiraz etmemelerinden kolayca anlaşılmaktadır. Nitekim Luka İncili’nde Hz. Zekeriyyâ’nın eşi Elizabeth için “Hârûn kızlarındandı” (Luka, 1/5) denmektedir (Ömer Faruk Harman, “Hz. İsa”, İFAV Ans., II, 424).

Bu âyette İmrân’ın hanımı diye anılan ve Hz. Meryem’in annesi olan kadının ismi Kur’an-ı Kerîm’de zikredilmez. Onun adı İslâmî kaynaklarda Hanne, hıristiyan kaynaklarda Anna diye geçer. İmrân’ın hanımının, karnındaki çocuğu Allah için adamasıyla ilgili değişik rivayetler vardır. Bunlardan birine göre, uzun zaman çocuğu olmayan İmrân’ın karısı bir gün bir kuşun yavrusunu beslediğini görünce buna imrenmiş ve yüce Allah’a yalvarıp çocuk ihsan etmesini dilemiş ve çocuğu olduğunda onu Beytülmakdis’in hizmetine vermeyi adamıştı. Meryem’e hamile olduktan sonra da kocası İmrân ölmüştü.

İmrân’ın karısının karnında taşıdığı çocuğu tam anlamıyla Allah’a adadığı ve kabulü için niyazda bulunduğu âyetten açıkça anlaşılmaktadır. Fakat âyette geçen “muharrar” kelimesi ve adağın içeriği farklı şekillerde yorumlanmıştır. Sözlük anlamı itibariyle muharrar “âzat edilmiş, tamamen özgürlüğüne kavuşturulmuş, kimsenin kendisi üzerinde hak ilintisi kalmamış kişi” demektir. Burada kelimeye, dünya işlerinden âzâde kılınmış ve kendini sırf Allah’a kulluk etmeye veren; halis bir kul; –Yahudilik’te mâbedin ve özellikle Beytülmakdis’in hizmeti için çocuk adanması uygulamasının bulunduğu noktasından hareketle– “mâbede veya kutsal kitabı okuyanlara hizmet eden” gibi anlamlar verilmiştir. İster Allah’a kulluk yönü ister mâbede hizmet yönü vurgulanmak istensin, burada her türlü kayıt ve sınırlamadan uzak mutlak bir adama iradesinin bulunduğu anlaşılmaktadır. O sebeple meâlinde bu kelimeye “kayıtsız şartsız” anlamı verilmiştir.

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 546-548
36
Ayet
فَلَمَّا وَضَعَتْهَا قَالَتْ رَبِّ اِنّٖي وَضَعْتُهَٓا اُنْثٰىؕ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْؕ وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَالْاُنْثٰىۚ وَاِنّٖي سَمَّيْتُهَا مَرْيَمَ وَاِنّٖٓي اُعٖيذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجٖيمِ
٣٦
Meal
Onu doğurunca, "Rabbim!" dedi, "Onu kız doğurdum." -Oysa Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilir- "Erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytandan senin korumana bırakıyorum." 36﴿

Tefsir

İmrân’ın karısı adakta bulunduğu esnada, adadığı konuya (muhtemelen Beytülmakdis hizmetine) elverişli cinsiyete sahip, yani bir erkek çocuğu dünyaya getirme ihtimalini esas almıştı. Çocuğun kız olduğunu görünce, duyduğu üzüntü ve burukluğun ifadesi olarak ağzından şu söz dökülüverdi: “Rabbim! Onu kız doğurdum”. Âyet-i kerîmede “Oysa Allah ne doğurduğunu daha iyi bilmektedir” buyurularak, bu hayıflanmanın onun işin hakikatini bilmemesinden kaynaklandığı ve dünyaya getirdiği bu kız evlâdın ne kadar ulvî bir mertebeye sahip olacağı ima edilmiştir. İşte bu cümleden sonra gelen “Erkek de kız gibi değildir” cümlesi bazı müfessirlerce bu mâna ile bağlantılı olarak Allah’ın sözünün devamı olarak düşünülmüş ve her iki kelimenin başında bulunan belirlilik takısı (lâm-ı ta‘rîf) bilinen birini belirtme anlamı taşıdığı (“ahd” için olduğu) anlayışıyla bu iki cümleye şöyle mâna verilmiştir: “Oysa Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilmektedir; o (onun dilediği) erkek (Allah’ın lutfettiği ve yüce bir mertebeyle onurlandırılacak olan) bu kız gibi değildir” (Zemahşerî, I, 186); belirlilik takısına bilinen birini belirtme anlamını vermekle birlikte, bu cümleyi Meryem’in ifadesi olarak açıklayan başka bir yorum için (bk. Râzî, VIII, 27). Buna karşılık müfessirlerin çoğunluğu, bu cümlenin Meryem’in annesine ait olduğu, fakat adağın konusunun yerine gelmesi açısından erkek çocuğunun kız çocuğuna üstünlüğünü ve bu konudaki üzüntüsünü belirtmek üzere söylendiği kanaatindedir. Bize göre, bu cümleyi iki cinsten birinin diğerine üstünlüğü değil, Meryem’in annesinin adakta bulunurken –kavminin âdetine uyarak– niyetine aldığı erkek çocuğun kız çocuğundan farklı olduğunu belirten bir ifade olarak düşünmek, hem sözün akışına hem de lafza daha uygun bir yorum olur.

İmrân’ın eşinin çocuğuna “Meryem” adını vermesi, –kız çocuğu dünyaya getirmiş olmasına rağmen– onu Allah yoluna adama yönündeki sözüne sadakatini sürdürme çabası içinde olduğunu göstermektedir. Zira yukarıda anıldığı üzere Meryem, Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’un kız kardeşinin adıdır ve İsrâiloğulları geleneğinde kadın cinsi için Meryem adı çok makbul bir isim sayılagelmiştir. Bir de İmrân’ın eşi kızına bu adı vermek suretiyle onun babasının adıyla Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’un kız kardeşi olan Meryem’in babası arasında anlamlı bir bağ kurmuş oluyordu. Çünkü o da İmrân kızı Meryem idi. Tefsirlerde Meryem adının onların dilinde “Allah’a kulluk eden” (Zemahşerî, I, 186) ve “Rabbin hizmetinde olan” (Şevkânî, I, 372) anlamına geldiği ileri sürülürse de, Kāsımî Tevrat ve İncil’de geçen isimlerin açıklamalarına bakıldığında farklı bir mâna ile (“acılık”, “denizin acılığı”) karşılaşıldığını ifade eder (IV, 835). Kitâb-ı Mukaddes sözlüklerinde de Meryem’in basit veya bileşik kelime olabileceği ihtimallerine işaret edildikten sonra bunun ne anlama geldiği konusunda pek çok görüş ve izah bulunduğu belirtilir; burada anılan başlıca mânalar şunlardır: Acı deniz, onların isyanı, denizin hanımefendisi, deniz damlası, deniz yıldızı (meselâ bk. H. Lesétre, “Marie”, Dictionnaire De La Bible, IV/I, 774-776).

Meryem’in annesi onun adını koyduktan sonra “İşte ben onu ve soyunu kovulmuş şeytana karşı senin korumana bırakıyorum” şeklinde içtenlikle dua etmişti. Bu duada Meryem’in soyunu da zikretmesi, Allah yoluna adadığı çocuğunun şeytana uymaması ve iffetini koruması için rabbinden yardım dilemesi veya genel olarak kendi soyundan gelenler için hayır duada bulunması şeklinde anlaşılabilir. Bununla birlikte önceki cümleye Cenâb-ı Hakk’ın ilhamıyla kızının büyük bir peygambere anne olacağını bildiği anlayışı ile mâna verenlerin yorumunu da destekleyici görünmektedir (“kovulmuş şeytanın şerrinden sığınma”nın anlamı için bk. Fâtiha sûresinin başında yer alan “eûzü” hakkındaki açıklama).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 548-549
37
Ayet
فَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ وَاَنْبَتَهَا نَبَاتاً حَسَناًۙ وَكَفَّلَهَا زَكَرِيَّاؕ كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَۙ وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقاًۚ قَالَ يَا مَرْيَمُ اَنّٰى لَكِ هٰذَاؕ قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِؕ اِنَّ اللّٰهَ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
٣٧
Meal
Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriya'yı da onun bakımıyla görevlendirdi. Zekeriya, onun bulunduğu bölmeye her girişinde yanında bir yiyecek bulurdu. "Meryem, Bu sana nereden geldi?" derdi. O da "Bu, Allah katından" diye cevap verirdi. Zira Allah, dilediğine hesapsız rızık verir. 37﴿

Tefsir

Yüce Allah’ın hüsnükabul göstermesi hakkında şu yorumlar yapılmıştır: Allah, Meryem’in kendi himayesine bırakılması ve şeytanın şerrinden korunması hakkındaki duayı kabul buyurdu; alışılagelmiş uygulama dışında kalan bir adağı, yani bir kız çocuğunun mâbed hizmetine verilmesini kabul etti; Meryem’in bakımı için –44. âyette açıklanacağı üzere– hahamların birbirleriyle yarışmalarını sağladı ve sonunda bu görevi Hz. Zekeriyyâ’ya verdi.

“Onu güzel bir şekilde yetiştirdi” diye çevirdiğimiz cümleyi, lafzî anlamını esas alarak “Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi” şeklinde mânalandıran ve bunu bazı rivayetlerden hareketle Meryem’in biyolojik gelişimindeki olağan üstü durumlarla açıklayan müfessirler vardır (bk. Râzî, VIII, 29). Bazı müfessirler ise bu cümleyi “onu büyük bir peygambere anne kılmak suretiyle” diye açıklamışlardır (bk. Kāsımî, IV, 836). Fakat bunun, Meryem’in eğitim açısından sağlıklı bir muhitte iyi bir biçimde yetiştirildiğini ve ahlâkî erdemlerle donatıldığını belirten mecazi bir ifade olduğu görüşüyle (bk. Zemahşerî, I, 187) gerek eğitimi gerekse rızkının temini açısından iyi bir ortamda büyüdüğü, yani hem ruh hem beden sağlığı bakımından özenle yetiştirildiği yorumu (bk. Reşîd Rızâ, III, 292) daha isabetli görünmektedir.

Hz. Zekeriyyâ’nın Hz. Meryem’in teyzesinin kocası olduğu rivayet edilir. Hz. Zekeriyyâ hakkında müteakip âyette ve Meryem’in bakımını üstlenmesi hakkında 44. âyette bilgi verilecektir.

Toplantı mahallinin ön kısmına veya yüksekçe yapılmış özel bölümüne, ibadet ve dua için kapanılan ve genellikle merdivenle çıkılan özel mekâna “mihrap” denir. İslâm kültüründe camilerin ön tarafında imamın namaz kıldırırken duracağı yere de mihrap adı verilmiştir. Kelimenin Kur’an-ı Kerîm’deki kullanımları (Âl-i İmrân 3/37, 39; Meryem 19/11; Sâd 38/21) ve konuya ilişkin tarihi bilgiler göz önüne alındığında, âyette geçen “mihrâb” kelimesiyle Beytülmakdis’te yüksekçe yapılmış özel bir odanın kastedildiği anlaşılmaktadır

Kimi müfessirler âyetteki “rızık” ifadesini, “Meryem’in meme kabul etmeyip ilâhî ikramlarla beslendiği ve Hz. Îsâ gibi beşikteyken konuştuğu” şeklindeki bazı rivayetlerle destekleyerek, bundan Meryem’in bebeklik çağından itibaren mâbedde kaldığı sonucunu çıkarmışlar, karşı görüşte olanlar ise âyetten Meryem’in konuşma çağına eriştikten sonra mâbede verildiğinin anlaşıldığını ileri sürmüşlerdir. Öte yandan ifadenin akışından olağan üstü bir duruma işaret edildiği mânasını çıkaran ve Hz. Zekeriyyâ’nın Meryem’in yanında o mevsimde yetişmeyen meyveler gördüğü yönündeki rivayetleri dikkate alan müfessirler bunu Hz. Meryem açısından bir keramet olarak değerlendirmişler ve âyeti de kerametin hak olduğuna delil saymışlardır. Âyette olağan üstü bir duruma işaret bulunduğunu kabul etmekle beraber, bunu Hz. Zekeriyyâ’ya veya Hz. Îsâ’ya nisbetle bir mûcize şeklinde açıklamaya çalışan bilginler de mevcuttur. Buna karşılık, bu ifade akışında olağan üstü bir hale değinme anlamı bulunmadığı, yüce Allah’ın Meryem’e kendini zühd ve ibadete vermiş kişilere ikramda bulunmak isteyen müminler vasıtasıyla rızık lutfettiği, Zekeriyyâ’nın da bunun tasvip etmeyeceği bir yoldan gelip gelmediğini anlamak maksadıyla “Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor” diye sorduğu kanaatini taşıyan müfessirler de vardır (bk. Râzî, VIII, 30-31). M. Reşîd Rızâ, Kur’an’da ve hadislerde açıklanmayan, tarihen de sabit olmayan bilgilerden hareketle Kur’an’a anlam verilmemesi gerektiğini, Hz. Zekeriyyâ’nın sorusunun o sıralarda kıtlık bulunmasıyla açıklanabileceğini, dolayısıyla hârikulâde bir durumdan söz edilmediğini savunur. Daha sonra, bu olayın burada zikredilmesinin gerçek sebebi üzerinde durulması ve bundan sonuçlar çıkarılması gerektiğini hatırlatır. Bu açıdan bakıldığında görülür ki, tevhid (Allah’tan başka tanrı olmadığı) inancını pekiştirmeyi hedefleyen sûrenin bu bölümünde peygamberlerin seçimi ve dinlerin tekâmülü konusunun da Allah’ın mutlak iradesine bağlı olduğuna dikkat çekilmekte ve alışılagelmişin aksine bir yöntemle bir kız çocuğunun mâbed hizmetine adanıp kabul edildiği, bu şekilde onun büyük bir peygambere anne olmaya hazırlandığı canlı bir biçimde ortaya konmakta ve böylece peygamberliği sırf kendi ırklarına özgü saydığı için Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmeyen yahudilerle bir “beşer” olduğu için onu peygamber kabul etmek istemeyen müşriklere reddiyede bulunulmaktadır (III, 293-295). İbn Âşûr, mâbed hizmetine kadınların kabul edilmemesi âdetinin dışına çıkılmasını ve ilâhî bildirimle Meryem’in Hz. Zekeriyyâ’nın himayesine verilmesini, Tevrat’taki birçok hükmü değiştirecek bir peygamberin geleceğine işaret olarak değerlendirir (III, 235).

Âyetin sonundaki cümleyi Meryem’in konuşmasının devamı olarak veya Allah’ın sözü olarak anlamak mümkündür (Zemahşerî, I, 187; Râzî, VIII, 32).

Dipnot

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 549-551